DEMİR
Dicle’nin odasından çıkıp yatak odasına gittim. İçeriye girdiğimde Zarife yatağın kenarında oturuyordu. Beni görünce ayağa kalktı. Hesap sorar gibi “Neredeydin?” dedi.
Yüzüne bakmadan “Sana ne!” dedim.
Banyoya giderken peşimden geldi. “Kumanın yanından mı geliyorsun? Dayanamadın değil mi? Gittin onunla yattın!”
Kapıdan girecekken yüzümü Zarife’ye döndüm. “Sana hesap vermek zorunda değilim. Haddini bil” dedim. Sınırlarını hatırlatınca geri adım attı. Gülmeye başladı, kırk yıllık dostummuş gibi sırtımı sıvazladı. “ Kumanın tadına bakmak hakkındır tabii.”
Söylediklerine inanamıyordum. “Gevezelik yapmayı kes!” dedim. “Önümden çekil, banyoya gireceğim”
Kapıyı kapattığımda, dışarıdan hâlâ alaycı, iğneleyici sesi geliyordu, “Abdest al, abdest! Öyle cenabet cenabet gezme, yazık, günaha girersin!” Sinirden alt dudağımı ısırdım, öyle sert ki neredeyse kanatacaktım. Bu kadın, bu ev, bu konak… Her şey delilik kokuyordu. Sanki ben aklı başında biriymişim de etrafım çıldırmış gibi. Suyun altına girip duşumu aldım, soğuk su tenime çarptıkça biraz olsun kendime geldim. Hızla kurulanıp üstümü giydim, konağın havasından uzaklaşmak için arabaya atladım.
Yolda, motorun uğultusu ve camdan süzülen rüzgâr bile zihnimi sakinleştiremedi. Aklımda sadece o vardı: Dicle. Onun odasına giderken niyetim bambaşkaydı. Bu gece onunla yatmak, onun tenine dokunmak gibi bir planım yoktu. Sadece onu korkutacak, aşağılayacak, gururunu yerle bir edecek, belki de bu evdeki varlığını sorgulatacaktım. Onu çırılçıplak bırakıp öylece bakacaktım, ona dokunmadan, sadece onun çaresizliğini izleyecektim. Ama o an… Dicle’yi çırılçıplak gördüğümde, her şey değişti. Zihnim bulanıklaştı, kontrolüm kayboldu. Onun çıplak bedeni, o savunmasız hali, içimde bastırmaya çalıştığım bir şeyleri uyandırdı. Ve sonra, yıllar sonra, ilk kez bir kadınla seviştim. Dicle’nin bana nefretle bakan gözleri, o öfkeli, isyankâr bakışları… Yine de bir an, bir an için bile olsa, onun da beni istediğini hayal ettim. Onun da o anın ateşine kapıldığını, beni arzuladığını düşledim. Ne kadar zavallı, ne kadar acınası bir düşünceydi bu! Bu yaşta, bu tecrübeyle, ne oluyordu bana.
Arabayı park ettiğim sokakta, karşımda yükselen apartmanın siluetine bakakaldım. Gece, şehri sessizce sarmıştı; sadece sokak lambalarının cılız ışıkları asfaltı aydınlatıyordu. Motoru durdurmuş, direksiyonu hâlâ sıkıca tutuyordum.
İnmeden önce telefonumu cebimden çıkartıp numarayı tuşladım. İkinci çalışta açtı “Müsait misin?” diye sordum.
“Sana her zaman müsaidim, biliyorsun” Dedi ve pencerede belirdi. “Gel hadi.”
Arabadan inip binaya girdim. Üçüncü kata vardığımda Niran kapıyı açtı. Üzerinde siyah, vücudunu saran bir tayt ve göbeğini açıkta bırakan beyaz, kısa bir bluz vardı. Siyah saçları dağınıktı. O kendine has çekiciliğiyle gülümsüyordu. “Hoş geldin, ağam,” dedi, kapıyı ardına kadar açarak. “Bu saatte pek uğrama âdetin yoktur senin.”
Ayakkabımı çıkartıp yere bıraktığı terlikleri giyerken “Bugün uğrayasım geldi” dedim. “Rakın var mı?”
“Olmaz mı? Mezemde var. Sen geç içeriye ben hazırlayıp getiriyorum”
Doğruca oturma odasına gittim. Televizyonda her zaman ki gibi çizgi film kanalı açıktı. Yüksek sesle “Bunları izlemekten ne anlıyorsun?” dedim.
Mutfaktan sesi geldi. “Seviyorum, ne yapayım”
Oturup izlemeye başladım. Çizgi filmde Maysa diye bir karakter vardı. Dedesiyle konuşuyordu. İsim tuhaftı, ama dedenin anlattığı bilgece ve sakin hikâyeler, nedense içime dokundu. Bir süre izledim, çizgi film bile olsa, o an beni içine çekmişti.
Niran elinde bir tepsiyle odaya döndü. Peynir, zeytin, kavun dilimleri ve birkaç meze tabağını orta sehpanın üzerine bıraktı. “Şunu koltuğa doğru çeksen,” dedi, başıyla sehpayı işaret ederek. Ayağa kalkıp ağır ahşap sehpayı koltuğa yaklaştırdım, o sırada mutfağa gidip rakı şişesi ve bardaklarla geri döndü. Hareket ederken ona baktım; ince beli, kıvrımlı hatları, yürüyüşü… Niran, otuzlarının başında, dikkat çekici bir kadındı. Ona karşı duygusal bir şey hissetmesemde beğeniyordum. Bir erkeği nasıl tatmin edeceğini çok iyi biliyordu.
On dakika içinde rakılarımızı doldurmuş koltukta yan yana oturuyorduk. Televizyonu kapattı. “Anlat bakalım Demir ağa, ne derdin var” dedi. “Seni dinliyorum”
Gülümsedim. “Nasıl anladın derdim olduğunu” diye sordum.
“Çünkü bir tek başın sıkıştığında geliyorsun”
Soluğumu seslice dışarıya verdim. “Artık bir kumam var” dedim.
Şaşırdı. “Sen bir tanesiyle idare edemiyorsun, iki mi oldular” dedi.
Başımı salladım. Babamın öldürüldüğünü ve berdel yapıldığını anlattım. Beni sessizce dinledi. “Kadın için çok zor bir durum” dedi. “Yani ailesine düşman olan bir adama kuma olarak gitmek. Onun yerinde olmak istemezdim”
Dicle konusunda yorum yapmadım. Ben susunca “Gerçi senin içinde zor olmalı. Babanı öldüren adamın kardeşiyle aynı evde yaşamak” dedi.
İlk defa birisine gerçek duygu ve düşüncelerimi itiraf etmek istedim. Niran bu anlamda doğru kişiydi. “Aslında babam ölümü hak etmişti” dedim. “Saldırdığı kişi ben olsaydım bende aynısını yapardım. Yani berdeli istemediğim için intikam istesemde Altemur ağa maalesef yerden göğe kadar haklıydı.”
“O zaman bu bahsettiğin ağanın kardeşine… Kumana düşmanlık gütmeyeceksin” dedi.
Kısa bir an düşündüm. Dicle erkeklik dürtülerimi harekete geçirsede ondan nefret ediyordum. Her ne kadar kendimi babamın katilinin kardeşi diye ikna etmeye çalışsamda nefretimin özünde düşmanlık yoktu, berdel vardı. İstemediğim bir kadın bana zorla dayatılmıştı. Tıpkı istemeye istemeye Zarife ile evlendirildiğim gibi. Hiçbir zaman sevmemiştim karımı, hala sevmiyordum. Hatta varlığına bile tahammül edemiyordum. Hazır babam ölmüşken artık rahat rahat boşanabilirdim de ama çocuklar vardı arada, mecbur katlanacaktım.
Niran “Daldın” dedi. “Aklından ne geçiyor.
“Birinden kurtulmaya çalışırken şimdide başıma bu kadın çıktı. Dicle” dedim.
Yanıma sokuldu. “Boş ver şimdi karını kumanı” diyerek boynumu öpmeye başladı. Kollarını tutarak onu durdurdum. “İstemiyorum” dedim. Bu, Niran’ı ilk reddedişimdi. Bozuldu.
“Canım sıkkın” deyip rakı kadehindeki son yudumu aldım. Ayağa kalktım. “Ben gitsem iyi olacak”
“Daha yeni geldin” dedi. “Sabaha kadar kalırsın sanmıştım”
“Yine gelirim. Yorucu ve sinir bozucu bir gündü. Keyifsizim.”
Beni kapıya kadar yolcu etti. Arayı çok açmama mı istedi. Vedalaştık.
Niran’a rahatlamak için gelmiştim ama hiçbir işe yaramamıştı. Tekrar arabaya bindim. Gece yarısından sonra konağa döndüm.
Yatak odasına doğru koridorda ilerlerken, adımlarım sanki kendi irademden bağımsız bir yöne sapmıştı. Birden kendimi Dicle’nin odasının kapısının önünde buldum. Loş koridorun sessizliğinde, ahşap kapının soğuk koluna uzandım, ama tam o anda aklıma onunla ilişkiye girerken ne kadar zevk aldığım geldi. Kadınlığının bir mengene gibi aletimi sıkıştırması, kokusu, memelerinin diriliği…Bugüne kadar hiçbir kadına dokunurken böyle hissetmemiştim. Sanki ben, ben olmaktan çıkmış, sadece o anın kölesi olmuştum Resmen kendimi kaybetmiştim. Üstelik başta istemiyor gibi görünse de o da zevk almıştı. O da boşalmıştı. Hatırladıkça bile beni sertleştiriyordu. Bu yeni his tehlikeliydi. Beni rahatsız etti. Hızla elimi kapı kolundan çektim. Ne işim vardı burada. Aklımı mı yitirmiştim?
Ertesi sabah, öğlene doğru telefonumun ısrarcı ziliyle uyandım. Gözlerimi ovuşturarak ekrana baktım; amcam arıyordu. Zarife yanımda değildi, muhtemelen erkenden kalkmıştı. “Efendim, amca,” dedim.
“Demir, Bedirhan ağa öldürülmüş,” dedi,
Dicle'nin babasının ölüm haberini alınca şaşırdım çünkü Bedirhan ağa yatalak bir adamdı, kim, neden böyle bir şey yapsındı ki? “Ne olmuş, kim yapmış?” diye sordum, hâlâ uykunun sersemliğini atmaya çalışarak.
“Tam bilmiyorum,” dedi amcam. “Ama Dicle’ye mutlaka haber vermişlerdir. Artık kocası sensin, onu da al, konağa gidin.”
O ailenin evine adım atmak istemiyordum. İçimde biriken öfke ve huzursuzluk buna engeldi. Ama amcamın ısrarlı tonu, itiraz etmeme izin vermedi. Telefonu kapatırken istemeye istemeye “Tamam,” dedim.
Yataktan kalktım, üzerime bir şeyler geçirdim. “Bir bu eksikti,” diye mırıldandım kendi kendime. Ağır hareketlerle, hiç acele etmeden kahvaltımı yaptım. Dicle’nin babasının ölümü, açıkçası zerre umurumda değildi. Onun ailesiyle, onların acısıyla hiçbir bağım yoktu.
Öğlen on iki civarında, Dicle’nin odasına gittim. Kapıyı çalmadan içeri girdim. Pencerenin önünde durmuş, dışarıyı seyrediyordu. Ben yokmuşum gibi, yüzüme bile bakmadı. “Baban ölmüş,” dedim
Pencereden gözlerini ayırmadan “Biliyorum,” dedi,
“Hazırlan, seni konağa götüreceğim,” dedim, emreder gibi.
O zaman bana döndü. Gitmek istemediğini söyledi “Annem öğleden sonra cenazenin defnedileceğini söyledi. Buradan direkt mezarlığa giderim.” Dedi.
Babası ölmüştü, ama yüzünde en ufak bir keder, bir gözyaşı yoktu. Sanki bu haber ona hiç dokunmamıştı. Yatağın üzerinde duran telefonunu gördüm, elime aldım. Ekran kilitliydi. “Şifresi ne bunun?” dedim, sabırsızca.
Telefonunu almamdan hoşlanmamıştı. Bana nefret dolu bir bakış attı, ama şifreyi söyledi. Numaraları tuşladım. Ekran açıldığında kanım dondu. Karşımda bir düğün fotoğrafı vardı. Gelin beyazlar içindeki Dicle’ydi. Yaş olarak daha küçük görünüyordu. Yanında ise tanımadığım bir adam. Dul olduğunu söylediklerine göre, bu herif ölen kocası olmalıydı. Öfke içimi kapladı, ama bu hissi bastırdım. Dişlerimi sıkarak telefon numaramı kaydettim ve telefonu yatağa fırlattım. “Numaramı kaydettim. Gideceğin zaman ara,” dedim.
Odadan çıktığımda, aklım hâlâ o fotoğraftaydı. Demek hâlâ onu düşünüyordu. Hâlâ o adamı, o geçmişi seviyordu. Bu düşünce, içimde tuhaf bir kıskançlık ve öfke karışımı bir his uyandırdı, ama neden böyle hissettiğimi bile anlamıyordum.
Öğleden sonra, telefonuma Dicle’den mesaj geldi.. “Cenaze üçte,” yazmıştı.
Üçte amcamı da alıp mezarlığa gittik. Amcamla cenaze namazı kılmak için Altemur ve ağalarının hemen arkasındaki sıradaydık. Yaşadığım şey komedi gibiydi. Her ne kadar Bedri ağayı sevmesemde neticede babamdı. Ve ben babamın katilinin, babasının cenaze namazını kılacaktım. Şaka gibi. Amcama “Buna ne gerek vardı” dedim. Sessiz olmamı söyledi.
İmam namazı kıldırmaya başladı. Başta her şey olması gerektiği gibiydi ama sonrası cümbüştü. Adamın biri hakkını helal etmediğini söylediğinde şaşırdım. Sonrası zaten utanç vericiydi. Adam açık açık, ölen Bedirhan ağanın, Altemur'un karısıyla, yani kendi geliniyle yattığını duyurdu. Diclenin babası, Diclenin erkek kardeşi onan Altemu'un evlendiği kızı becermişti. Bu ne iğrenç bir durumdu. Konuşan adamı susturmak için geç kalmışlardı. Bedirhan ağanın nasıl bir pislik olduğunu herkes öğrenmişti.
Cenazeden sonra konağa gitmek zorunda kaldık. Altemur kendi ağalarıyla masada olanların hesabını veriyor olmalıydı. Kısık sesle konuştuklarından ne dedikleri anlaşılmıyordu. Gözlerim çevreyi taradı. Uzaktan hizmetlilere çay kahve servisinde yardımcı olan Dicleyi gördüm. Siyah bir baş örtüsü takmıştı başına. Yeşil gözleri siyahın içinde daha belirgin görünüyordu.
Amcam ona baktığımı anlayınca “Kıza iyi davran Demir” dedi. “O günahsız. Sende biliyorsun. Berdeli o istemedi. Aşiret karar verdi.”
Amcam Dicle hakkında konuşurken konuyu değiştirmek istedim. “Keşke Bedirhan ağa daha önce ölseydi” dedim.
Tamer amcam nedenini sordu. “Neden öyle dedin”
Hafifçe ona doğru eğildim. “Çünkü o zaman Zümrüt hanım dul olurdu. Berdel bahanesiyle onu sana alırdık.”
Kaşı çatıldı. “Densiz” dedi. “Yerin kulağı var, şimdi biri duyacak”
“Neden? Ona olan aşkını bilmeyen mi var. Eskiden birbirinizi çok sevdiğinizi rahmetli halam anlatır dururdu. ”
Amcam “Eskidendi. O defter kapandı” derken Altemur bizim masaya doğru yaklaştı.
Amcam bir an söylediklerimi Altemur’un duymuş olabileceğinden çekindi, tedirgin oldu ama neyse ki duymamıştı. Adam, berdel yoluyla annesini amcama almak istediğimizi duysa ne yapardı acaba?
Tekrar baş sağlığı dileyip konaktan ayrıldım. Cenazenin ilk günü olduğu için Dicleyi ailesinin evinde bıraktım. Böylece ondan uzak durabilecektim.
Aradan iki gün geçmişti. Sağ kolum, en güvendiğim adamım Hazım’ı, Dicle’yi getirmesi için ailesinin konağına göndermiştim.
Onun benim konağımda olmadığı iki gün boyunca zihnim istemsizce o geceye takılmıştı. Onu kendimden uzak tutmam işe yaramamıştı. Dicle’nin odasında yaşadığımız ateşli anlar, sanki bir zehir gibi damarlarıma işlenmişti. Onun teninin sıcaklığı, sıkılığı, bedeninin bana teslim olduğu o anlar… Her düşündüğümde içimde bir şeyler kıpırdanıyor, kontrol edemediğim bir ateş alevleniyordu. Sanki bir yırtıcı hayvan gibiydim; kanın tadını almış, avına doymamış, daha fazlasını isteyen bir yaratık. Dicle’ye bir kez sahip olmak yetmemişti. Onu tekrar, hem de daha büyük bir tutkuyla arzuluyordum. Kafamda onunla hangi pozisyonlarda ilişkiye gireceğimi kuruyordum. Kurdukça kendime, zayıflığıma, bu kadının bende uyandırdığı bu kontrolsüz isteğe lanet okuyordum. Her düşünce, beni daha hırçın, daha huzursuz bir adama dönüştürüyordu.
O gün, Antalya’dan gelen misafirlerle geç saatlere kadar meşguldüm. İş yemekleri, bitmek bilmeyen sohbetler ve sahte gülümsemeler… Eve döndüğümde saat gece yarısına yaklaşıyordu, tam 23:45. Konak, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Hizmetçiler çoktan odalarına çekilmiş, Zarife ve çocuklar uykuya dalmıştı. Konağın koridorları, loş lambaların cılız ışıklarıyla aydınlanıyordu; her gölge, içimdeki huzursuzluğu daha da büyütüyordu. Üzerimde hâlâ takım elbisem vardı, kravatım gevşetilmiş, gömleğimin üst düğmeleri açık. Yorgundum, ama bu yorgunluk fiziksel değildi. Zihnim, Dicle’nin hayaliyle doluydu.
Hiç tereddüt etmeden, adımlarım beni onun odasına götürdü. Sanki görünmez bir ip, beni o kapıya çekiyordu. Kalbim göğsümde hızlanırken, kapının soğuk koluna uzandım. Parmaklarım kolu kavradı, ama bir dirençle karşılaştım. Kilitliydi. Bir an durdum, kaşlarım çatıldı. Dicle, kapıyı kilitlemişti.