ÖFKE

1154 Words
DEMİR Son yirmi dört saatte çiftlikte üç tane dana telef olmuştu. Üç dana, koca sürüde bir damlaydı belki, ama ya bir hastalık varsa? Ya bu illet geriye kalan 480 baş hayvanıma bulaşırsa? Hepsini kaybedersem, maddi olarak sarsılabilirdim. Kamyonetin motoru homurdanarak annemden miras kalan çiftliğin girişine vardım. Tozlu yolun sonunda Hüseyin’i gördüm. Kahyam, çitin yanında dikilmiş, yorgun yüz ifadesiyle beni bekliyordu. Önünde durunca kapıyı açtı. Ani bir hareketle dışarıya atladım, botlarım toprağa değdi. Ellerini önünde birleştirip hafice eğildi “Hoş gelmişsin ağam” dedi. Lafı uzatmadan “Hoş buldum” dedim ve Elif’i sordum. “Veteriner geldi mi?” Başını salladı “Sabah erkenden geldi ağam. Ahırda,” dedi. Birlikte ahırların olduğu yere yürüdük Ahıra vardığımızda, kapının önünde Elif’i gördüm. İki yıldır hayvanlarıma o bakıyordu. “Hoş geldiniz Demir Bey,” dedi, elini uzatıp. “Çok üzücü bir durum, ama elimden geleni yapıyorum.” “Neyden öldüklerini tespit edebildiniz mi” diye sordum. “Ayak ve ağız hastalığı,” dedi, “Viral bir hastalık. Hızlı yayılır, özellikle bu kadar büyük bir sürüde. Ölen danalarda yüksek ateş, ağızda yaralar ve topallama vardı, tipik belirtiler. Üçü de Brezilya’dan gelenlerdi. O son parti, Orada FMD kontrolü zayıf olabiliyor.” Brezilya lafı içimi sıktı; o hayvanları alırken ne kadar uğraşmıştım, şimdi bela olmuşlardı başıma. Pişman olmuştum ahırıma soktuğuma. Kaşımı çatarak “Bu hayvanlar senin kontrolünde, değil miydi Elif,” dedim, “Geldiklerinde onları muayene etmedin mi?” Elif bir an duraksadı. Suçlu gibi bakışlarını kaçırdı. “Etmez olur muyum, tabii ki ettim, Demir Bey,” dedi, savunmaya geçerek. “Ama FMD kuluçka döneminde sinsi. Karantinada belirti göstermemişlerdi. Yine de, öncelikle Brezilya’dan gelenleri diğerlerinden ayırmalıyız. Hemen ayrı ayrı karantinaya alalım, gözlem altında tutalım. Hasta olanları tespit edip, diğerlerine bulaşmasını engellemeliyiz. Aşı programını sıkılaştıracağız. Ahırları dezenfekte etmeli, yeni hayvan girişini durdurmalıyız.” “O zaman vakit kaybetmeden hemen başlayın,” dedim “Ne lazımsa söyle, Hüseyin halleder.” Elif bir an sustu, sonra başını salladı. “Tabii, Demir Bey. Hemen organize ederim.” Dedi. Konuşmamız bittiğinde, arabasına doğru yürüdü. Hüseyin’e döndüm. “Atımı hazırla, Arazide dolaşacağım.” Dedim. On dakika içinde atın eyerine oturduğumda, rüzgâr yüzüme çarptı. Tırısa kaldırdım, sonra dörtnala. Arazi önümde uçsuz bucaksız uzanıyordu, ama aklım hâlâ o lanet hastalıktaydı. Ya hepsi giderse? Annemin mirası, yılların emeği, bir virüse kurban veremezdim. Bu çiftlik kazancın yanında manevi olarak da benim için çok değerliydi. Hayvanları düşünerek dolaşırken Dicle’nin hayali zihnime sızdı ansızın. Onun kokusu, teninin sıcaklığı, vücudunun o eşsiz kıvrımları, sıkılığı, tutkulu anlar. Bu ihtiras, bu dinmeyen ateş… Ne yapacaktım ben? Ona olan zaafım gittikçe artıyordu ve bu benim kendime olan öfkemi arttırıyordu. Düşman olarak gördüğüm kadına karşı hissettiklerimi kabullenmek istemiyordum. Onu düşündükçe dizginleri sıktım, atı daha da hızlandırdım. Atın üstünde dörtnala giderken rüzgâr yüzüme çarpıyordu. Bu sırada cebimdeki telefon titredi. Atı yavaşlattım, eyerde doğrulup ekrana baktım. Bilmediğim bir numara arıyordu. Açtım. “Alo?” Resmi ama gergin bir kadın sesi, “Demir Bey, merhaba. Ben Çiler Ceyhun. Sonat’ın okulundan arıyorum, sizi. Müdür yardımcısıyım” dedi. “Oğlunuz bugün bir kavgaya karıştı. Sizi okula bekliyoruz.” Beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kaçıncı şikayetti. Artık sinir sistemim kaldırmıyordu. Sonat, lise birde, daha çocuktu, ama bela üstüne bela geliyordu. “Ne kavgası?” dedim, Çiler hanım “Detayları burada, yüz yüze konuşalım, lütfen gelin,” dedi. Telefon kapandı. Başımdaki dertler yetmezmiş gibi bir bu eksikti. “Lanet olsun!” diye bağırdım, sesim arazide yankılandı. Dizginleri çevirdim, atı dörtnala çiftliğe sürdüm. Toz bulutu ardımda yükselirken aklım allak bullak oldu. Bir yanda hastalık, bir yanda bu çocuk… Ne yapacaktım ben? Arabama binip motoru çalıştırdım ve tozlu yoldan şehre doğru bastım. Yol boyunca küfürler savurdum. Okula ulaştığımda müdür yardımcısının odasına aldılar beni. Çiler hanım kırklı yaşlarda, gözlüklü, yüzü ciddiydi. “Hoş geldiniz Demir bey, buyurun” dedi, oturmamı işaret ederek. Koltuğa yerleştiğimde hal hatır faslından sonra anlatmaya başladı. “Dönem başından beri oğlunuzun karıştığı bu üçüncü kavga. Müdür bey, ‘Demir beyin hatırı olmasaydı, Sonat şu ana kadar çoktan okuldan atılmış olurdu’ dedi. Ama artık idare edemiyoruz. Öğrencilerin velileri baskı yapıyor, şikâyet üstüne şikayet artıyor.” Duyduklarımdan sonra moralim iyice dibe vurdu. Her şey üst üste geliyordu. Elimle alnımı ovdum “Ben bu çocuğu ne yapayım, hocam?” dedim. Müdür yardımcısı bir an sustu, sonra devam etti. “Şiddete bu kadar eğilimli olması, öfke kontrol problemi… Belki de içinde aşamadığı bir şey var. Rehber öğretmenimiz özellikle psikolojik destek alması gerektiğini söylüyor. Sonat’la konuşuyoruz, ama yeterli gelmiyor. Hiçbir şey anlatmıyor bize. Profesyonel bir yardım şart.” Psikolojik destek mi? Bu çocuk, benim oğlum, o kadar mı kötüydü? Peki, sebep neydi? Hocaya itiraz etmeden “Peki, hocam,” dedim, zorla. “Ne yapmamız lazımsa yapalım.” Okuldan çıktığımızda Sonat’la kamyonete bindik, ama tek kelime etmedik. Yol boyunca sustuk. Ben direksiyona sıkı sıkı yapışmış, içimde kaynayan öfkeyle mücadele ederken, o camdan dışarı bakıyordu. Ne çiftlikteki lanet hastalık, ne Dicle’nin hayali, ne de başka bir şey aklımdaydı. Sadece Sonat. Bu çocuk niye böyle? Niye her şeyi mahvediyordu? Konağa vardığımızda kapıyı çarpıp indim, Sonat arkamdan sessizce geldi. Avlunun taş zeminine adım atar atmaz ona döndüm. Saatlerce kendimi tutsamda öfkem patladı. Gözlerim alev alev, elimi kaldırdım, tokatı yüzüne indirdim. Geriye doğru savruldu. “Ben seni okula adam ol diye gönderiyorum, arkadaşlarını döv diye değil!” diye bağırdım. Sesim konakta yankılandı, taş duvarlardan geri döndü. Sanki benim öfkemden korkmuş gibi avlunun duvarlarına konan güvercinler havalanıp uçtu. Sonat başı önde durdu, cevap vermedi. Yüzünde parmaklarımın kızıl izi belirmişti, ama gözlerini yere dikti, tek kelime etmedi. O sessiz kalınca öfkem daha da kabardı, içimde bir volkan gibi patladı. “Senin derdin ne oğlum!” diye gürledim, sesim boğazımdan yırtılırcasına çıktı. “Ne istiyorsan alınıyor, ne dersen yapılıyor, en iyi koleje gidiyorsun! Daha ne istiyorsun?” Konuştukça sinirden elim ayağım titriyor nefesim kesiliyordu. Göğsüm inip kalkıyordu, ama o hâlâ susuyordu. Yumruklarım sıkılı, dişlerim kenetlenmiş, ona bakıyordum. Tam bu sırada birden başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı. On dört yaşındaki çocuk, benimle alay edercesine, soğuk bir şekilde “Onları dövmek beni mutlu ediyor,” dedi. Sözleri beynimde bir şimşek gibi çaktı. İlk defa, benim karşımda, damarıma basacağını bile bile böyle konuşuyordu. Bacak kadar çocuk, açık açık bana meydan okuyordu. Kan beynime sıçradı. Elimi tekrar kaldırdım. “Saygısız!” diyerek ikinci tokadı vuracakken Dicle’nin sesi kulaklarımda çınladı. “Ne yapıyorsun sen!” Koşarak yanımıza geldi, avlunun taşlarında topuklarının sesi yankılandı. Sonat’ın kolunu tuttu, onu korumak ister gibi arkasına aldı. “O daha çocuk,” dedi, gözleri alev alev, bakışları bir hançer gibi. Sinirim iyice zıpladı, dişlerimi sıktım, yumruklarım hâlâ sıkılı. “Sen karışma!” dedim, sesim titreyerek, öfkemle boğuşarak. Dicle durmadı, başını kaldırıp üst kattan bizi izleyen Zarife’ye baktı. Zarife, merdivenlerin başında, duygusuzca bizi izliyordu. Dicle gözlerini bana çevirdi, sesi keskin, her kelime bir ok gibi. “Karın kızını aşağılar, sen oğlunu döversin! Siz nasıl bir ailesiniz?” Söyledikleriyle kanım çekildi. Başımla Sonat’a gitmesini işaret ettim. Koşarak konağa girdi. Dicleyle yalnız kalmıştık. Karşımda beni dövecekmiş gibi yüzüme bakıyordu. Zarife bizi izlediği için birkaç adımda yanına yaklaşıp kulağına eğildim. “Bunu bana, babası, kardeşinin karısıyla yatan kumam mı söylüyor” dedim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD