ISLANMIŞSIN +21

2356 Words
Demir ağanın ayak sesleri kapının önünde durdu. Az önce pencereden, avluya girdiğini gördüğümde anlamıştım. Tahmin ettiğim gibi kapıma gelmişti. Kalbim göğsümde bir kuş gibi çırpınıyordu, sanki kaburgalarımı kırıp dışarı fırlayacaktı. Ya kapıyı açmamı isterse? Ya içeri girerse? Onunla aynı havayı solumak bile istemiyordum. Ne o sert, buyurgan bakışlarını görmeyi ne de ellerinin tenime değmesini. Ama bu evde, onun çatısı altında, ne kadar kaçabilirdim ki? Kapı kolunun yavaşça indiğini duydum. Nefesimi tuttum, boğazımda bir yumruyla kendimi onun sesine hazırladım. Ama seslenmedi. Gitmedi de. Orada, kapının ardında, bir gölge gibi bekliyordu. Sanki varlığıyla bile beni sıkıştırmak, nefes aldığım alanı daraltmak istiyordu. İçimden gitmesi için dua ederken, telefonum çalmaya başladı. Kapının diğer tarafında melodiyi o da duyuyor olmalıydı. Ekrana baktım. Arayan oydu. Demir Ağa. Elim ayağım titremeye başladı, parmaklarım buz gibi oldu. Telefonun sesi kesildi, ama hemen ardından bir mesaj sesi geldi. Normal bir SMS. Titreyen ellerle mesajı açtım. Ekranda sadece üç kelime vardı. “Kapıyı açmazsan kırarım.” Mesajı okurken kalbim kulaklarımda zonkluyordu. Çaresizdim. Bu evde, kaçacak yerim yoktu. Kapıyı açmazsam ne yapardı? Gerçekten kırar mıydı? Ya bağırırsa, ya bu geceyi bir rezalete çevirirse? Mecbur kapının kilidini çevirdim ve kolu yavaşça indirdim. Kapı açıldığında, işte oradaydı. Karşımda. Onu ilk defa böyle görüyordum: lacivert bir takım elbise, kravatı gevşetilmiş, gömleğinin üst düğmeleri açık. Ama o gözler… Öfke dolu, delici bakışları yüzümde geziniyordu. Sanki bir avcı, avını köşeye sıkıştırmış gibi bakıyordu. Üzerime doğru bir adım attı, o iri cüssesiyle içeri girdi. İçgüdüsel olarak geriye çekildim, ama her adımımda o da yaklaşıyordu. Kapıyı sertçe kapattı, ardından ışığı açtı. Floresan lamba titreyerek yandı, odayı soğuk bir beyazlıkla doldurdu. Sarhoştu. Gelişiyle birlikte odayı keskin bir alkol kokusu sardı, viski mi, rakı mı, bilmiyordum. Burnumu tıkayan, genzimi yakan bir koku. “Kapı neden kilitli?” dedi, sesi boğuk ve tehditkâr. Hâlâ üzerime geliyordu, her adımıyla mesafeyi kapatıyordu. Birkaç adım daha geriledim, sırtım duvara çarptığında durmak zorunda kaldım. “Ben…” dedim, ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Ne diyebilirdim ki? “Bana dokunmanı istemediğim için kilitledim,” mi diyecektim? Ya öfkesi daha da alevlenirse? Sessiz kalınca, “Evet, sen…” dedi, alaycı bir tonda. “Söyle, dinliyorum.” Soğuk duvar sırtımı üşütürken “Başkası girer diye kilitledim,” dedim, aklıma gelen ilk yalanı savurarak. “Başkası derken?” Sesi bir oktav düştü, daha tehditkâr, daha keskin. “Bu katta erkek hizmetliler var. Tedirgin oldum.” dedim Birden kollarını uzattı, ellerini başımın iki yanından duvara yasladı. Şimdi onun bedeniyle duvar arasında sıkışmıştım. Bir kafeste gibi. Alkollü nefesi yüzüme çarpıyordu. Ama en kötüsü, bu kadar yakın olmasıydı. Kalbim Vural için çarparken, bedenim neden ona tepki veriyordu? O gece, o lanet olası gece, her şeyi değiştirmişti. Vicdan azabıyla, suçlulukla boğuşurken, Demir Ağa çenemi tuttu. Gözlerimin içine baktı, hırlar gibi, “Kim girebilir ki bu odaya?” dedi. “Sen bana aitsin! Benimsin! Sana benden başka kimse dokunamaz.” Sesi öyle sert, öyle sahipkâr çıktı ki, ağzımı açmaya cesaret edemedim. Birden ellerini omuzlarıma koydu ve bastırdı. Dizlerimin üstüne çöktüm, taş zemin soğuk ve sertti. Af dilememi, yalvarmamı isteyeceğini sandım. Ama o, pantolonunun kemerini çözmeye başladı. Fermuarını indirdi. O an anladım ne istediğini. Kalkmak, kaçmak için hareket ettim, ama başımı tuttu. “Hiçbir yere gidemezsin,” dedi. Gözlerim doldu, kirpiklerimde yaşlar birikti. Bu iğrenç şeyi benden isteyemezdi. Aletini çıkarttı, ağzıma yaklaştırdı. “Em!” dedi, sanki bir köleye emir verir gibi. “Yapamam,” dedim, sesim titrek ve zayıf. Reddettim. “Yaparsın,” dedi, gözlerinde bir an bile tereddüt yoktu. “Aç ağzını. Kapıyı kilitlemenin cezası bu.” Gözlerimi sımsıkı kapattım, utanç ve korkuyla ağzımı açtım. Aletinin başını ağzımın içine itti. Kıpırdamadan, donmuş gibi duruyordum. Saçlarımı tuttu, yavaş yavaş girip çıkmaya başladı. Sadece başını sokuyordu, ama ben sanki ağzım uyuşmuş gibi hiçbir şey hissetmiyordum. Ne midem bulanıyordu, ne hoşuma gidiyordu. Sadece boşluk. Nefes alıp verişi değişti, daha hızlı, daha düzensiz. Değiştikçe aletini daha derine itti. Dişlerini sıkarak, gözleri ağzıma giriş çıkışını izliyordu. Boğuk bir sesle, “Bana ne yaptın sen?” dedi. “Üç günde, neden aklım fikrim hep sen oldun?” Konuşurken birden hepsini ağzıma itti. Öğürdüm, boğazım kasıldı. Kızacağını sandım, ama kızmadı. Kolumdan tutup beni ayağa kaldırdı, öyle sert ki kolum sızladı. Aceleyle pijamalarımı sıyırdı, kumaş tenimde kayarken titredim. Karşısında iç çamaşırlarımla kalmıştım. İkinci kez onun karşısında bu kadar çıplak olmak, beni yine o derin utanca boğdu. Aynı vicdan azabı, aynı suçluluk duygusu. Sutyenimi çıkardı, elleri sabırsız ve kabaydı. Beni duvara yasladı, sırtım soğuk betona değdi. Ama bu defa üşümedim. Memelerimi avuçladı, sıktı. Sıkarken ellerine baktı, sanki bir sanat eserini inceliyordu. Titriyordum, ama bu titreme korkudan mı, başka bir şeyden mi, artık emin değildim. Tek bildiğim, onun dokunuşlarının bedenimde tuhaf bir ateş yakmasıydı. Sanki beynimi okuyormuş gibi, “Sana dokunmam… Seni iğrendiriyor mu?” dedi. Önceki seferde iğrenmiştim. Ama bu defa? Garip bir şekilde, iğrenmiyordum. Konuşmadan başımı iki yana salladım. Başparmaklarıyla meme uçlarımda daireler çizmeye başladı. Dudakları boynuma değdi, diliyle orada da daireler çiziyordu. Ereksiyon halindeki aleti bacağıma sürtünüyordu, sıcak ve sert. Meme uçlarımı parmaklarının arasında sıktı. “Sertleştiler,” dedi, dudaklarında hafif bir gülümseme. Elini külotumun içine soktu, Parmakları vajinamın dudakları arasında kayarken, tenimde bıraktığı sıcaklık beni hem ürpertiyor hem de utandırıyordu. “Islanmışsın,” dedi, sesinde bir zafer edası, dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Ben… Gerçekten ıslanmıştım. Ama bu nasıl oluyordu? Bedenim ona neden itaat ediyordu? Neden bu adama, bu zorba, bu istemediğim adama tepki veriyordu? Kalbim Vural’a aitti, her zerremle ona sadıktım. Öyleyse neden bu iğrenç yakınlıktan etkileniyordum? Nefret etmem, tiksinmem, ondan kaçmam gerekirken, bedenim neden bu hain oyunu oynuyordu? Kafamın içinde bir karmaşa, çözemediğim bir düğüm büyüyordu. Yanlış giden bir şeyler vardı, ama ne olduğunu anlayamıyordum. Sanki ruhumla bedenim iki ayrı varlık olmuş, birbirine savaş açmıştı. Elimden tuttu, yatağa doğru çekti. Ama beni yatağa yatırmadı. Yüzümü yatağa çevirdi. Elini sırtıma yerleştirdi, avucunun ağırlığı altında omurgam büküldü. “Diz çök,” dedi, sesi bir emir gibi, tartışmaya yer bırakmadan. Kalbim kulaklarımda zonklarken, dediğini yaptım. Yatağın kenarına diz çöktüm, kalçalarımı havaya kaldırdığımda elini bir kırbaç gibi kalçama indirdi. Parmakları tenimde şakladı. Acı, keskin ve yakıcı, tenimde bir iz bıraktı. İnledim, ama bu ses acıdan mı, utançtan mı, yoksa başka bir şeyden mi, bilmiyordum. Hızla külotumu dizlerime kadar indirdi, kumaş tenimde kayarken soğuk bir ürperti hissettim. Onu üzerinden tamamen çıkarttı, yere fırlattı. Pantolonunun kumaşının sıyrıldığını duydum. Ayağının birini kaldırıp yatağın kenarına dayadı, yatak hafifçe gıcırdadı. Hiç beklemediğim bir anda, arkamdan öyle sert girdi ki, bedenim öne savruldu. İçimde bir yerlerin yırtıldığını, parçalandığını hissettim. Canımın acısı öyle keskindi ki, yatağın pamuklu örtüsünü avuçlarımda sıktım, tırnaklarım kumaşa gömüldü. Nefesim kesildi, boğazımda bir çığlık düğümlendi. Aletini çıkartmadan beni bacağının arasına doğru iyice çekti. Kalçalarımı daha çok dışarı çıkarmam için belime bastırdı, ağırlığı altında ezildim. Ardından kalınlığını içimden çekti, ama bu bir rahatlama değildi. Aynı hızla, aynı acımasız güçle tekrar girdi. Sonra bir daha. Her girişinde kalçama vuruyordu, tenimde yankılanan şaklamalar odanın taş duvarlarında çınlıyordu. O kadar sert, o kadar vahşi gidip geliyordu ki, acı ve zevk birbirine karışmaya başladı. Bu nasıl mümkündü? Bedenim, aklımın reddettiği bu adama nasıl teslim olabiliyordu? Omuzlarımı tuttu, parmakları tenime gömüldü. Sırtımı göğsüne çekti, gömleğinin kumaşı sırtımda soğuk ve nemliydi. Dişlerini omuzuma geçirdi, hafif bir ısırık, ama bu bile içimde bir ateş yaktı. Bütün gücüyle girip çıkmaya devam ediyordu, her hareketi bedenimi sarsıyordu. Aletinin üzerinde zıplarken, yatağın gıcırtısı, tenlerimizin çarpışırken çıkardığı ritmik sesler, odanın loş havasını doldurdu. İnlememek için dudaklarımı birbirine kenetlemiştim, dişlerim alt dudağıma gömüldü. Kendimi sorguluyordum. Bu iğrenç teslimiyet, bu utanç verici haz nasıl mümkün olabiliyordu? Bacaklarım titremeye başladı, kontrol edemediğim bir sarsıntı. İçimdeki kasılmalar arttı, sanki bedenim kendi iradesiyle hareket ediyordu. Demir, aletini en derine köklerken çenemi tuttu, parmakları çeneme gömüldü. Yüzümü yana çevirdi, eğilip dudaklarıma yapıştı. Öpücüğü şehvet doluydu, aç, vahşi. O kadar yoğun, o kadar güçlü bir histi ki, saniyeler içinde kendimi kaybettim. Boşaldım. Bedenim, irademin ötesinde, onun ellerinde eridi. Ama o durmadı. Beni yatağa yatırdı, bacaklarımı ayırdı. Hiç beklemeden içimi doldurdu, ağırlığı üzerime çöktü. Memelerimi avuçladı, sıkarken parmakları tenimde izler bıraktı. Ritmik bir şekilde devam etti, enerjisi, gücü hiç tükenmiyordu. Vajinamdaki tahrişe, acıya rağmen, ikinci kez orgazmın eşiğine gelmiştim. Bu nasıl olabiliyordu? Bu adam, bu zorba, bedenimi nasıl böyle ele geçirebiliyordu? Gözlerimin içine baktı, bakışlarında bir zafer, bir sahip olma arzusu. Hareketlerini hızlandırdı, yatak bizimle birlikte inliyordu. Olabilecek en hızlı şekilde içime köklerken, yüzünün ifadesi değişti. Kaşları çatıldı, dudakları aralandı. Sonra birden yavaşladı, nefesi kesik kesik. Boşalıyordu. İçimde ağır ağır gidip geldi, sonra durdu. Kendini sırt üstü yatağa bıraktı, göğsü hızla inip kalkıyordu. Kısa bir an, nefesinin düzene girmesini bekledi. Sonra sessizce kalktı, pantolonunu çekti, gömleğini düzeltti. Kravatını omzuna attı ve kapıya yöneldi. Çıkıp gitti. Hiç konuşmadık. Ne konuşacaktık ki? Bu odada, bu gecede, kelimeler zaten hiçbir şeyi değiştiremezdi. O gittikten sonra, yatağın üzerinde öylece kaldım. Çıplak, savunmasız, utanç ve suçlulukla dolu. Vural’ın hayali gözlerimin önüne geldi, o yumuşak gülüşü, o sevgi dolu bakışları. Ama bedenim, hâlâ Demir’in dokunuşlarının izlerini taşıyordu. Kalbim birine aitti, ama bedenim başka birine teslim olmuştu. Bu çatışma, bu iğrenç karmaşa, içimi kemiriyordu. Gözlerim doldu, ama ağlamadım. Sadece sessizce, karanlığın içinde, kendimle yüzleşmeye çalıştım. Ertesi sabah kıpırdanarak yatakta döndüğümde, bedenimdeki sızı beni uyandırdı. Yatakta doğruldum, ama hareket ettikçe bacaklarımın arası yanıyordu. Beni neredeyse oturamaz hale getirmişti. Kendimi tekrar yatağa attım, yorganı başıma çektim, sanki o kumaş parçası beni bu gerçeklikten koruyabilirmiş gibi. Gözlerimden akan yaşlar çarşafa süzülüyordu, dindiremiyordum. Bu yaşadıklarım, onunla ilişkiye girerken hissettiğim o lanet olası zevk, sağlıklı değildi. Bunu biliyordum. Normal bir kadın, hele ki eski kocasını hâlâ seven, onun yasını yıllarca tutan bir kadın, böyle hissetmezdi. ben, o adama teslim olmuştum. Sadece bedenim değil, ruhum da kirlenmişti. Telefonumu elime aldım. Düğün fotoğrafımız, her zaman baktığım o kare, ekranda belirdi. Ama bakamadım. Üç gündür bakamıyordum. O fotoğraf, o gülüşler, o anılar… Hepsi kirlenmişti. Aşkımız, sevgimiz, benim yüzümden lekelenmişti. Demir Ağa’dan zevk almıştım. Bu gerçek, içimi bir zehir gibi yakıyordu. Gözyaşlarım kuruyuncaya kadar ağladım, yastığım sırılsıklam oldu. Sonunda yataktan kalktım, banyoya gittim. Ilık su tenime değdiğinde biraz olsun rahatladım, ama ruhumdaki ağırlık hâlâ oradaydı. Duştan sonra mutfağa gittim. Evde çalışanlar kahvaltılarını çoktan bitirmişti. Mutfakta, ocağın başında duran yaşlıca bir kadın, Fatma Hanım, beni görünce gülümsedi. “Çayı ısıtayım mı, Dicle Hanım?” dedi, sesi yumuşak, neredeyse şefkatli. “Olur,” dedim, sesim kendi kulağıma bile yabancı geldi. Masaya geçtim, ahşap sandalyeye otururken hala canım yanıyordu. Bu acıyı duymazdan geldim. Mutfak, taze ekmek kokusu ve demlikte kaynayan çayın buharıyla doluydu. Ama bu sıcaklık, içimdeki soğukluğu gideremiyordu. Fatma Hanım, buzdolabından peynir, zeytin ve tereyağı çıkardı, özenle masaya yerleştirdi. “Sıcak mayalı ekmek yapmıştım, ama soğumuştur” dedi, ellerini önlüğüne silerek. “Hemen ısıtayım.” “Gerek yok, zahmet etmeyin,” dedim, başımı hafifçe sallayarak. “Olur mu hiç, Dicle Hanım? Ne zahmeti, bu benim görevim,” dedi. Israr edince karşı çıkmadım. Çay ısınıncaya kadar ekmek de tavada kızarmış, mis gibi kokusu mutfağı sarmıştı. Tabağı önüme koyarken, “Afiyet olsun,” dedi, sonra ocağa döndü. Çayımdan bir yudum aldım, sıcak sıvı boğazımdan geçti, ama ikinci yudumu almadan mutfağın kapısında o kadın belirdi. Konağa geldiğim gün gördüğüm kadın: Demir Ağa’nın karısı. Kalbim bir an için tekledi. Başıyla Fatma Hanım’a çıkmasını işaret etti, hareketi sert ve emrediciydi. Fatma Hanım, sessizce mutfaktan çıktı. Kadının benimle yalnız kalmak istediğini anlamıştım. Gerilsemde umursamaz görünmeye çalıştım. Sıcak ekmekten bir parça kopardım, ağzıma attım, ama tadı bile gelmiyordu. Kadın yanıma geldi, tepemde dikildi. Elini sandalyemin arkasına koydu. “Gece nasıl s*kiştiğinizi bütün konak duymuş,” dedi. Ekmek boğazıma takıldı, az kalsın nefesim kesilecekti. Kullandığı kelimenin iğrençliği midemi bulandırmıştı, ama asıl utanç, Demir Ağa ile olanların dedikodu olarak yayılmasıydı. Yüzüm alev alev yanıyordu. “Siz benimle ne biçim konuşuyorsunuz?” dedim. Kin ve nefret dolu gözleri gözlerime kilitlendi. “Hak ettiğin gibi konuşuyorum,” dedi, sesi zehir gibiydi “Şimdi cevap ver bana. Demir’le s*kişirken zevk aldın mı?” Şoktan ağzımı açamadan, kapının eşiğinden gelen ses mutfağı doldurdu. “Zarifeeee!” Demir Ağa’nın kalın, öfkeli sesiydi. Zarife hemen elini sandalyeden çekti, ama gözlerindeki nefret sönmedi. “Kumamla laflıyorduk,” dedi, sesinde sahte bir masumiyet. Demir Ağa uzun adımlarla yanımıza geldi. Ayağa kalktım, bacaklarım titriyordu. Gözlerim dolmuştu, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Zarife’nin kolunu tuttu, sertçe çekti. “Çık dışarı!” dedi. “Ama…” diyecek oldu Zarife, ama Demir Ağa sözünü kesti. “Bir daha ağzından az önceki gibi cümleler çıkarsa, bu konaktakilere ibret olsun diye o dilini keserim senin,” dedi. “Yaparım, Zarife! Şimdi s*ktir git!” Zarife, bana son bir kez, “Seninle sonra görüşeceğiz,” der gibi bir bakış fırlattı. Yeri döven adımlarıyla mutfaktan çıktı. Demir Ağa bana tek kelime etmedi. “Fatma hanım!” diye bağırdı, Fatma Hanım koşarak içeri girdi, yüzünde endişeli bir ifade. “Bana bir kahve yap, çalışma odama getir,” dedi Demir Ağa, sonra arkasına bakmadan çıktı. Olanlardan sonra, zaten az olan iştahım tamamen kaçmıştı. Birisi dokunsa, bir kelime daha söylese, gözyaşlarım sel olacaktı. Fatma Hanım’a, “Elinize sağlık,” dedim. “Ama bir şey yememişsiniz, Dicle Hanım,” dedi. Tam cevap verecekken, mutfağa bir kız çocuğu girdi. Ergenlik çağlarında, kilolu, hatta obez denecek kadar iriydi. Bana düşmanca bir bakış attı, sonra gözlerini Fatma Hanım’a çevirdi. “Fatma Abla, bana kaşarlı tost yapar mısın?” dedi, sesi biraz şımarık, biraz yalvarır gibi. Fatma Hanım karşı çıktı. “Ömürcüğüm, daha kahvaltını yapalı bir saat bile olmadı. Annen bana kızar.” Ömür, ismini böyle öğrendiğim kız, “Of!” dedi, suratını yamultarak. Bana bir kez daha ters bir bakış atıp mutfaktan çıktı. Fatma Hanım, gülümseyerek, “Bakmayın siz onun böyle iri durduğuna. Daha on altısına yeni girdi,” dedi. Yorum yapmadım, sadece başımı salladım. Odama geri döndüm, adımlarım ağır, ruhum yorgun. Telefonuma bakarken, tül perdenin arkasından gelen sesler dikkatimi çekti. Pencereye yaklaştım, eski tülden dışarıyı net görebiliyordum. Avluda, Zarife ve Ömür vardı. Zarife, kızı tartaklıyordu, kolunu sertçe çekiştiriyordu. “Yine mi mutfağa gittin, Allah’ın cezası!” diye bağırıyordu, sesi öfkeli ve acımasızdı. Zarife, Ömür’ün bluzunun eteğini çekiştirdi, kumaş gerildi. “Her yanından yağların sarkmış,” dedi. “Bu halinle yarın öbür gün kim alır seni? İyice file döndün!” Ömür ağlıyordu. “Ama acıkıyorum, anne,” dedi, sesi titrek ve çaresiz. “Zıkkımın kökünü ye!” diye bağırdı Zarife. “Sana daha kaç kere söyleyeceğim? Seni yanımda gezdirmeye utanıyorum!” Ömür, başını önüne eğdi. Gözlerinden akan yaşları silerek gözden kayboldu. Bir annenin zalimliğine şahit olmak kanımı dondurdu. Zarife’nin bana söylediği çirkin sözler, o iğrenç ithamlar bile zihnimden silindi. Ömür adına, o küçük kızın yaşadığı utanç ve acı adına içim burkuldu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD