Vanessa’nın alnı kırıştı, göz kapaklarının ardında saklamaya çalıştığı acı, tüm bedenine yayılıyordu. Dudaklarının kenarı titredi. “Senin gibi düşünemiyorum. Çok ölüm gördüm Maryinn. Sadece adli tıp doktoru olduğumda değil…” Gözlerini yere indirdi, parmak uçları ince bir titremeyle dizine bastı. “Öncesinde de. Yüzlerce yıl içinde sayısız ölüm. Hak edilen, edilmeyen… trajik, korkunç, anlamsız ölümler.” Yeşil gözlerinde ışık yerini sulu bir sis tabakasına bırakmıştı. “Elbette bunu da düşünmeliydim. Doğurduğum çocuklarım da ölebilir. Ben de ölebilirim. Herkes ölür. Sara için de bu düşünceye kapılıyorum…”
“Cesedi nerede o zaman?” diye patladım, sesim öyle yükseldi ki, odanın köşelerindeki gölgeler bile ürküp titreşmiş gibi geldi bana.
Sessizlik. Annemin verecek cevabı yoktu. Ortada sadece Sara yoktu—onun cesedi de yoktu.
“Ölmedi anne.” dedim, dudaklarımın arasından kaçan mırıltı giderek bir yemine dönüştü. Başımı şiddetle iki yana salladım, kulaklarım uğuldadı. “Ölseydi bunu hissederdim. Onu aramaktan vazgeçerdim.”
Vanessa birden eğildi, avucunu yanağıma koydu. Elleri sıcaktı, ateşten çıkmış köz gibi… Oysa benim yanaklarım öfkeden kavruluyordu. Yine de onun avuç içi daha sıcaktı. “Kabuslarında Sara’yı görüyor musun?” diye sordu birden, sesi derin, arayış dolu.
“Ne?” dedim, boğazım düğümlenmişti.
“Bana anlat Maryinn. Sadece annem Serena ve mezarlık mı? Bunların dışında hiçbir şey yok mu?” Gözleri, bir cerrahın neşteri kadar keskin bir dikkatle üzerime saplanmıştı.
Bir an düşündüm. O an zaman uzadı, ağırlaştı, kalbim göğsümde boğuk bir çekiç gibi vuruyordu. “Sara kaybolduğu gün gittiğim cadı mezarları dışında bir şey görmedim.” dedim sonunda. Sesim kısık, ama inatçıydı. “Tabi orayı yerle bir etmem ayrıntısı da var. Serena’ya yakarıyorum. Bunun dışında bir şey yok. Bunu bana sen yapmıyor muydun?”
“Elbette hayır!” dedi Vanessa, gözbebekleri büyümüş, sesi titremişti. “Sana ne kadar kızgın olsam da, asla öyle bir kötülük yapmam!”
Gözlerimi kıstım, kelimelerim buz kesmişti. “Sancta Custos’a haber verip, kızımın yerini ifşa eden ben değildim. Sensin anne. Bu durumda kızgın olan sen değil, ben olmalıyım. Evi bu yüzden terk etmiştim. Buna kötülük demek de az olur.”
“Senin hayatını tehlikeye atacak bir şey yapacağımı düşünmen…” diye başladı, sesi kırılıp çatladı, sonra kendini toparladı. “Beni kızdıran asıl nokta bu. Asla riske girmem.” Dudaklarını ısırdı, kelimeleri seçerken acı çekiyor gibiydi. “Buradaki katili yakalamaya yardımcı olursak, suçlarının düşmesi için bizimle anlaşma yapacaklar. Tersi bir cayma durumunda ne yapacağımı zaten biliyorlar.”
İçimde bir nefret kabardı, gözlerim karardı. O dedektifi kesinlikle öldürecektim. “Katliam mı yapacaksın anne? Benim gibi mi?” Sesimde öfke değil, buz gibi bir suçlama vardı. “Kimseye zarar veremeyeceğine söz vermiştin.”
“Masumlara zarar vermeyeceğim demiştim.” dedi, beni düzelten, ama aynı zamanda kendini de inandırmaya çalışan bir ses tonuyla. Eli yanağımdan kayıp omzuma düştü. Bir an kalbim, o sıcaklığa yaslanmak istedi. “Korkmanı gerektirecek bir şey yok. Her şey yolunda gidecek. Sen sadece bana güven.”
“Evet anne. Güveniyorum.” diye fısıldadım. Dudaklarımın kenarı acı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Senin de bana güvendiğin zamanlarda.”
Koyu yeşil irisleri sarsıldı, ama çenesini dik tuttu. “Sana her zaman güveniyorum.” dedi yavaşça, her kelimeyi bastırarak. “Seni korumak için her şeyi yaparım.”
“Evet beni korumak için her şeyi yaparsın.” dedim sertçe. Gözlerimin kana bulanıp, koyu bir kızıla bürünürken sakinliğimi korudum. Ayağa kalktım ve annemin yüzüne doğru eğildim. “Bende seni korumak için her şeyi yaparım. Koruyamadığım kız kardeşim için de hala bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”
Vanessa’nın göğsü yavaşça yükselip alçaldı; her nefes verişi sanki ciğerlerine değil de, derin bir yaraya işliyordu. Havanın boğazından geçişi, dikenlerin tenine saplanışı gibi keskin ve sancılıydı. Dudaklarının kenarı titredi, göz kapaklarının ardında ise ağır bir baskı vardı—görünmez ama nefesini zorlaştıran bir yük. Yüzüne yerleşen ifade, alıştığım soğukkanlı maskesinden çok uzaktı; korkuyla karışık bir endişe, bir annenin en derin kaygısının sessiz ama yıkıcı haliydi bu.
O an, annemi korkutmak istediğim son şey olduğunun farkındaydım. İçimdeki öfke ne kadar taşsa da, ona acı vermek istemiyordum. Ama ciddiyetimi anlamalıydı. Sözlerimin, bakışlarımın sadece bir kızgınlık patlaması olmadığını; geri adım atmaya niyetim olmadığını bilmeliydi. İçimdeki karar, buz gibi netti. Ve onun gözlerinde, bunu çoktan anlamış olmanın yarattığı sessiz bir ürpertiyi gördüm.
Vanessa çenesini kaldırdı. “Geri adım atmayacağını söylemiştin. Bende bir şey öğrenirsen bana ve Harry’ye söylemeni istemiştim. Hatta sana cinayet mahallerinde aldığım notların olduğu defteri de vermiştim.”
Sayfaları hızla çevirmiştim; parmak uçlarımda kağıdın hışırtısı yankılanıyordu. Her satırda annemin el yazısı beliriyordu—düzgün, ölçülü, neredeyse soğukkanlı bir titizlikle yazılmış notlar. Çizimler, tarih notları, uzak yerlerin isimleri… Her biri, bir akademisyenin defterine ait olabilecek kadar düzenliydi. Ama ben onları okurken, elimde tuttuğum şeyin yalnızca sıradan bir defter olmadığını hissettim. Bu, bir gizemin kırılma noktası, saklanan bir dünyanın kapısını aralayacak anahtar gibi görünüyordu.
Yine de hayal kırıklığı çabuk çöktü üzerime. Satırlar arasında yalnızca annemin anlık düşünceleri, aceleyle karalanmış gözlemleri vardı. Bildiklerimden fazlasını söylemiyordu. Yeni bir şey yoktu—en azından şüphelerimi doğrulayacak tek bir ipucu bile. Ve bu boşluk, içimdeki arzuyu daha da alevlendirdi. Öğrenmek, bilmediğim karanlıkta kalan şeyleri ortaya çıkarmak için daha hırslı olmamı sağladı. Bu defter, cevapları vermemişti ama sorularımın daha da yakıcı hale gelmesine neden olmuştu.
İşte bu yüzden Evan, Kyra ve diğerlerinden yardım istemiş ve yardım teklif etmiştim. Çünkü onlar da benim gibi bu kasabayı esir alan korku döngüsünden usanmışlardı. Aylardır her birimizin üzerinde ağır bir gölge gibi dolaşan huzursuzluk, artık dayanılmaz hale gelmişti. Evan’da hâlâ telefon numaram vardı; bir şey bulursa arayacak, ya da en azından kısa bir mesaj atacaktı. Bunu biliyordum ve içimde, küçücük de olsa bir güven filizlenmişti.
O sırada annemin bakışlarını hissettim. Bana öyle bir bakıyordu ki… gözlerinde çaresiz bir maralın ürkekliği vardı. Bense içimdeki öfkeyle, bir vaşak gibi avına kilitlenmiş, geri adım atmayan, saldırmaya hazır bir yırtıcıydım. Bakışlarımız kesiştiğinde, içimdeki kırılma dışarı taştı. Gözlerim koyu kızıl bir parıltıyla karardı, irislerimdeki alev anneme yönelmiş bir tehdit gibi parladı. Geri çekildiğim anda, bu kırmızı ışık sönerek yerini yeniden eski yeşil tona bıraktı. Fakat geçişin acısı, gözlerime ince bir sızı olarak yayıldı.
Gözlerinde dehşet vardı—sadece korku değil, aynı zamanda kendi çocuğunu tanıyamamanın, ondan ürkmenin acı verici çaresizliği. Dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Ben ise taş kesilmiş bir yüzle, ifadesiz kaldım. Onun korkusuna, şaşkınlığına, acısına karşı içimde en ufak bir merhamet yükselmedi. Ve işte bu, beni en çok yaralayan noktaydı. Anneme üzülmüyor olmam. Onun gözlerindeki dehşete bakarken, kalbimde hiçbir şey hissetmemem. Asıl acı buydu—beni kötü hissettiren, kendimden nefret ettiren gerçek de buydu.
Eski yeşil haline dönen gözlerimle ona sivri dişlerimi gösterecek kader genişçe gülümsedim. “Not defteri için minnettarım anne. İşime yaramasa da. Ama ne olursa olsun bir şey öğrenirsem sana söyleyeceğim. Hiç şüphen olmasın.”
Yalan söylüyordum.
“Hiç şüphem yok Maryinn.”
Yalan söylüyordu.
❄️
“Bir şey bulamadım.” Telefonun ötesindeki ses, sabahın soğuk havası gibi içime işledi. Evan’ın benden nefret etmesi için hiçbir sebep yoktu ama nedense nefret ediyordu; hatta normalden bile fazla. Wampir yarımı saymazsak. Sesindeki yorgunluk ve sabırsızlık, uyanmakta olan kasabanın ağır sessizliğine karışıyordu. “Yani en azından bizim bildiklerimiz dışında. Babamda da daha fazlası yok.”
Telefonu omzumla kulağım arasında sabitlemiş, direksiyona sıkıca sarılmıştım. Ön camdan süzülen gri sabah ışığı, yol kenarındaki ağaçların gövdelerine ince bir pus gibi vuruyor, her şey olduğundan daha yabancı görünüyordu. “İlla bir şey olmalı.” dedim dişlerimin arasından. “Sakladığı hiçbir şey yok mu?”
“Bak.” Evan’ın sesi daha sertleşti, sanki uykusuz bir gecenin gerilimini hâlâ üzerinde taşıyordu. Burnundan ağır bir nefes verdi; hatta nefesinin buğusu hattın öbür ucunda bile duyuluyor gibiydi. “Babam alfa. Sürüden bir şey saklamak neredeyse imkânsız. Özellikle de babamdan. Kyra da dahil herkes, anlaştığımız son bir haftadır diken üstünde. Sabahları bile gerilimli.”
Parmak kemiklerim direksiyonun üzerinde bembeyaz kesilmişti. Yolun ilerisinde bulutların arasında güneşin ilk ışıkları ufku boyasa da içimdeki karanlığı aydınlatamıyordu. “Ve siz bir haftadır hiçbir şey bulamadınız.” dedim öfkeyle. Gözlerim karşımdaki boş caddeye dikildi. Sabahın ilk saatlerinde bile kasaba sessizdi; dükkân kepenkleri hâlâ kapalı, sokak lambaları soluk bir turunculukla yanıp sönüyordu. “Hem gece vardiyalarınıza ne oldu?”
Evan hırıltılı bir nefes verdi. “Babam artık bize—çocuklara—izin vermiyor. Kasabanın sınırında sadece yaşlı ve tecrübeli kurtlar nöbet tutuyor. Amcalarım ve diğerleri buna itiraz etmiyor. Hatta hepsi aynı fikirde.”
“Harika.” diye mırıldandım, kelimeler sabahın serinliğinde buğulanmış cam gibi dağıldı. Caddenin sonundan sola döndüm; ufukta solgun bir güneş yükseliyordu ama bana hiçbir güven vermiyordu. “Ya Kyra? Onda bir şey yok mu?”
“Hayır.” dedi, kesin ve katı. Sesinde uykusuzluğun bıraktığı pürüz vardı. “Bizde hiçbir şey yok. Bu fikir başından beri saçmaydı zaten. Bence annen Doktor Fox’un eşyalarını gizlice karıştı. Babamlardan daha fazlasını bilen biri varsa, o odur.”
Ağzımda metalik, sabahın paslı havasını anımsatan bir tat belirdi. Direksiyonun üzerinde titreyen ellerime baktım, içimde boğucu bir huzursuzluk kıpırdanıyordu. “Sence yapmadım mı sanıyorsun?” dedim kısık sesle. Sokaklardan geçen sabah rüzgârı, camdan içeri sızarak tenimi ürpertti. “Onda da bir şey yok. Benim bulmayı umduğum tek şey, bizden sakladıkları başka bir şey var mı yok mu öğrenmekti. Ama sanırım yokmuş.”
Caddelerde henüz insan kalabalığı başlamamıştı. Benim gibi okula giden liselileri gördüm. Yalnızca bir yerlerden korna sesleri, kasabanın üzerine çökmüş ağır sessizliği delmeye çalışıyordu. Telefonun öbür ucunda Evan’ın sessiz nefesini duydum. “Elimizde hiçbir şey yok o halde.”