Bölüm 3

3252 Words
Bölüm 3 Kızıl saçları, şatafatlı kıyafetleri ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla Ceren, her zamanki fazla enerjisiyle karşımda duruyordu. Uzun tırnaklarına bir sürü figür yapıştırmış, yüzüne canlı renklerle bir makyaj yapmıştı. Amerika’da erkek arkadaşıyla tatildeydi, önümüzdeki ay dönecekti ve şimdi burada olmasının tek bir sebebi olabilirdi. “Daha kalacaktın.” Birilerinin benim için yaptığı büyük ya da küçük fedakârlıklardan hoşlanmıyordum. Ceren’in hiçbir zaman yaptıklarının hesabını gütmeyeceğine emindim ama borçlanıyordum. “Tatlım, hayat planlı yaşamak için çok kısa ve her gün en yakın arkadaşım yönetim kurulu başkanı olmuyor.” Şişeyi masaya bırakıp bana sıkıca sarıldı. Tatlı parfümünün kokusu ciğerlerime doldu. “Kolların neden hâlâ sapasağlam duruyor biliyor musun?” Bana sarılmayı kesip kenardaki büfeyi kurcalamaya gitti. Saçlarını havalı bir tavırla geri savururken, “Çünkü mükemmelim.” dedi umursamazca. Tek kaşımı kaldırdığımı görünce omuzlarını düşürüp ekledi: “Bir de tek arkadaşınım." Bulduğu iki kadehi tek elinde çapraz tutarak havaya kaldırdı. “Bunlar temiz mi?” Daha ben cevap vermeden de omuz silkti. “Aman neyse, elde bu var sonuçta.” Çok konuşurdu ve asla alınmazdı. Onu ne kadar terslersem tersleyeyim bana bir kez küsmemişti. Başka türlü bunca zaman arkadaşlığımız sürmezdi, bu ilişkinin bütün yükünü o sırtlanıyordu. “Andrew senin bu ani ayrılışına ne dedi?” Buraya gelmek uğruna onu terk etmiş olması ihtimal dâhilindeydi. Ceren benimle olan arkadaşlığına ne kadar tutunuyorsa aşk hayatındaki ilişkilerinden de o derece kolay kopuyordu. Andrew ile uzaktan yürüttükleri ilişkileri yalnızca adamın ona düşkünlüğünden ve burada olmadığı için çok sıkıştıramadığından kaynaklanıyordu. Ceren’e göre ilişki sorumluluklarını yerine getirmek eziyetti. Başlarda flört tatlı geliyor, sonrasında ise çabucak sıkılıyordu. Ayrılmak için eften püften sebepler buluyor, karşısındaki günlerce kapısında yatsa da oralı olmuyordu. Tekli koltuklardan birine oturduğunda karşısına yerleştim. İşlere çok kısa bir süre ara verebilirdim. Saatlerce süren yolculuğu bu kadarını hak ediyordu. “Hiç.” “Nasıl hiç? Haber verdin değil mi? Öylece çıkıp geldin mi yoksa?” “Hayır canım, tabii ki öyle yapmadım.” Abartılı reddinin ardından yüzünü buruşturdu. “Kapıda yakaladı beni.” Bardakları masaya bırakıp etrafına bakındı, odayı kesinlikle beğenmemişti. “Burası ne böyle küçücük” diye homurdandı. Bir yere odaklı kalamıyordu, her an kıpır kıpırdı ve hiperaktivitesi sinir bozuyordu. “Sonra tutturdu ben de geleceğim diye, mecbur taktım peşime. Yoksa ben iki gün önce buradaydım. Bir de beyefendinin işlerini toparlamasını bekledik.” “Eminim ona o iki günü zehir etmişsindir. Kalıp tatilinin tadını çıkarmalıydın.” Şampanya şişesini açmak için harekete geçtiğinde “iş başında içemem” diye uyardım onu. “Üstelik akşam spora gideceğim.” Masamdaki yığına burun kıvırdı. “Yeter artık çalıştığın, dosyalara baka baka kör olacaksın. Hem günler çuvala girmedi ya. Spora da yarın gidersin.” Alaycı tavrının altındaki endişesini görebiliyordum. Ne dersem diyeyim onu ikna edemeyeceğimi bildiğimden uğraşmadan pes ettim. Ceren bu tavizi vereceğim tek insandı. Ve haklı olduğu bir konu vardı ki tek arkadaşım oydu. Bundan sonra da pek edinebileceğimi sanmıyordum, çekilir çile değildim sonuçta. Kardeşlerim bile bana dayanamıyordu. Şampanyayı açtı, mantar büyük bir gürültüyle tavana fırlarken köpüren şampanyayı ustalıkla bardaklara doldurup birini bana uzattı. “O zaman şerefe şekerim.” Kadehlerimizi kendi tokuşturup ilk yudumunu aldı. Bakışları sıkça yüzümü buluyor, bir şey yakalamaya çalışıyordu. “Ee, dökül” dedi sonunda. “Ne?” Arkama yaslanıp bir bacağımı diğerinin üstüne attım. Günler sonra ilk kez biraz rahatlamıştım. “Neyi bilmek istiyorsun?” “Her şeyi Yankı.” Öne eğilerek bana yaklaştı. “Nasıl hissediyorsun? İyi misin?” Onda nadir rastlanan bir ciddiyetle beni inceledi. Hissediyor muydum ki? Çocukluğumdan beri içim koca bir boşluktu. Konuyla ilgili psikologla görüşmeyi bırakalı bile çok uzun zaman olmuştu. Önceden eksiklik sandığım bu durum şimdi bana güç sağlıyordu. Cenaze, şirketin başına geçişim, iflasın eşiğinde oluşumuz, bunca olay karşısında dimdik duruşumu buna borçluydum. “İyiyim.” Hafifçe gülümsedim. “Yorgunum ama iyiyim.” “Cenazeye yetişemedim. Yanında olmalıydım. Çok üzgünüm.” Elimi geçiştirircesine havada salladım. “Dert etme. Ben daha çok işlerin telaşındaydım.” Ceren beni tanıyordu. Ona hiç söylememiştim ama anlamıştı sanırım. Garipsemiyordu. Hüznün tek bir emaresini göremediğinden olsa gerek rahatladı, ifadesi yumuşadı. “Hisseler çakılıyor. Babam arkasında bir enkaz bırakmış.” “Yani bu alım fırsatı diyorsun? Eh, borsayla pek ilgilenmem ama iyi bir yatırım gibi göründü. Yeni CEO çok müthişmiş diye duydum.” Getirdiği şampanyadan bir yudum aldım. “Sen zeki bir kadınsın.” Yanımda olmasına minnettardım ama söylemedim. “Bebeğim karşında Türkiye’nin en iyi boşanma avukatlarından biri duruyor, bu genç yaşımda kaç kişiyi çatır çatır boşattım. Tabii ki öyleyim. Ben süper kahraman gibi bir şeyim ve sen çok şanslısın çünkü hep yanındayım.” “Evet, boşanmak istersem tüm kozlar bende sanırım.” İşaret parmağını kaldırıp iki yana salladı. “Sen boşanamazsın.” “Nedenmiş o?” Hiç yapmadığım evliliğin sonunu konuşmamız çok iç açıcıydı. “Çünkü yanlış adamla evlenemezsin de ondan. Seçtiğin adamın kellesini hepimizin sevmesi gerek, yoksa yerinde olmayacak.” Kahkahamı tutamadım. Ona takılmak için sıklıkla kellesinin sadece o olduğu için yerinde olduğunu söylerdim, o da ikimizin de kellesini sevdiği karşılığını verirdi. “Seni bile güldürebiliyorum, tanrı beni özel yeteneklerle donatmış. Mükemmel biriyim ya ben.” Aşırı özgüveninin hakkını da veriyordu. Çok kalabalık bir caddeden geçse bile herkesi kendine iki kez baktırır, bir konuda konuşsa en ilgisiz insana bile dinlettirirdi. Ayrıca gerçekten başarılı bir avukattı. Ceren kimsenin kaybetmek veya rakip olmak istemeyeceği bir kadındı. Ona hiç söyleyemesem de benim için de bir lütuftu. Günü geceye nasıl kavuşturduk hatırlamıyordum ama hiç durmadan anlattığı onca hikâyeyi sadece bir haftada yaşaması inanılır gibi değildi. Ve şirketten çıkarken son derece sarhoş hâliyle hâlâ hikâyeler sıralıyordu. “Var ya peşimde köpek olur da ben yüz vermedim işte. Ya sen kimsin dümbük, ben seni paspasım bile yapmam. Zengin diye kendini bok sanıyor. Neyse ki bende de para bok.” “Sen ayıkken daha hanımefendiydin biliyor musun?” Otoparkın orta yerinde dik durmaya çalıştı ama sallanıp duruyordu. “Ben sarhoş olmam şekerim. Asla. Ve…” Yürümeye çalışıp sendelediğinde dirseğinden tuttum. “Sarhoş olduğumdan değil ayakkabıların topukları yüksek.” Kaşlarını çattı. “Seninkiler de yüksek.” Sinirlenmişti. “Yoksa sen içmedin mi? Çalıştın mı ben içerken?” “Aynen Ceren, dosyaları bitirdim hiç elime almadan.” “Vay…” Koluma sıkıca tutunmuş beni takip ediyordu. “Aşırı yeteneklisin.” “Teşekkürler. Senin şoförün nerde? Çocuklar bıraksınlar seni tek geldiysen.” “Yok ya ne tek geleceğim, şey beni bekliyor.” Parmağıyla bir yerleri işaret etti ama gösterdiği yer bomboştu. “Kim seni bekliyor?” “Şey ya işte…” Sırıttı. “Benimki.” Yanakları kızarmıştı. Çok şapşal görünüyordu. “Çok âşık ya bana.” Otoparkta sesi yankılanacağı ve duyulabileceği için dudaklarına parmağımı koydum. “Hşşt, sessiz ol.” “Niye?” Parmağım altındaki dudaklarını büzüştürdü. Ardından yine sırıttı. “Haykırsam dünyaya” diye bağırdığında bu kez avucumla ağzını tamamen kapattım. “Ceren, kendine gel. Seni bu halde Andrew’le göndermeyeceğim. Bana gel, sabah gidersin.” Başını iki yana sallayıp elleriyle benim ağzını kapatan elimi çekti. “Olmaz. Evimi özlerim ben. Evime gitmek istiyorum.” “Sarhoşsun, bu durumda kimseye güvenip seni bırakamam.” “Bana bir şey yapmaz. Yaparsa da onu döversin olur mu? Hatta kellesini bile alırsın.” “Padişah mıyım ben Ceren? O şaka sadece.” Onu biri üzerse canını alacağım şaka değildi ama bunu tabii ki arkadaşımla konuşmayacaktım. “Sen bugüne bugün koskoca CEO’sun tamam mı? Ayrıca kelle alsan hiç şaşırmam.” “Susar mısın artık?” “Beni Andrew’e ver.” Kopardığı yaygaralar sonucu onu sahiden de otoparkta bekleyen erkek arkadaşına teslim etmek zorunda kaldım ama haberleri olmadan peşlerine iki adamımı takmıştım. Deli kız tam bir belaydı ama ona alışmıştım. Sabah yine güneş doğmadan evden çıkmak üzereyken Cemal yanıma geldi. “Yankı Hanım biraz vaktiniz var mıydı?” Evi kolaçan ettim, ortalıkla kimseler yoktu. Ev halkı hâlâ uyuyor, çalışanlar da mutfak işleriyle ilgileniyordu. Korumalar da bahçedeydi. “Konu?” “Önemli, çalışma odasına geçsek?” Saatimi kontrol ettim. Altıya geliyordu. Daha kahvaltıya çok zaman olduğundan kimseyle karşılaşmayacağımı umarak çenemle merdivenleri gösterdim. Çalışma odasının ışığını açıp yerime geçerken “anlat” diye talimat verdim. “Gece haber geldi. Aile dostlarınız size başsağlığı dilemek istiyorlar.” “Aile dostlarım?” Başıyla onayladı. Kastettiği iş birliği içinde olduğumuz mafya ailelerdi. “İyi, ne zaman? Kimler olacak?” İlk kez ailemizin varisi olarak kendimi takdim edecektim. Normal şartlarda babam zamanında birimizi varisi olarak tanıtmış olmalıydı fakat sanıyorum ömrünün daha uzun olacağını düşünmüştü. “Bütün isimleri bilmiyorum. Bana bilgiyi Faysal Türkmen verdi. Yarın akşam, Turan Hotelde sizinle görüşmek istediklerini ilettiler.” Faysal Bey masanın başındaki isimdi. Kendi çabalarımla edinebildiğim bilgi kırıntıları yetersizdi ama birkaç şey duymuştum. Köklü firması tekstil sektöründe adını duyurmuştu. “Tamam, gideceğim. Hazırlıkları yapın, iyi bir güvenlik ekibi olsun.” “Emredersiniz.” Ertesi akşam Turan Hotelin büyük salonuna girerken bana eşlik eden birkaç korumamı ve silahlarımı dışarıda bıraktım. Masaya kimse silahla veya korumayla katılamıyormuş. Yorgun görünmemek adına önceki akşam spordan sonra iyice dinlenmiş, sabah kendime birkaç saat fazla uyuma izni vermiştim. Bu bana İrem’le bir tartışmaya mâl olmuştu. Özenle seçtiğim siyah, vücuduma oturan, şortlu tulumun üstüne giydiğim ceketim omuzlarımdan aşağı pelerin gibi genişliyordu. Yakasında, omuzlarında, bileklerinde ve göğsünde kabartmalı işlemeler yer alıyordu. Bu işlemeler aynı kabartmalar gibi altın rengi, militarist düzende yerleştirilmiş büyüklü küçüklü boncuklarla zenginleştirilmişti. Dizlerimin üstüne kadar uzanan topuklu çizmelerim, feminen, zarif ve güçlü görünmemi sağlıyordu. Yaz günü olmasına rağmen akşam serinliği ve klima sayesinde bu düşündüğümden daha az rahatsız ediciydi. Şehrin eski, saygın otellerinden olan Turan Hotelin büyük, lüks salonuna adım attığımda içeride beş adam oturuyordu. Üçü altmışlı yaşlarını geçmiş, ikisi ise otuzlu yaşlardaki bu adamların her birinin bakışları içeri girişimle bana dönmüştü. En başta oturan Faysal Bey’e baş selamı verdim. Ardından herkesle tek tek göz göze geldim. Küçümseme… Son zamanlarda bana bakan insanların gözlerinde en çok gördüğüm şey burada da karşıma çıkmıştı. Bunu elbette bekliyordum. Hiçbir şeyin önüme altın tepside sunulmayacağını biliyordum, tırnaklarımla kazıyarak alacaktım hak ettiklerimizi. İstifimi bozmadan, temiz, hafif kalın bir sesle “merhaba” dedim. Kimsenin almadığı selamıma karşılık Faysal Bey’den geldi. “Hoş geldin, geç, otur.” Gösterdiği koltuğa geçtim. Başımı bir an olsun eğmiyor, mızrak misali bakışlarından kaçınmıyordum. Aksine karşılık veriyordum. Tam karşımda oturan kır saçlı, hafif kilolu adam alaycı bir gülümsemeyle “yanlış gelmiş olmayasın” dedi. Hazırda bekleyen iki çalışandan biri alkol servisi yaparken o da sesini yükselterek konuşmasını sürdürdü. “Bu masaya en son ne zaman bir kadın oturdu bilmem, benim ömrüm bunu görmeye vefa etmedi.” Aile dostlarımızın candanlığı göz yaşartıcıydı. “Belki de elinin hamuruyla bu işlere bulaşmamalıydın.” Boğazımı temizledim. Ben konuşmadıkça bu yargılayıcı sözlerini kesmeyecekti. “Ömrünüz vefa etmiş oldu.” Sert bakışlarımı ona diktim. “Karşınızda oturuyorum. Hak ettiğim koltukta…” Dişli oluşum diğerlerinin de ilgisini çekmişti. Adamın bozulan suratına karşı samimiyetsiz bir tavırla gülümsedim. O ise çabucak toparladı. “Bunlar iddialı sözler, hele de böyle bir durumda… Babanın kaybı üzücü, başın sağ olsun. Duydum ki henüz infaz emrini vereni bile bulamamışsınız.” Faysal Bey “Erdi” diye araya girdi. Yaşına rağmen sesi, duruşu sert, korkutucuydu. Kontrolcü havası bütün odaya hâkimdi. “Yeter bu kadar. Baş sağlığı dilemek için toplandık.” Adını duyduğumda onun kim olduğunu anladım. Erdi Boyacı, namı diğer Balyoz Erdi’ydi. Faysal Bey’in uyarısıyla suskunlaşsa da bıyık altından gülüyordu. Ona hitaben değil, ortaya konuştum. “O kalleşi bulup cezasını vereceğim. Her kimse bundan sonra aldığı her nefes haram.” Salonun kapısı açıldığında içeri bir adam daha girdi. Otuzlu yaşlarının başlarında, uzun boylu, karizmatik, geniş omuzlu, yapılı bu adamı tanıyordum. Ekranlarda veya fotoğraflarda göründüğünden daha çok modeli andırıyordu. Adımlarından güç akıyordu. Keskin yüz hatları, karanlık bakışlarıyla tehlike sinyalleri yayan bu adam herkesten geç gelmiş olmasına rağmen hiçbir mahcubiyet taşımaksızın Faysal Bey’in yanındaki boş koltuğa oturdu. “Biz de seni bekliyorduk Moralı. Sonunda gelebildin.” “Trafik vardı Şahin.” Ses tonları, konuşmaları, bakışları benden haz etmedikleri kadar birbirlerinden de hoşlanmadıklarını açıkça gösteriyordu. Ama birbirlerine mecburi bir saygı duyuyorlardı. Moralı ailesi politikada da yer alan güçlü bir aileydi. Bizim gibi inşaat sektöründeydiler. Genetik midir yoksa yetiştirilme tarzı mıdır bilmem ailenin her üyesi ne işe el atsa mutlaka başarılı oluyordu. “Helikopterin holdinginin tepesindeydi oysa ama gerek görmedin demek.” “Ne o, hasretimden prangalar mı eskittin?” Dudağının tek kenarı yukarı kıvrılmıştı. Üstten bakışları ve rahat oturuşuyla önüne bırakılan bardaktan bir yudum aldı. “Böyle boş ve nahoş konularla vakit kaybetmek yerine konumuza mı geçsek?” Bardağını bana doğru kaldırdı. “Hoş geldiniz aramıza. Dinçer Bey’in kaybına çok üzüldük. Eminim eksikliğini hissettirmeyeceksiniz.” Hiçbirinin gram üzülmediğini, onun da yalnızca kibarlık ettiğini bilsem de başımla onayladım. “Sağ olun.” Yanımda oturan fazla uzun boylu, zayıf, yamuk ve kemerli bir burna sahip olan adam “tabii” dedi. Açık kahve gözleri soluk bakıyor, ince dudakları onu sinsi gösteriyordu. “Babanızın yerini aratmazsınız muhakkak. Ancak biz Dinçer Bey’in yerini abiniz alır sanıyorduk.” Çapraz karşımdaki adam ise sesli bir gülüşme ona ekledi: “Ya da belki alacak biri kalmaz diye düşünmüştük.” Otuzlu yaşlarındaki bu adamla birkaç davette karşılaşmıştık. Gazetelerde de görmüştüm. Şahin Avcı, sosyetenin ünlü isimlerinden biriydi. Lojistik alanında iş yapan global bir firmaları vardı. Abisine Parkinson teşhisi koyulunca işleri o devralmıştı demek. Açıkçası buna rağmen Şahin yerine Deniz’in masada olacağını beklemiştim. Dudaklarımı nemlendirdim. Elimdeki viski bardağını döndürürken bakışlarımı ondan çekmedim. Fevriliğin lüzumu yoktu ama ailemi ezdirmeyecektim de. “Göktuna bir kayıpla yıkılmaz, Şahin.” Burası bir birlikti, ortak işler yürütülüyordu, herkes sırtını birbirine yaslıyordu ama aynı zamanda hepsi kılıçlarını kuşanmış, birbirine doğrultmuştu. Hiçbirine güvenemeyeceğimi şimdiden anlamıştım. “Asım Bey’in cenazesinde bunu anlaman gerekirdi.” Bir gün önümde ceketini ilikleyecekti. Öğütlerine ihtiyacım olduğu yanılgısı içerisinde geldiğimden beri sessizliğini koruyan son adam da konuştu. “Şirketine odaklansan aileniz için daha iyi olur küçük hanım. Zeki birine benziyorsun. Baban son zamanlarda işlerin altından kalkamaz olmuştu. Ne Rusya’daki projeyi bitirebildi ne de dolandırıcıyı yakalayabildi. O hırsız son paranızla kim bilir nerelerde fink atıyordur şimdi.” Bir mesele de bu konuydu, o dolandırıcıyı bulup cezasını kesmedikçe önüme sürülecekti. Yüzümdeki soğuk ifadeyi bozmadım. Saygılarını kazanacaktım, sadece zaman gerekiyordu. “Her meselenin yeri ve zamanı başka ama kıymetli tavsiyeleriniz için teşekkür ederim.” Dikkatlerin üzerimden çekilmesini sağlayan yine Faysal Bey’di. “Alaz” diyerek konuyu benden Moralı’ya çevirdi. “Şah gelmeyecek mi?” Demek tek geç kalan Moralı o değildi. Şah Moralı Alaz’ın amcasının oğluydu. İkisini de yakinen tanımamakla birlikte geç kalmalarının planlı olabileceğini düşündüm. Masadaki herkesi rahatsız eden fakat kimsenin açıkça çok da sert ifadeler kullanamadığı bu hareket belki de bir güç gösterisiydi. “Şah şu an yeni bir proje için Suriye’ye gitti. Toplantıya katılamadığı için çok üzgün olduğunu ve başsağlığı dileklerini iletti.” Aynı aileyi temsilen iki farklı kişinin masada olmasını yadırgamıştım fakat bakılınca burada bunu başaracak bir aile varsa onlar kesinlikle Moralılardı. Gerçi Alaz genelde ailesini politik işleriyle ilgileniyor, Şah ve Alper inşaat işlerine bakıyordu. Alper Moralı… Muhtemelen çok çapkın bir adamdı ancak medyadan bunu iyi gizliyordu. Şahin az önce yediği ayardan akıllanmamış olacak ki “kuzeninin nişanına bile katılmayacak kadar önemli bir proje olsa gerek” diye bir yorum yaptı. “Yoksa onu da mı davet etmedin Alaz?” “Nişanımı kaçırdığına çok üzülmüş gibisin Şahin, düğünüm için sana özel bir davetiye gönderirim. Ön sıradan izlersin.” Erdi “nişanını tebrik ederim küpeli, hayırlı olsun” dedi. Alaz’ın sol kulağından yukarı uzanan siyah yılan şeklindeki küpesi hangi malzemeden yapıldıysa ışık vurdukça altın parıltılarla aydınlanıyordu. Enteresan şekilde erkeksiliğini arttıran bir aksesuardı. Soğuk bir sesle “sağ ol” diye karşılık verdi, konuyu kapatmak istediği aşikârdı ama Erdi mesajı almadı veya görmezden geldi. “Diyorlar ki başkasının kadınını kendine eş seçti. Biz ihtimal vermeyiz ama millet…” Alaz’ın irislerinde tekinsiz, ürpertici bir karanlık belirdi. Hafif öne eğildi. “Aklını başına devşir!” Karşısındaki adam ondan çok daha yaşlıydı ama yerinde sindi. Omuzlarını hafif kaldırmış, boynunu kısaltmıştı. Belki de ensesindeki soğuk nefesi hissetmişti. “Namusumu ağzına alırken iki kez düşün Erdi. Yoksa milleti bilmem ama seni sonsuza dek sustururum.” Şahin ondan daha cesurdu. Ya da daha aptal… “Sakin ol Alaz. Sadece Daloğlu yeri göğü inletiyormuş. Biz senin iyiliğin için söylüyoruz. Sonuçta biz…” Sırıtarak masadakileri gösteren parmağı kendisinde ve en son Alaz’da durdu. “Aynı taraftayız.” Alaz’ın dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. Geri adım atmaya da gizli meydan okumalara açık kapı bırakmaya da niyeti yoktu. Sahip olmak istediğim gücü o ellerinde tutuyordu. “Yer de benim,” dedi sert bir sesle. Gözleri kısılmıştı. “Gök de benim.” Kararlı, özgüvenli, kendinden emindi. İnsanların önünde saygıyla eğilmesini hak ediyordu. “Sen sıkma o güzel canını hiç.” Masadaki ağırlığı burada oturanlarla tehditvari konuşmaktan çekinmeyecek kadar ortadaydı. O konuşurken Faysal Bey dâhi araya girmiyordu. Herkesi kafamda konumlandırmıştım. Masanın başındaki koltukta oturan Faysal Türkmen’di ancak taht aslında Moralı’nındı. Hiçbirine sırtımı yaslayamazdım, yine de yürüdüğüm yolda kimlerle nasıl mücadelelere girmem gerekebileceğini artık biraz biliyordum. Erdi kolay lokmaydı, Faysal Bey varisi bile olmayan yaşlı kurt, Şahin ise hırsları gözünü kör edebilecek tehlikeli ama aptal bir adamdı. Diğer iki adam ya iyi gözlemci ya da fazla pasif karakterlerdi. Hepsiyle ilgili detaylı bir araştırma yapacaktım. Zaman… İhtiyacım olan tek şey doğru hamleleri yapacak kadar zamana sahip olmaktı. Toplantı bittiğinde salondan ayrılan adımlarım güçlüydü fakat bütün kaslarım ağrıyordu gerilmekten. Sert ifademi bozmadan otelden çıktım. Kapıda beni karşılayan korumalarımın bir kısmı arabamı getirmek için hareketlenirken izlendiğim hissiyle başımı çevirdim. Az önce çıktığım büyük kapının önünde beni bekleyen onlarca adamın aksine tek bir koruma tarafından karşılanan Alaz doğrudan bana bakıyordu. Başımı eğerek selam verdim, o ise ne selamımı aldı ne de gözlerini üzerimden çekti. Dudakları arasına yerleştirdiği sigarayı yaktı. Onlarca araç beklediğimiz yolda belirdiği sırada ağır adımlarla bu tarafa yürüdü. Yanımdan geçip gitti. Kendisi için açılan kapıdan lüks aracına bindi ve arabalar birbirinin ardı sıra otelden ayrıldı. Çok tuhaf bir andı. Ne düşündüğünü okuyamamıştım. O bakışların altında küçümseme mi yatıyordu, yoksa sadece o da beni mi analiz etmeye çalışıyordu? Başımı hafifçe iki yana salladım. Hâlâ beklemenin siniriyle “daha bekleyecek miyim?” diye sordum yüksek sesle. Beyaz araba birkaç adım önümde durduğu gibi Eko benim için kapıyı açtı. Yerleşip küçük çantamdan telefonumu çıkardım. Ekrem de tam karşıma oturduğunda şoför koltuğundaki Ünal’a “Doğru eve” diye talimat verdim. Gelen bildirimlere göz gezdirirken Ceren’in mesajını görünce önce onu açtım. En son yanımdan zil zurna sarhoş ayrılmıştı sonuçta. “Seninki yapmış şovunu” yazıp bir link atmıştı. Pek linklere tıklama alışkanlığım bulunmasa da Ceren’e güveniyordum. Açtığım link bir sosyal medya paylaşımıydı. İrem’e ait bir paylaşım… Kaşlarım çatıldı. Babamın vefatının ardından ilk kez paylaşım yapmıştı. Büyük yası bitmişti sanırım. Haddinden fazla etkileşim alan paylaşımın içeriğini okumak için ikisinin yer aldığı eski fotoğrafın altına indim. İkisinin gülümsediği, mutlu bir çocukluk anını içeren fotoğrafın altına yazdığı satırlar kesinlikle samimiyetten son derece uzak, birkaç beğeni uğruna yazılmış sözlerdi. “Canım babam mekânın cennet olsun… Sensiz çok boş, eksik, yarım kaldık. Hepimizi sığdırdığın kocaman sıcacık kalbinin artık atmayışı beni kahrediyor. Ama bundan daha acısı ardında bıraktıklarının peşine toprağın kurumadan düşen avcıların böylesine yakınımızda olması. Senin kalbine koyduklarının nefsine kan bulanmış. Sahte dünyayla bu kadar erken yaşta yüzleşmek çok acı… Üstümüzdeki gölgeni çok özlüyorum. Gelsen, parçalanmış ailemizi yine toparlasan olmaz mı baba? Çünkü daha kalbimin bu özleme nasıl dayanacağını öğretmedin.” Kan beynime sıçradı. Okuduklarım karşısında damarlarım yanıyordu. Bu neydi şimdi, neye hırslanmıştı da böyle imalarla saldırıyordu? Şirket için verdiğim mücadeleyi, uykusuz gecelerimi, aldığım riskleri küçümsüyor beni insanların gözünde para avcısı bir canavar olarak lanse ediyordu. Sözde çok sevdiği babasının vefatını bile kullanmaktan çekinmiyordu bunu yaparken. Telefonu koltuğa fırlattım. Ünal aynadan baksa da bir şey demedi. Ekrem ise bir telefona bir bana çevirdiği gözleriyle çekincesini gizleyemese de “bir sorun mu var efendim?” diye sordu. Ünal’a “eve değil, şirkete gidiyoruz” dedim. Ani kararım ikisini de şaşırtmıştı. Bu gecenin sonlanmasını diliyordum artık. İrem’le yüzleşecektim ama şimdi elime geçirirsem canını yakabileceğimden geceyi evde geçirmemeye karar vermiştim. İrem’le en kısa sürede anladığı dilden konuşacaktım. Araba hızlandı. Gecenin karanlığında şirket binasına doğru yol alırken zihnimde kalabalıklarla boğuşuyordum. Satranç tahtasında etrafı rakiplerle çevrili tek kalmış bir taş gibi hissediyordum kendimi. Yine de pes etmemeye yeminliydim, ben bu oyunu oynayacaktım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD