|TEK SEYİRCİLİ GÖSTERİ|

1038 Words
EFTALYA Apar topar bindirildiğim arabadan yine apar topar bir şekilde indirildim. Telefonum defalarca çaldı ancak açmaya cesaret dahi edemedim. Babamı da beni de yerinde bir tabirle yaka paça indirdikten sonra nereye geldiğimi anlayabildim. Burası devasa büyüklükte bir malikaneydi. Dışarıdaki sayısız koruma, içerideki üyük bahçede devriye gezen eli silahlı adamlar... Alenen gösterilen bir gövde gösterisi. Demir Ademoğlu'nun benzersiz sarayı... Babamın, böyle bir adamla nasıl bir işbirliğine düştüğünü bilmek daha da çok öfkelenmeme neden oldu. Demir Ademoğlu, yanıma gelerek kolumu sıkan adamına sert bir bakış atınca adam kolumu bıraktı. Sıktığı yerin acısını geçirmek için elimde sıvazladım. Demir, beni baştan aşağıya süzdü. "Anlaşmayı öğrenmek ister misin?" diye sordu gülümseyerek ama ardından hiç tereddüt etmeden kaşları çatıldı. Bileğimi kavradığı gibi beni ilerletmeye başladı. Malikanesinin kapısını bizim ilerlememizle açtılar ve içeriye girdik. İçerisi, temizdi. Zemindeki mermerler parlıyordu, avizelerin ışıltısı göz kamaştırıyordu. İçeride yankılanan onlarca adım kulaklarımı doldurdu. Demir'in bileğimi kavrayan tutuşu, tenimde yakıcı bir iz bırakırcasına sertti. Ona karşı koymak, bir fırtınaya karşı çıplak elle savaşmak gibiydi. Beni o parıldayan mermer koridordan geçirip, hiç beklemediğim bir köşede, zarif ama ürpertici bir ahşap kapıya yönlendirdi. Kapıyı açtı, önümüzde derinlere inen loş ışıklandırmalı, taş merdiven uzanıyordu. Soğuk ve nemli bir hava yüzüme çarptı. "Buyur," dedi alaycı bir nezaketle, itirazıma fırsat vermeden merdivenlerden inmeye başladık. Ayak seslerimiz taş duvarlarda yankılanıyor, kalbimin çarpıntısından başka bir ses duymaz oldum. Alt kat, üstün o ihtişamlı görüntüsünün tam aksine, soğuk, endişe verici ve labirent gibiydi. Sonunda uzun, dar bir koridora çıktık. Duvarlarda sadece birkaç küçük ışıklandırma vardı ve her adımımızla gölgeler dans ediyordu. Koridorun sonundaki ağır çelik kapıyı iterek açtı. İçeri girince nefesim kesildi. Devasa, karanlık bir odaydı bu. Tavanı gözden kayboluyor, tek bir spot ışığın aydınlattığı, koyu kadife perdelerle çevrili bir sahne, tüm odaya hükmediyordu. Sahnenin karşısında ise, tiyatrolardaki gibi yüzlerce değil, tek bir geniş, kraliyet sarayından fırlamışa benzeyen bir koltuk duruyordu. O koltuk, bu gösterişin sadece bir kişi için, onun için olduğunu haykırıyordu. Beni sahnenin ortasına, o ışığın altına itelemedi, adeta yerleştirdi. Işık gözlerimi kör ediyor, etrafımdaki karanlık içimi ürpertiyordu. Sahnenin ortasında kalmamı sağladıktan sonra ne hissedeceğini bilemeyen bir adam edasıyla sahneden, yanımdan inerek koltuğuna yöneldi. Demir, bir kaplanın tavşanı izlerkenki sabrıyla koltuğuna kuruldu. Sonra aniden, hiç bekletmeden, sözlerini bir bıçak gibi sapladı: "Benim için burada haftanın belli bir günü bana dans edeceksin!" Yutkundum. İçimdeki isyan, korkunun ağır zincirlerini kırmaya çalışıyordu. "Hayır," diye fısıldayabildim ancak, sesim titrek ve güçsüzdü. "Asla!" Demir'in yüzündeki o küçümseyen gülümseme anında buharlaştı. Gözleri, buz kesici bir sertlikle daraldı. Adamlarına dönerek babamın yüzüne tiksinerek bakması arasında geçen süre bir saniyeydi bile bulmadı. Yeniden bana doğru döndü ve bakışlarını benden ayırmadan, sadece tek kelime fısıldadı: "Başlayın." Odada bulunan babamın olduğu yere bir spor ışığı yöneldi, sonrasında babamın dizlerinin üzerine çökmesi için iki koluna giren iri kıyım adamlar omuzlarından bastırmaya başladı. Karşısına geçmeye hazırlanan adam, ceketini çıkarttı ve yere attı. Sonrasında, beyaz gömleğinin bileklerini dirseğine kadar sıvadı. Olanların nereye varacağını bilmeme rağmen şok içinde yaşananları izliyordum. Önce derin, insafsız bir yumruk sesi ve ardından tanıdık, acı içinde bir inilti... Babam... Yüreğim ağzımda dudaklarımı araladım ve sahnenin önüne doğru dengesiz adımlarla ilerledim. "Yapma!" diye bağırdım, sesim bu kez çığlığa dönüşmüştü. Demir, koltuğuna kurularak yalnızca beni seyrediyordu. Sahnenin aşağısında, önünde bekleyen adamlar ise benim bu sınırdan geçmemi engellemek için her adımıma refleks gösterek kadar keskin bakıyorlardı bana. Her saniye, her yeni darbe, beni bir urganla boğuyordu. Babamla yakın değildik evet, hayatım boyunca bana hep uzak durmuştu. Ama o, annemi kaybettikten sonra geriye kalan tek ailemdi. Onun o kibirli, gururlu haliyle yerlere serilmiş, dövülüyor olması... Dayanılmazdı. Bir yerden sonra tamamen gücünü kaybederek yere serildi vücudu, bu sefer ona vuran adam Demir'e doğru döndü ve bir onay almak istercesine baktı. Demir, gözlerini eğdikten sonra adam sert bir tekme ile babamın karnına darbe indirdi. Ağzından zemine kan püskürürken dizlerimin üzerime çöküp bağırarak ağlamaya başladım. İsyanım, acizliğim ve o lanet olası aile bağlarının ağırlığı altında ezildim. Işığın ortasında, o muhteşem sahnenin üzerinde, küçücük ve kırık bir kuklaya dönüşmüştüm. "Yeter!" diye haykırdım, sesim titrek ama kesindi. "Yeter... Durmalarını söyle... Kabul ediyorum..." Demir, bir el işaretiyle seslerin kesilmesini sağladı. Ayağa kalktı, sahneye doğru yürüdü. Işığın içine, yanıma geldi. Tehlikeli bir güzelliği vardı; keskin çenesi, delip geçen bakışlarıyla çekici ve ürkütücü olanın sınırında duran bir varlık gibiydi. Eğildi, yüzü yüzüme o kadar yakındı ki nefesini hissedebiliyordum. Tutsak olduğum bileğimi yeniden tuttu ve bırakmadan, diğer eliyle çenemi hafifçe, ama hiçbir sevgi barındırmayan bir sertlikle kavradı. "Bunu asla unutma Eftalya," dedi, sesi alçak ve buz gibi. "Burada söylenen her 'hayır'ın bir bedeli vardır. Ve senin bedelinin ne olduğunu artık biliyorsun. Sen onun için bedel ödersin... O da senin her 'hayır' cevabın için bedel öder..." Gözleri gözlerime değdiğinde ellerini ıslatan gözyaşım sayesinde yanağımda baş parmağını yavaşça sağa sola hareket ettirdi. Mimikleri dengesizleşti. Donup kalarak bir süre tenime dokundu. Yutkundum... Korkuyla nefesimi tuttum o ise yüzünü bana yaklaştırarak derin bir nefes aldı. Dudakları dudaklarıma oldukça yakındı, yüzünün heykel gibi pürüzsüz olması dayanılmaz şekilde korkutucuydu. Büyük bir üstünlük kurmuştu üzerimde, buna ise tek bir çarem bile yoktu. Parmakları çenemde bir an daha bekledi ve sonra çekildi. Geriye dönüp sahneden indi ve koltuğuna kuruldu. Boğazını temizleyerek ceketinin cebinden çıkarttığı purosunu yaktı, dişlerinin arasına alıp ısırdı. Dumanını dışarıya üflerken gözleriyle beni sahnede süzdü, "Cumartesi geceleri," diye ekledi, son sözünü söylercesine. "Şimdi çıkabilirsin. Sizi evinize götürecekler." Işıklar söndü ve ben, karanlıkta, titreyen bedenimle orada öylece kaldım. Adamlar, bana dokunmak yerine sahneden inmem için elleriyle gitmem gereken yönü tarif ediyorlardı. Saygılı bir davetkarlık binmişti üzerlerinde ancak benim bundan tek anladığım şey Demir'in artık kafesteki kuşu olmuş olmamdı ve ondan başkasının her ne şartla olursa olsun bana dokunması affedilmez bir hataydı. Sahneden inince koşarak babamın yanına gittim. Kafasının altına elimi koydum ve dizlerimin üzerine yatırdım. "İyi olacaksın baba... İyi olacaksın... Söz veriyorum..." dedim ağlayarak ve fısıldayarak. Adamlar babamı kucağımdan kaldırıp dışarıya sürüklerken bizi bu hale getiren Demir Ademoğlu, koltuğunda kurulmuş purosunun tadını çıkartıyordu. Kaşlarım çatıldı ve gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Burnumu çektim. Çıkışa doğru ilerlerken sesi duraksamamı sağladı, "Eftalya! Eğer seni Cumartesi günleri benden kurtulmak için mazaret uydurabileceğini sanarak yanılgıya düşersen diye uyarmak istiyorum... Seni gittiğin her neresi olurs olsun bulur ve bu sahneye dans etmen için getiririm! Nişanlının yanına gitmiş dahi olsan... Anlıyor musun? Eftalya..." Cevap vermeden çıkıp gittim. Sanatım, en saf ifadem, şimdi bir adamın karanlık zevki ve tehdidi için esir alınmıştı. Ve o adam, Demir Ademoğlu, hem celladım hem de seyircim olacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD