Operasyon öncesindeki en kritik aşamalardan biri, hedef hakkında doğru ve detaylı istihbarata ulaşmaktı. Mert, keskin nişancılığı ve liderliğiyle ön planda olsa da, bu aşamada asıl yük Eylül’ün üzerindeydi. İstihbarat uzmanı olarak, hedefin kim olduğunu, nasıl hareket ettiğini ve onu etkisiz hale getirmek için en uygun stratejinin ne olacağını belirlemesi gerekiyordu.
Eylül, Diyarbakır’daki istihbarat ağını kullanarak ilk bilgileri toplamaya başladı. Yıllar boyunca bu bölgede operasyonlar yürütmüş güvenilir kişilerle temas kurarak, sahadaki en güncel bilgileri doğrulamaya çalıştı.
Hedef şahıs: Mehmet Haldoğlu (Kod adı: Akrep)
Mehmet Haldoğlu, terör örgütü içinde orta rütbeli ancak oldukça tehlikeli bir isimdi. Örgüt tarafından "istihbaratçı" olarak kullanılıyor, yani bilgi toplama, adam devşirme ve örgüt içindeki kritik emirleri yerine getirme görevleriyle ilgileniyordu. Örgütün üst kademelerine çıkmak için sürekli bir şeyler kanıtlamaya çalışan hırslı bir adamdı.
Yaşı: 38
Fiziksel özellikleri: Orta boylu (1.75), zayıf ancak çevik. Genellikle sakalını kısa tutar ve gözlük takar.
Özel yetenekleri: Çok iyi bir manipülatör. İnsanları kandırma ve bilgi çekme konusunda uzman.
İlişkileri: Örgüt içinde birkaç üst düzey isimle bağlantısı var, ancak hâlâ alt seviyeden emir alıyor.
Örgütteki konumu: Saha operasyonlarına doğrudan katılmıyor, daha çok bilgi toplama ve istihbarat sağlama üzerine çalışıyor.
Diyarbakır’ın kuzeydoğusunda, dağlık bir bölgedeki küçük bir kamp. Kamp, terkedilmiş bir köyün yakınında kurulmuş. Bölge sarp kayalıklarla çevrili ve oraya giden yollar dar patikalardan oluşuyor. Burası örgütün geçici üslerinden biri olarak kullanılıyor ve sık sık yer değiştiriyorlar.
Kampın coğrafi durumu: Dağlık ve sık ormanlarla kaplı. Bölgeyi iyi bilmeyen biri için hareket etmek zor.
Güvenlik durumu: Kampın etrafında en az 10-15 silahlı adam var. Ancak, askerî seviyede eğitim almamışlar. Çoğu kaçakçılık ve küçük çaplı saldırılardan gelen adamlar.
Hedefin doğrudan bir saldırıya karşı hazırlıklı olma ihtimali düşük. Ancak kampın etrafında devriye gezen adamlar hafif ve orta seviye silahlara sahip olabilir.
Silahlar: AK-47 tüfekleri, tabancalar, RPG-7 roketatarlar.
Savunma sistemleri: Gece nöbetçileri ve bölgeye yaklaşan araçları erken fark edebilmek için yerleştirilmiş gözlem noktaları.
Mehmet Haldoğlu, bilgiye aç bir adam. Örgütün daha üst kademelerine çıkabilmek için sürekli yeni bilgiler toplamak ve kendini kanıtlamak istiyor. Bu yüzden, eğer yanlış yönlendirilirse veya dikkatini dağıtacak bir bilgi sunulursa, hata yapmaya müsait biri.
Eylül, bu bilgileri toparladıktan sonra ekibin diğer üyeleriyle paylaştı. Şimdi sıra bu bilgileri kullanarak en iyi operasyon planını çıkarmaktaydı.
kaan herkesten önce davranarak herkesin aklındaki soruyu sordu "Akrep’i canlı mı alacağız, yoksa ortadan mı kaldıracağız?"
Mert"Bizden canlı olarak istediler. Eğer olurda işler ters giderse öldürmemiz gerekebilir" herkes onaylar gibi kafa salladı.
Havalimanının içinde, omzumdaki çantanın ağırlığını hissetmeme rağmen dik yürüyordum. Üzerimizde sivil kıyafetler vardı ama hepimiz asker olduğumuzu belli ediyorduk. Hareketlerimiz, duruşumuz, birbirimize bakışlarımız bile sıradan bir yolcudan farklıydı. İstanbul’dan Diyarbakır’a giden bir uçağa biniyorduk ve bu, ekibimle ilk ortak görevimize gidişimizdi.
Uçağa doğru ilerlerken, arkamdan Onur’un sesi yükseldi.
"Beyler, bir haftadır beraberiz ama hâlâ bu işin şaka olduğunu düşünüyorum. Yani düşünsenize, hepimiz sınavı geçeli bir hafta bile olmadı ve ilk görevimize gidiyoruz. Normalde en az üç ay beklememiz gerekmez miydi?"
Onur, her zamanki gibi şaka yapıyordu ama içinde haklı olduğu bir nokta vardı. Gerçekten de her şey hızlı gelişmişti. Bir hafta önce hâlâ bireysel eğitimlere katılıyorduk. Şimdi ise bir uçağa binip Diyarbakır’a, doğrudan teröristlerin olduğu bölgeye gidiyorduk.
Eylül, soğuk bir ses tonuyla cevap verdi:
"Hazır olduğumuzu düşündükleri için buradayız. Yoksa bizi süründürürlerdi."
Kısa ve net. Tipik Eylül. Cevap vermek için fazla düşünmez, ne diyorsa doğrudan söylerdi.
Uçağa bindik, koltuklarımıza yerleştik. Cam kenarında oturdum ve dışarıya baktım. Güneş ufukta alçalmaya başlamıştı. Uçak hareket ederken içimde bir sıkıntı vardı ama bu korku değildi.
Babam aklıma geldi.
O da böyle operasyonlara gitmişti. O da böyle bir uçağa binmiş, vatanı için savaşmaya gitmişti. Ama geri dönememişti…
Gözlerimi kapattım. Bu sadece bir görevdi. Kendime bunu hatırlattım. Duygularımı bir kenara bırakmalıydım.
Yanımda oturan Ateş, fark etti mi bilmiyorum ama sessizce omzuma vurdu.
"Hadi bakalım, Komutanım. İlk operasyonda donup kalırsan rezil olursun."
Gözlerimi açtım, hafifçe gülümsedim.
"Merak etme. Beni en son donarken gören kişi, bir daha kimseye anlatamadı."
Onur kahkaha attı. "Komutanım, lafı tam bir aksiyon filmi repliği gibi söyledin! Harbiden keskin nişancı olmasan oyuncu olurdun."
Uçak havalandı. İstanbul’un ışıkları aşağıda küçülerek kayboldu.
Yaklaşık iki buçuk saat sonra Diyarbakır semalarına vardık. Uçaktan inerken, havanın keskin ve kuru soğuğunu hissettim. İstanbul’un havasına hiç benzemiyordu burası. Burası savaş bölgesine daha yakındı ve bunu havada bile hissedebiliyordunuz.
.
Onur gerçekten söylendiği kadar vardı. Daha uçaktan iner inmez yaptığı esprilerle ekibin gergin havasını biraz olsun dağıtmayı başarmıştı. Beni bile güldürmüştü ki bu pek sık rastlanan bir durum değildi. Diyarbakır Havalimanı’nın sıcak asfaltına adım attığımızda, içimde tarif edemediğim bir his vardı. Hem heyecan, hem de bir şeyleri başlatmanın ağırlığı...
İstanbul’dan ayrılırken aklımda sadece tek bir düşünce vardı. Bu görev sadece bir operasyon değildi, benim için bir hesaplaşmaydı. Uzun zamandır peşinden koştuğum bir gerçeğin, belki de ilk ipuçlarına ulaşabilirdim. Geceleri rüyalarımda – ya da daha doğrusu kabuslarımda – bile gördüğüm o yüz, o sahne, gözlerimin önünden asla gitmiyordu.
Canımdan çok sevdiğim babam...
O da bir bordo bereliydi. Tıpkı benim gibi...
Benim kahramanımdı. Ama artık yoktu.
Küçüktüm... O zamanlar kimse bana tam olarak ne olduğunu anlatmamıştı. Tek bildiğim, “şehit oldu” demeleriydi. Yıllar sonra öğrendiğimde ise içimde bir şeyler kopmuştu. Babam bir terör saldırısında öldürülmüştü.
Ama benim içimde hep bir şüphe vardı. Bunu yapanlar gerçekten bir grup basit terörist miydi?
Bir bordo bereli, hem de en iyi olanlardan biri, nasıl olur da sıradan teröristlerin elinde ölürdü? Buna inanmam mümkün değildi.
Ve şimdi buradaydım... Mert Kara.
Bu işin peşini bırakmayacaktım.
Ne pahasına olursa olsun, gerçeği bulacaktım.
İçimdeki dalgalanmayı bastırıp ekibin yanına döndüm. Özel donanımlı aracımızı bekliyorduk. O sırada Kaan haritayı açmış, yol güzergâhını kontrol ediyordu. Eylül her zamanki gibi sessizdi, ama gözleri etrafı tarıyordu. Düşünceli bir hali vardı. Ateş ve Onur ise kendi aralarında konuşuyorlardı.
Onur, bana dönerek gülümseyerek sordu:
"Hadi ama komutan, ciddi ciddi hiç mi heyecanlanmadın? Sonuçta ilk görevimiz."
Gözlerimi ona çevirdim, hafifçe gülümsedim. "Heyecanlanacak vaktimiz olmayacak Onur, işimiz çok."
O sırada, bize tahsis edilen siyah zırhlı araç terminalin önüne yanaştı. Kapılar açıldı, ekibin her bir üyesi tek tek içeri bindi.
Şimdi artık geriye tek bir şey kalmıştı…
Arabaya bindiğimizde Kaan, doğrudan şoför koltuğuna geçti. Onun direksiyon başındaki duruşundan, işini ne kadar ciddiye aldığını anlayabiliyordum. Ben ise ön koltuğa yerleştim, her zaman tetikte olmaya alışkındım. Arka koltukta Onur, Ateş ve Eylül oturuyordu.
Ekip, birbiriyle tanışmaya ve kaynaşmaya çalışıyordu. Onur her zamanki gibi espri yaparak ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Ateş, dikkatle etrafı izliyor, sessiz ama tetikte bir şekilde oturuyordu. Kaan ise aracı çalıştırırken rotayı zihninde hesaplıyordu.
Ama bir kişi hiç oralı olmuyordu: Eylül.
Sadece camdan dışarı bakıyordu, yüzünde en ufak bir ifade bile yoktu. Sanki burada bile değildi, aklı çok daha farklı bir yerde gibiydi.
Onu ilk gördüğümde şaşırmıştım. Sınava girenler arasında bir kız vardı ve açıkçası onun başarılı olabileceğini düşünmemiştim. Çünkü Bordo Bereli olmak, sadece fiziksel güç değil, aynı zamanda psikolojik olarak da en üst seviyede dayanıklılık gerektiriyordu. Ama o beni yanılttı.
İtiraf etmeliyim ki, hayatım boyunca hiç kimseyi küçümsemedim. Herkesin bir hikayesi vardı, elbette onun da vardı. Ama yine de Eylül'ün sınavı geçebileceğini, özellikle de en zor aşamaları atlatabileceğini tahmin etmemiştim.
Şimdi ise aynı ekipteydik.
Öylece durup beklemek bana göre değildi. İlk adımı ben attım ve konuşmaya çalıştım.
"Eylül."
Gözlerini camdan ayırmadan kısa bir yan bakış attı ama cevap vermedi.
Devam ettim. "Sınavda seni gördüğümü hatırlıyorum. Açıkçası... beni şaşırttın."
Bu sefer gözlerini tamamen bana çevirdi. Sesi soğuk ve netti. "Neden?"
Omuz silktim. "Bilmiyorum. Belki de hiç kimseyi tam olarak tanımadan yargılamamamız gerektiğini bir kez daha hatırlattığın içindir."
Bana uzun uzun baktı. Gözlerinde bir anlam arıyordum ama bulmak imkânsızdı. Sonunda başını tekrar çevirdi ve camdan dışarı bakmaya devam etti.
"İnsanları küçümsememek iyi bir alışkanlıktır." dedi sadece.
Ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım ama onun fazla konuşan biri olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Konuşmayı burada bırakmaya karar verdim. Ama içimde bir his vardı—bu ikimizin arasında ilk ve son konuşma olmayacaktı