1995 Ocak Ayı Doğu Anadolu Van Artos Dağı
Akyazı Jandarma Karakolu
Sabahın tan vaktinde güneş karların arasında yüzünü gösterirken ellerinde silahlarıyla bölükteki askerlerle birlikte güneşi selamlıyorduk. Karların üzerinde ışıl ışıl parlayan , parıltısıyla askerlerin uyanmamış gözlerini kamaştıran gün ışığı, vuslata sayımı yapılan günlerden birinin daha başlangıcını yapıyordu.
Güne başlamaya ne kadar zorlansam da teğmen olmanın verdiği görevle herkesten önce hazırlanırdım. Yatakhaneye giderek önce üstçavuşu kontrol edip sonra askerlerin hazırlanma kargaşasının nizamda olmasını sağlamak birinci vazifemdi. Küçücük bir aynanın önünde tıraş fırçasını sabununa sürüp yüzünü köpürtenler, aldığı duş ile buz tutmuş bedenini sobanın başında ısıtanlar, daha da erken kalkıp askerlerin kahvaltısını hazırlayanlar... Ast üst fark etmez hepimiz kader arkadaşıydık. Buradaki herkes bir ana kuzusu, bir yarin bekleyeni, bir babanın varisiydik. Kaderimizde çizilen orta yazgı 95 yılının Ocak ayında, Van soğuğunda burada olmamızdı. Her birimizin geride kalan ayrı bir yaşamı vardı.
Hazır olan askerler intizamlı bir şekilde kahvaltısını yapıp sabah görevlerinin başına geçtiler. Mıntıka temizliği için bir inip bir kalkan bedenler etrafı temizlerken toplanan sigara izmaritlerini ve diğer çöpleri karakolun uzağında bulunan konteynere bırakıyorlardı. Çatının üzerindeki karlar da hızlıca temizlendikten sonra artık herkes sıraya geçmeliydi.
Nizama duran askerleri selamladıktan sonra uzun süredir beklediğimiz Piyade Komando Yüzbaşı Fatih Ayaz karakolumuzu kontrol amaçlı ziyarete gelmişti. Bu ziyaretteki süre ne kadar olur bir bilinmezlikti; ama biz vaziyetimiz ve tüm intizamımızla yüzbaşının karşısında duruyorduk.
''Günaydın asker!''
''Sağ ol!''
''Nasılsın asker?''
''Sağ ol!''
Dağ taş selamlamaya eşlik ederek sesleri tekrar ediyordu. Yüzbaşı askerlerin arasında yavaşça gezerken eksik gördüğü yerleri tek tek vurguluyordu.
''Ne bu botun hali asker?''
''Temizlerim komutanım.''
Ne yapsaydı ki asker? Dağın her tarafı kar, kardan akan sudan yerler çamur..
''Nerelisin asker?''
''Mersin Silifke komutanım.''
Mersin'den gelen ana kuzusu bu zamana kadar görmediği karı en kalınından Van'da görmüş, ayakları diz kapağından daha yukarı kara batmıştı. Komutan incelemesine devam ederken içeriden uzman çavuş seslendi.
''Yüzbaşım sizi telsizden bekliyorlar.''
''Rahat!'' komutunu verdi ve telsizin başına gitti. Askerlerimiz ise görev ve talim yerlerine yerleştiler. Uzun süre bakakaldım ucu bucağı görünmeyen karlı dağlara. Yerdeki kar kümelerini ayağımla bir iki itekledim. Mutfak tarafına geçtiğimde bulaşıkla meşgul olan askerlerin konuşmalarına kulak misafiri oldum.
''Lan Ökkeş, ne oldu ananın baktığı kız?''
''Ede bilmiyorum ki, daha haber alamadım anamdan. Üç ayım kaldı ya anam sıralamıştır kızları, gidince görüştürür herhalde. ''
''Kardeş sizin orada nasıl evleniyorlar böyle ya? Annenin bakmasıyla kız mı beğenilir?''
''Sevdiği olanı anası gidip ister, iş biter. Benim gibi yürürken gözü toprakta olanın da sevgilisi olmaz, anası bulur.''
''Allah Allah! Annen de güzelden anlar mı bari?''
''Kimine bastı bacak der, kimine boyu kısa, bazısına fukara kurusu der, bazına besili. Anam da öyle kolay beğenmiyor ki kardeşim. Tam üç ayakkabı eskitmiş bana kız bakarken. Benimle oturacak deyince kız vermiyorlar. Gidince ne olacak bakalım?''
''Sizin iş iyiymiş Ökkeş ya. Benim kısa dönem ya bitince biz de takarız yüzükleri. Üniversitede buldum ben.''
''Ede, sizin iş daha kolay. Bak hele şimdi aklıma geldi senin baban hastaydı nasıl şimdi, iyi mi?''
''Dün konuştum, şimdi daha iyiymiş. Ameliyat olacak da benim askerliğin bitmesini bekliyorlar.''
''Allah şifa versin ede.''
''Sağ olasın Ökkeş'im.''
Kapıların ardında her birinin yaşamını gizliden dinler, yeni yeni dünyalara tanık olurdum. Bazen gülümser, bazen acır, bazen de için için ağlarken aynı ciddiyetle karşılarına dimdik çıkardım.
Yaşları on sekiz ile yirmi beş arasında değişen bu bölüğün içerisinde Yasin ve ben asteğmen olarak görev yapıyorduk. Yasin'in işi de zordu, onun hikayesi de farklı işliyordu. Yasin'in bir türlü çocuğu olmuyor, eşiyle birlikte tedavi görüyorlardı. Van'ın zorlu şartlarına eşini getiremediği için tedavisi yarım kalmış, kucağına alacağı çocuğun ihtimali bile yarınlara ertelenmişti.
Peki benim durumum nasıldı? Hamile karım Süheyla'mı anne ve babamın yanına, İstanbul'a bırakmıştım. Babamın onca ısrarına rağmen bir gün askerlik mesleğini bırakmayı düşünmedim. Kendimle birlikte sevgilim, meleğim Süheyla'mı da bu yola sürükledim. İlk hamileliğiydi ve ben bu zorlu süreçte bir türlü yanında olamadım. Üç aylık hamileyken bıraktığım güzel karım artık doğuma gün sayıyor, ben de telefonun ucunda gelecek müjdeli haberi bekliyordum. Cinsiyeti kızdı, adını bile söylemiştim; ama kararı eşime bıraktım. Çünkü o, bu görevi benden daha fazla hak ediyordu.
Bebeğimin saçı, gözü nasıl olur; boyu, kilosu kaçtır, diye hayal ederken sobanın üzerindeki asılı ıslak çoraplardan damlayan sudan çıkan cız sesi, hayal aleminden çıkardı ve bulunduğum yerin neresi olduğunu hatırlattı. Yüzbaşı telsizle yaptığı konuşmanın ardından asık suratla odadan çıktı. Moralinin bozuk olduğu her halinden belliydi.
''Komutanım bir problem mi var?''
......
Cevap vermeye pek niyeti yoktu. Dışarıdaki soğuğa aldırmadan uzak bir köşeye gitti ve benim gibi uzaklara daldı. Hepimizin yüzüne gülen güneş tekrar kapandı ve kar yağışı başladı.
''Komutanım içeri girin isterseniz, üşüyeceksiniz.''
Bir türlü beni duymayan yüzbaşının yanına gittim ve sessizliğine eşlik ettim. Belli bir zaman geçtikten sonra bana dönmeden, dağın uzak yamaçlarına bakarak konuşmaya başladı:
''Çok sessiz.''
''Neresi?''
''Dağlar.''
''Bu sessizlik hayra alamet değil teğmen.''
''Bu karda kıçlarını bile çıkaramazlar Yüzbaşım, anca kar erimeye başlayınca.''
''O iş öyle değil teğmen, öyle değil!'' diyerek içeri geçti. O sırada karakola bir telefon geldi ve banaydı.
Aldım elime telefonun ahizesini, karşıda annem vardı.
''Alo, anne!''
''Anası kurban yavrum, müjdemi isterim Ali'm.''
''Anne ne oldu, kızım mı doğdu yoksa?''
''Yavrum, evladım baba oldun baba. Sabah vakti gözlerini açtı meleğim dünyaya.''
Kalbim heyecandan küt küt atarken göz pınarlarım kendini tutamadan akıyordu. Gülme ve ağlama birlikte garip bir durum yaşıyordum.
''Oğlum görsen bembeyaz topacık bir kız. Bir tatlı bir tatlı, aynı sen.''
''Yaaa! Peki Süheyla nasıl anne? Konuşabiliyorsa telefonu versene ona.''
Süheyla telefonun ahizesini aldı ve yorgun sesiyle konuşmaya başladı:
''Ali nasılsın?''
''Ben iyiyim Süheyla'm, nazlı çiçeğim asıl siz nasılsınız? Zor oldu mu doğumun?''
''Oldu be Ali'm; ama ikimiz de iyiyiz şimdi. Bir görsen yumuk yumuk elleri, kocaman gözleri var, daha açamıyor ama.''
''Ah Süheyla'm, yanınızda olmayı o kadar isterdim ki sana anlatamam; ama şartlar.''
''Biliyorum canım üzme kendini. Görevin bitince hep beraber olacağız inşallah. Adını ne koyduk biliyor musun?''
''Ne?''
''Tahmin et.''
Canım sevgilim yine her zamanki gibi nazlıydı, sesinde ayrı bir eda vardı. Hiçbir zaman beni kırmaz, her durumu anlayışla karşılardı. Askerlik mesleğinin zorluğunun yanında Rabbimin verdiği en güzel hediyeydi Süheyla.
''Yoksa, Aybala mı koydun adını?'' güldü gül goncam. Hemen anladım kızımın adını benim istediğim ismi koyduğunu.
''Evet Ali'm. Başka isme dilim gitmedi.''
''Teşekkür ederim inci tanem. '' boğazımda bir yumru oluşurken içimde tarifi imkansız bir mutluluk vardı.
''Ali, babana vermek zorundayım, öpüyorum seni. Artık bir de kuzumuz var bizimle kal olur mu?'' sevincimin yerini hüzün devraldı.
''Dua et Süheyla'm, dua et.''
''Allah'a emanet ol Ali'm. Dualarımız hep seninle.'' dedi ve babama verdi telefonu. Babamla konuşurken her zaman olduğu gibi yoğun kar yağışından konuşmamız kesildi.
Sandalyemi çekip yerimden kalktım, baba olmanın verdiği gururla askerlerimin arasına daldım. Nizamın işleyişi için gösterdiğim sert yüzümün yerine gülücüklerle baktım onlara.
''Arkadaşlar, baba oldum baba. ''
''Ooo komutanım hayırlı olsun! Allah analı babalı büyütsün inşallah.'' birliğimde o an görebildiğim tüm erlerime sarıldım. Analı babalı büyüme ne de güzel bir duaydı bizim için.
''Tatlınızı Van'a ya da Gevaş'a gittiğimde getiririm arkadaşlar.'' o sırada muhabbetimize yüzbaşı da katıldı. Bildiğim kadarıyla onun da iki kızı vardı, ailesini Van'da lojmana yerleştirmişti. Kendi güvenliğimizin yanında aile güvenliği her şeyden önce gelirdi. Askerlik mesleğine başlarken imzaladığımız veraset kağıdının sahipleri sürekli değişirdi. Önce anne veya babayken sonra eş ya da çocuk olurdu. Naaşımızdaki yaralarımız temizlenir, kimin adını verdiysek cansız bedenimiz ona teslim edilirdi. Yüzbaşı Fatih elini omzuma koydu ve iyice sıktı:
''Yaşamak için artık büyük bir nedenin var Teğmen Ali. Kendini bir korurken bundan sonra iki koruyacaksın. Namlunun ucuna gelince gözüne kızının gülüşleri gelecek ve daha da keskin gözlere sahip olacaksın. Hayırlı olsun evladın.''
''Teşekkür ederim komutanım.''
Yüzbaşının söyledikleri tamamen doğruydu. Daha görmediğim benden bir parça olan küçücük bedeni şimdiden özlüyor, kokusunu hissetmeye çalışıyor ve ona kavuşmayı sabırsızlıkla bekliyordum. Küçük çaplı çatışmalara arada şahit olsam da bu zamana kadar fiili olarak katılmamıştım. Can korkusu, yanında şehit olan arkadaşının kan kokusu ve o anın şoku anca yaşayanlardan dinlediğim kadarıylaydı ve yüzbaşım sanırım bu durumu çok iyi biliyordu.
Öğle yemeği nizamla yenildikten sonra artan karın eşliğinde askerlere atış talimi yaptırdım. Kar yağışı eğer gece de böyle sürerse bir adamın boyunu geçerdi. Talimden sonra yorulan erlerin dinlenmesi için kısa bir mola verdik.
Birbirimizden başkasını görmediğimiz için burada her gün birinin günü olur, hep beraber onun adına sevinir, onun adına ağlardık. Bugün de benim günümdü sanırım. Mola anında bile dinlenmeden koğuşun her bir yanını geziyor tek tek askerlerle konuşuyordum. O esnada Ömer isimli erin pencereye kuş çizdiğini fark ettim. Yanına yaklaştım ve selamlayarak konuşmaya başladım.
Ömer'de garip bir hal vardı, önce beni selamladı, rahat komutumla buruk bir tebessüm vererek yatağına oturdu. Elinde bulunan şapkasını evirip çevirip ezerken diğer yandan da yere bakıyordu. Ben mutlu haberin verdiği sarhoşlukla bir gariptim, Ömer ise kaynağını bilmediğim bir sebepten garipti. Askerimle arama ince bir seviye koysam da günün adamı olarak bütün sınırları bugün kaldırmaya kararlıydım.
Ömer'in yanına sessizce oturdum.
''Artos Dağı ve karlar seni mateme mi soktu Ömer, ne bu efkar?''
Ömer efkarlı halini dağıtmaya çalışır gibi toparlandı, yalandan gülümsedi :
''Yok komutanım! Ne yapacak dağ, kar bana. Bugün değişik bir rüya gördüm, ondandır bu halim. Çok etkilendim.'' Pencereye tebeşirle çizilen üç kuşa gözüm kaydı.
''Ne gördün rüyanda Ömer?''
''Komutanım, bizim bölükten üç tane kuşun uçtuğunu gördüm rüyamda. Yavaşça karların arasında göğe yükseldiler. '' rüyayı dinlediğimde yüzüme düşen gölgeyi gizleyerek Ömer'in omzunu tuttum:
''Kuş rüyada haberdir, bak kızımın doğduğunun haberini aldım. Bakalım bugün başka kim güzel haberler alacak?''
''İnşallah komutanım, sizin gibi biz de güzel haberler alırız. Kızınızın ismine ne koymuşlar?''
''Aybala.''
''Hiç duymamıştım komutanım. Ne demek Aybala?''
''Ay gibi parlak çocuk anlamında.''
''Adıyla ve sizlerle uzun ömürler yaşar inşallah.''
''İnşallah Ömer, sen de kendini toparla haydi.''
Bu dağlarda memleket ve sevdiklerimize hasretin yanında içimizi kavuran diğer bir şeydi ölüm korkusu. Şehitlik makamının yüceliğinin hepimiz farkındaydık; ama sonuçta insandık. Bu vazifenin böyle bir sonucunun da olduğunu kabullenmiştik. Haberlerde şehit cenazelerini gördüğümüzde yemekhane bir sessizliğe bürünür, olası sonucumuzun fragmanını içimiz burkularak izlerdik. Dışarıda talim yapıldığında bölüğün içinde kulağını kapatan arkadaşlarımız bile vardı. Kurşun seslerine tam alıştım derken tezkere kağıdıyla her bir asker kendi bayramını yaşardı.
Ömer'in yanından ayrılınca yüzbaşı karşımda belirdi:
''Ali Teğmen Gevaş-Muradiye arasında bir köy yoluna çığ düşmüş. Kurtarma çalışmasına katılmanız gerekiyor. Beş erini hazırla gece olmadan bu işi bitirin.''
''Emredersiniz komutanım.''
''Arkadaşlar bugün nöbetçiler kimdi, göreve gidiyoruz?''
Diğer teğmen arkadaşım yanıma geldi:
''Ali Komutanım bugün ben gideyim, mutlu gününde seni yormayalım.''
''Olur mu teğmenim bu görev bizim nasibimiz, başka zaman bu fırsatı kaçırmam ama haberin olsun.''
Gülüştük beraber. Evet, her görev ayrı bir nasipti ve biz de orada mahsur kalan kardeşlerimizi kurtarıp bugünün nasibini alacaktık. Karşımda Kahramanmaraşlı Ökkeş, Samsunlu Ömer, Mersinli Harun, İstanbullu Tolga ve Elazığlı Ahmet hazır bekliyorlardı.
''Hazır mısın asker?''
''Hazırız komutanım.''
''Gerekli teçhizat hazır mı?''
''Hazır komutanım.''
''Araca asker.''
Arkadan Yüzbaşı Fatih Bey seslendi, aracın ön tarafında yerimi alacakken durarak ona baktım:
''Efendim komutanım.''
''Ali Teğmen, bekle ben de geliyorum.''
Yüzbaşının aramıza katılması beni çok şaşırtmıştı. Aracın ön tarafında benim yanımda yerini aldı.
''İçimde tuhaf bir his var Ali Teğmen, sizi yalnız bırakamam.''