2. Bölüm

3441 Words
Doktoru beklerken, elimle ritim tutuyordum. Bir yandan da sürekli geldiğim bu muayenehanenin detaylarını inceliyor, her gelişimde farklı bir şeyler buluyordum. Bugün de perdenin tokasını keşfetmiştim. Gümüş varaklı, ucunda kristal topuzu olan bir tokaydı. Yeşil, kaşmir perde, duvarın buz beyazı rengiyle uygun görünüyordu. Diğer doktorların aksine Ahmet ağabey, stor perde kullanmıyordu. Muayenehanesini evi gibi klasik döşemişti. Kahverengi, oldukça ağır, aşağıya doğru kıvrılarak incelen ayakları olan bir çalışma masasını, yine klasik bir koltukla tamamlamıştı. Muayene masası bile diğer mobilyalar gibi kahverengiydi.   Ahmet ağabey babamın çocukluk arkadaşıdır, birlikte büyümüşler. Bugüne kadar da arkadaşlıklarını sürdürebilen ender insanlardandı. Bir senedir birlikte egzersiz yapıyoruz. Oldukça eğlenceli bir adamdır. Ahmet ağabey, 37 yaşında, kır saçlarına rağmen oldukça genç gösteren bir yüze sahip. Henüz bekâr olmasını utangaçlığına veriyorum. Aramızda kalsın, bu yaşına kadar tek bir kadınla dışarı çıkmış değil. Babamla dışarda ne konuştuklarını merak etmeye başlamıştım ki Ahmet ağabeyin sekreteri içeri girdi.  “İçecek bir şey ister misin? Çay, kahve ya da soğuk bir şey?” Şevval, Ahmet ağabeyin çalışanı, henüz 25 yaşında. Kumral saçlar, koyu kahverengi gözler, oval bir yüz… İşe yeni başladığı için biraz gergin. Eski çalışan, doğum iznine ayrıldığı için geçici olarak burada ve hata yapmak istemediği her halinden anlaşılıyor.   “Çay içerim. Teşekkür ederim.” Başını sallayıp çıkarken geçen akşamı düşündüm. Ayşen teyze, ayaklarımın oynadığını görünce babama haber vermiş, o da heyecandan Ahmet ağabeye… Sonuç olarak buradaydık. Biraz önce birkaç testten geçmiştim, şimdi babamla kritiğini yapıyorlardı. Nihayet babamla kapıdan girdiklerinde yüzleri aydınlıktı. İyi haber!  “Alya canım, sıkılmadın inşallah.” Koltuğuna yerleşip ellerini kavuşturdu. Konuşmama fırsat vermeden devam etti. “ Haberler iyi. Biliyorsun, ben bu durumun psikolojik olduğunu düşünüyordum, hâlâ öyle düşünüyorum. Yine de bu kadar zamandır yürüyememen tuhaftı. Babanla da bunu konuştuk. Egzersizler işe yaramış olmalı. Bundan sonra daha sık gidip geleceksin…” dudakları gerilip kavis çizidi. “Tabii özel yaşamını kısıtlamayacak şekilde bir program hazırlayacağız.” Tam o anda yeni sekreter kapıyı tıklatıp içeriye girdi. Çayı, önüme bırakırken Ahmet ağabeyle babama,  “Bir isteğiniz var mı efendim?” diye sordu. İkisi de başını olumsuz anlamda salladı. Yeni sekreter, bizi yalnız bırakırken bardağı elime alıp iki küp şeker attım. Çayı karıştırırken,  “Bu pazartesi yetenek sınavı var, bir sonraki hafta yine pazartesi ikincisi… Yani pazartesi günlerini es geçelim. Onun dışında bir itirazım olmaz.” Dudaklarını birbirine bastırdığında ince bir çizgi haline geldi. Elinde evirip çevirdiği kalemi, havaya kaldırıp belli bir noktaya atış yapıyormuş gibi salladı.  “Tamam, haftada üç defa gelsen yeter, gelmediğin günler, evde gösterdiğim hareketleri yaparsan 30 gün sonra koltuk değnekleri yardımı ile yürüyebilirsin. Bir süre sonra onları da atarız. Acele edeyim diye kendini zorlama…”   Sonunda yürüyebilecektim bu yıl benim için gerçekten güzel bir yıldı. Her şey o kadar güzel ilerliyordu ki bu büyünün bozulmasından ölesiye korkuyordum.  Sevinçten çığlık atabilirdim. Bir daha hiç yürüyemeyeceğimi düşünmüştüm, şimdi iyileşebileceğimi öğrenmek... Tarifi mümkün değildi. Şaşkındım, sevinçliydim ve ağlamak istiyordum.   Ahmet ağabey, bana bir program hazırlayıp göndereceğini söylerken yarım kulakla dinliyordum. Evde yapacağım ufak egzersizleri gösterip bizi yolcu etti. Babamla yolculuk, oldukça sessiz geçti. Arada bir birbirimize bakıp gülümsüyorduk. Tuhaftı, gergindik, beklentinin getirdiği bir gerginlikti bizimkisi. Ya bundan da bir şey çıkmasaydı. Hayır, biliyorum bir gelişme vardı ama ya daha ileriye gidemeseydim… Atölyenin önünde durunca şaşırdım. Babam, bana dönüp,  “Biraz bekle tamam mı?” dediğinde ses çıkarmadan onayladım. “Almam gereken birkaç parça var. Hemen geliyorum.” Kapıyı açıp, atölyeye koşarken merakla bekledim. İçeriden büyük bir paket çıktığında merakım daha da arttı. Paketi bagaja yerleştirip yerine geçerken bana baktı. “Sürpriz! Eve gidince gösteririm.” Üstelemedim. Nihayetinde eve iki adımlık yol kalmıştı, sabredebilirdim. Arabayı eve doğru sürerken konuşmaya devam etti. “Bu arada, Ayşen teyzenin torunu, neydi adı?” Kaşlarım havaya kalktı.  “Semih?”  “Hıhı. Evet, o. İstanbul’a geliyormuş. Bugün tercih sonuçları açıklandı.” Sınava girmiş olması şaşırtıcıydı elbette. Ancak konuşmanın devamı beni daha da şaşırttı. “İTÜ mimarlık kazanmış. Haftaya pazartesi kayıt yapılacakmış, saat bir ile üç arasında… Sen yetenek sınavındayken ben, onun işlemleri için gitsem olur mu?” Babam, bizim haylaz Semihten mi bahsediyordu? Hani şu Ayşen teyzenin, ‘Zibidi’ dediği… Gözüm pörtledi.  “O, orayı nasıl kazanmış? Hani işe yaramazın tekiydi?” Sesimde merak vardı, asla küçümseme değildi. Babam, evin önüne geldiğinde aracı durdurdu. Bana dönüp,  “Hep önyargılı olmayın, diyen sen değil miydin? Biz, sadece Ayşen teyzenin söylediklerini biliyoruz,” dedi. Mantıklı, sonuçta her babaanne, torununu yerden yere vurabilirdi. Kapıyı açıp beni kucaklayarak salona taşıdı. Ben, koltuğa kurulurken babam tekrar dışarıya koştu. Bir süre sonra elinde biri kocaman, ikincisi küçük iki paketle geldi. Elindekileri gösterdi.  “Hediyen. Senin için, açmamı ister misin?” ben, başımı sallayarak onay verirken, küçük paketi bana verip diğer paketi açmaya koyuldu. Güzel bir şövale… Babam iyi iş çıkarmıştı her bir kenarına, helezonik oymalar yerleştirip ortaya doğru yükselterek, birleştirmişti. Benim için ayaklarını tekerlekli yapmıştı. Daha önceki şövalemden daha büyük ve ihtişamlıydı. Ağır olması, kullanışlılığını etkilerdi tabii ama böyle bir hediyeyi sadece evde kullanabilirdim. Ne düşündüğümü anlamış gibi,  “Okula daha hafif bir şövale götürürsün. Eskisini götürebilirsin, hem o daha hafif...” Kucağımdakini gösterip, “Açmayacak mısın?” dedi. Küçük paketi elimde evirip çevirdim.  “Bir tahminim var.” Elimle tartarak, “Palet?” diye sordum. Cevap vermesine fırsat tanımadan paketi açtım. Doğru tahmin, ikinci hediyem, aynı motifle işlenmiş bir paletti. Kimse bu tür eşyalar için öyle zahmete girmezdi ama benim babam, yapardı işte… Gülümsedim. “Çok teşekkür ederim baba, bunları kullanmaya kıyabilir miyim bilmiyorum ama…” Sözlerin devamı gelmedi, duygulanmıştım. Hızla toparlanarak dudak büktüm. “Bunun fırçası eksik.” Gülümseyerek yerdeki çöpleri topladı. Doğrulduğunda,  “İstediğin fırça olsun,” dedi. Alnımdan öpüp şövale ve paleti odama götürürken şanslı bir kız olduğumu düşündüm. Her şeye rağmen... Babam, veda edip atölyeye gittiğinde yalnız kalmıştım. Yalnızlığa hiçbir zaman alışamayacaktım, bari bugünü benimle geçirseydi. Silkindim, sonuçta yetiştirmesi gereken siparişler, geçindirmesi gereken bir evi vardı. Şımarıklığın sırası değildi.  10 dakika sonra Ayşen teyze geldiğinde televizyonda beyin hücreleriyle ilgili bir belgesel izliyordum. Bu tip belgesellere bayılıyordum. Özellikle vücudun kas, sinir ve kemikle ilgili olan belgesellerden. Bu belgesellerle ilgili bir koleksiyonum dahi vardı. Çocukken bu ilgim yüzünden herkes, doktorlukla ilgilendiğimi düşünürdü ancak bu sadece bir ilgiydi. Hepsi bu… Ayşen teyze, eteklerini toplarken neşeli görünüyordu. Yaydığı enerji, uyuşukluğu üzerimden atmama yetti. Yanımdaki koltuğa yerleşirken,  “Kızım, bil bakalım ne oldu?” dedi. Dudaklarım alayla kıvrılırken,  “Senin şu haylaz gelecekmiş, üstüne üniversite okuyacakmış. Hani ondan bir cacık olmazdı?” dedim. Sesimdeki imayı görmezden geldi.  “Yanındaki arkadaşı sağ olsun, bizim sıpayı dize getirmiş. İkisi bir okumaya gelmiş, benimle kalacaklar. Yarın da gelecekler.  Vallahi Allah razı olsun, elinden tuttu çocuğumun.” O kadar enerjikti ki hızına yetişemiyordum.  “Dur, Ayşen teyzem. Kim geldi, kim kazandı, ne diyorsun anlamadım. Sakince anlat işte.” Televizyonu kapatıp, “Hadi seni dinliyorum,” dedim.  “Kızım, hani bugün sen babanla gittin ya, ben de eve gittim. Telefon geldi bizim oğlandan. ‘Babaanne, ben oraya geliyorum üniversiteyi kazandım. Arkadaşım da gelecek izin verirsen,’ dedi. “Sözlerinin etkisini görmek için duraksadı, “Benim oğlan hiç böyle konuşmazdı. İzin istemek hak getire, ne yapacağını bile söylemezdi.”  Ayşen teyzeyi böyle sevinçli görmek güzeldi. Çocukluğum onunla geçti, babam atölyedeyken ben, ona koşardım. Yemek yapmayı bana, o öğretti. Elinde büyüdüm desem yeridir. O nedenle Ayşen teyzemi mutlu görmek, beni de mutlu ediyordu. Bir süre sonra konuşmaktan sıkılarak mutfağa, yemek yapmaya gitti. Bende televizyonu açıp izledim…  Günüm öylece geçip gitti. Akşam babamla Ayşen teyzemin yaptığı yemekleri yemiş, odalarımıza çekilmiştik. Banyoya girip dişlerimi fırçalamış, pijamalarımı giymek için dolabı açmıştım. Çamaşırlarım üst üste yığılmıştı. Boyum yetişmiyor diye hepsini alt katlara yığmıştık. Haliyle kırış kırıştı giysiler. Derin bir nefes aldım. Ümitlenmek istemiyordum ama elimde değildi. Bir gün dolabın en üst katlarına kıyafetlerimi koyabilecektim.   Kıyafetlerimi çıkarıp pijamalarımı giydiğimde nefes nefese kalmıştım. Yatağa yanaşıp kendimi yukarıya çektim. Bacaklarımı kavrayıp yatağın üzerine koyarken zorlandım. Başımı yastığa koyarken deliksiz bir uyku diledim.   *** Simsiyah saçları, parmaklarımın arasındaydı. O kadar yumuşak ve düzdü ki elimi içinden çekesim gelmiyordu. Göbeğime, ıslak bir öpücük bıraktığında ürperdim. Onu kendime çekmek istiyordum ama o, oralarda oyalanmaktan hoşlanıyor gibiydi. Eli, kaburgalarımın üzerinde gezinmeye başlayınca saçlarından sertçe çektim. Kalp atışlarım hızlanmıştı.   Üstümde yükselip yüzünü görecekken bir şey beni uyandırdı. Alarm kurmuştum. Ancak yanlış saate kurmuşum. Saat henüz sabahın dördüydü. Elimi yüzüme gömüp kalp atışlarımın yavaşlamasını bekledim. Hep böyle oluyordu. Esmer aşığımın hiçbir zaman yüzünü göremiyordum. Utanç vericiydi belki ama sonuçta genç bir kızdım. Hormonlarım coşagelebilirdi. Ertesi gün babamla egzersiz yapacaktık, uyumalıydım. Tekrar gözlerimi kapayarak uyumaya çalıştım. Biraz zor oldu fakat uyandığımda günün rutin işlerini yaptık. Kahvaltı, egzersiz, resim çalışması, vesaire…   Akşama doğru kapı çaldı. Babam kapıyı açarken epey vakit geçirdi. Sanki görebilecekmişim gibi başımı uzattım. İçeriye tanımadığım bir genç girdiğinde dikkatle onu inceledim. Açık kumral saçlı, ela gözlü, köşeli bir yüz ve çok uzun bir boy. Muhtemelen 1.90 üzeriydi. Sima olarak tanıdığım birini anımsattı. Bu, oydu. Semih. Daha onun şaşkınlığını üzerimden atamadan, hemen arkasından bir genç daha girdi içeriye. Onu tanıyordum! Karnıma kramplar girerken o, elini sallayıp yılışık yılışık sırıtıyordu. Midem bulanmaya başladı, bu gerçek olamazdı. Yine rüya görüyor olmalıydım, gerçek olmasının imkânı yoktu!   Bir süre sonra Ayşen teyzeyle babam da içeri girdi. Tüm gözler bendeydi. Sessizliği ilk bozan Ayşen teyze oldu. Semih’i gösterirken,  “Bak kızım, bu sarı oğlan, benim torun.” Rüyamdakini göstererek, “Bu da, arkadaşı Baha…” dedi. Beni gösterdiğinde soluğum kesilmişti. “Bu kız da benim Aylam.” Babam araya girerek,  “Alya,” diye düzeltti. Sonra çocuklara dönerek, “Hadi çocuklar, biz mutfakta konuşalım,” dedi. İkisinin arasına girip omuzlarından tutarak onları mutfağa yönlendirdi. Adını henüz öğrendiğim Baha, yürürken arkasına bakıp bana göz kırptı. Ellerim terlemişti. Safra tadıysa boğazımı zorlarken daha fazla dayanamayıp Ayşen teyzeye iş çıkardım. Rezil olmuştum…  *** Gözlerimi araladığımda, odayı dolduran günışığı yüzünden rahatsızlık duydum. Mızmızlandım. “5 dakika daha lütfen. Dün hiç uyuyamadım!” evet, dün uyuyamamıştım. Rezil olduktan sonra banyoya girmiş, onlar evden gidene kadar odamdan çıkmamıştım. Sonra da uyuyup rüya görmekten korkmuştum. Sabaha karşı daha fazla dayanamayıp uyuduğumda da hiçbir şey görmemiştim. Allaha şükür! Şimdi ise kalkamıyordum. Babam, yorganı atıp üstüme eğildi.   “Saat 9. Atölyeye gitmem lazım ve içerde kahvaltı için seni bekleyen insanlar var. Bekletmek kötüdür…” Babam, beklemekten de bekletilmekten de nefret eder. Bana yıllardır aşılamaya çalıştığı şey buydu. Anneme çekmiş olmalıydım, hiçbir zaman, bir yere tam vaktinde yetişmiş değilim.  “Ya, sabah sabah kim gelir ki?” Kendimi yukarı itip telefona baktım. Seraptan 6 mesaj vardı. Yine ne olmuştu acaba? Mesajları okuyacakken babam, elimdeki telefonu aldı. Kaşlarını çatarak,  “Yeni komşularımız burada. Tanımadığın için önemsemiyor olabilirsin ama Ayşen teyzene ayıp oluyor.” Elini beline yerleştirdi. “Ona gösterdiğin tutumun, bu olduğunu düşünecekler. Kalk hadi.” Haklıydı. Yanlış anlaşılabilirdim. Rüyamdaki bir figürün gerçekte karşıma çıkması tesadüftü. Başkalarının başına da bu tür şeyler geldiğini duymuştum, abartmamalıydım.  Babam, sandalyeyi yanaştırıp beni kaldırdı. Bu sefer kendimi sandalyeye ben oturttum. Babam destekli olsa da bu da bir gelişmeydi. Banyoya doğru gidip elimi yüzümü yıkadım. Dolabın önüne geçip bugün ne giyeceğime karar verirken tedirgin olmaya başladım, buradaydı. Kahvaltıya gidip gitmemekte tereddüt ettim. Gitmese miydim acaba? Ama o zamanda babamın dediği gibi Ayşen teyzemi utandırırdım. Elimden geldiğince hızlı giyindim…  Salona geldiğimde herkes bana döndü. Hâlâ sırıtıyordu. Bu çocuk hep böyle mi geziyordu Allah aşkına. Yerime geçip herkese, “Günaydın!” dedim. Sesimi neşeli tutmaya çalışıyordum ama gergindim. Bugün kimseye iş çıkarmayacağım belli olunca daha rahat davranmaya çalıştım. Bu ya bir tesadüftü ya da beynimin bana oynadığı bir tür oyun. Böyle düşününce epey bir rahatladım. Sohbet babamın, Baha ile Semih’i sorgusuyla başladı. Kaç puan almışlardı, nerede tanışmışlardı, nerede kalacaklardı.   “Burs işi halledilinceye kadar benim yanımda çalış. Şu sıralar yardıma ihtiyacım var. Çırağın, bu yıl daha az çalışması gerekiyor. Üniversite öğrencisi o da…” Tereyağına uzanırken gülümsedi. “Çok zeki bir çocuk, ailesine yük olmamaya çalışıyor. ” Başını memnuniyetle sallarken çatalını havaya kaldırıp sallamaya başladı.  “Çok bir şey istemiyorum akşam, 7 gibi gelip atölyeyi temizle, arada da siparişleri sahiplerine ulaştır. Elbette okulu etkilemeyecek. Sadece şu sıralar Alya ile daha çok vakit geçirmem gerekiyor.” Ağzına bir zeytin alıp çiğnemeye başladı. “Çok bir şey veremem ama kitap ve yemek paranı karşılar.” Teklifinin yanıtını sorarcasına kaşlarını oynattı. Baha, gülümsediğinde ürperdim.  “Çok sevinirim. İhtiyacım var doğrusu. Ailem, okul konusunda destek çıkamayacak durumda.” Üstündeki kıyafetlere bakınca hiçte öyle görünmüyordu. Yine de bilemezdiniz. Ne derler bilirsiniz, parayla imanın kimde olduğu belli olmaz. Onlar konuşurken ben, düşüncelerle boğuştum. Kendimi, bunun bir zihin oyunu olduğu konusunda teskin ediyordum. Aklıma Serap’ın, bana daha önce söylediği şeyler geldi.   Kuzeni, bir arkadaşının yastığının altına ayna ve tarak koymuşta, kız, rüyasında yakışıklı bir çocuk görmüşte, falan filan. Aradan çok zaman geçmeden onu, istemeye gelen görücünün rüyasında gördüğü çocuk olduğunu görmüş. Yani yastığımın altında ne tarak ne de ayna vardı ama demek ki olabiliyormuş. Tanımadığın, gerçekte var olan birini rüyanda görebilirdin. Tabii, şu evlilik konusuna gelirsek… Başımı iki yana sallayarak düşünceleri kovmaya çalıştım. Ancak bir kere beynime üşüşmüşlerdi bile. Yanaklarımı al basınca elimle sıcaklığı almaya çalıştım. O kadar çok dalmıştım ki babam, “Senin için uygun olur mu Alya?” dediğinde bir an şaşırdım. Sessizliğimi koruyunca, “Benim bugün bir iş görüşmem var diyordum.” Gözlerimi kırpıştırdım.  “Hı?” babam iç çekip tekrarladı.   “Ayşen teyzen pazara gidecekmiş, yalnız kalabilir misin?” Başımı o kadar hızlı salladım ki saçlarım yüzüme düştü.  “Tabii kalırım. Belki Serap’ı da çağırırım. Uzun zamandır görüşemedik.” Babam memnuniyetini belli edecek bir şekilde gülümsedi. Dikkatini tekrar Baha ile Semih’e verirken ben de sessizliğimi koruyarak onları dinledim.  Kahvaltı boyunca babam, ikisiyle sohbet etti. Bir süre sonra iyice kaynaşıp gülüşüyorlardı. Kahvaltı bittikten sonra babam işe, Ayşen teyze ve çocuklarda eve gittiler. Ben de telefonu bulup Serap’tan gelen mesajları okumaya başladım.   “O gelenler kim?”,   “Katalogdan fırlamış gibiler ve onlar şuan sizde!”,   “Beni de tanıştır. Lütfeen!”   Geriye kalan mesajları okumadım. Hepsinin ana temasının, yeni komşu çocukları olduğu belliydi. Bana gelmesi için kısa bir mesaj atıp salona geçtim. Sehpanın üstündeki kitabı alıp okumaya başladım. Fantastik bir romandı. Hani şu konusu vampirli olanlardan…   Tam heyecanlı bir yere geldiğimde kapı çaldı. Kitabı bırakıp kapıya yöneldim. Halı, sandalyemin altında buruştuğunda takıldım. Bir gün kapıya yürüyerek gidecektim. Geriye gidip halının düzelmesini sağladım. Düzelince tekrar ileriye atıldım. Bu sefer sorun çıkmadı. Kapıya giderken Serap’ı bekliyordum ama karşımda Semih ile Bahayı görünce donakaldım. Keşke rüyada olduğu gibi kendimi bir yerden atınca gitselerdi. Ancak bu bir rüya değildi ve kaçacak bir delik de yoktu. İlk konuşan Semih oldu.  “İçeri geçelim. Konuşacaklarımız var.” Bu konuşma tarzı çok rahatsız ediciydi, fazlasıyla buyurgan… Onlar içeriye geçerken ben, şaşkınlıktan öylece bakakaldım. Kapıyı kapatıp peşlerinden giderken ne için gelmiş olabileceklerini düşünmeden edemedim. Evlerindeymiş gibi rahat davranıyorlardı. Semih, hınçla bana dönüp,  “Sana farklı yollardan ulaşmaya çalıştık. Sense bizi, bu duruma soktun!” Efendim? Bu kibirli budala, beni suçluyor muydu yani? Hangi cüretle! Tabii sesim çıkmadı, dut yemiş bülbüldüm. Baha, elini alnına dayadı.  “Semih, biraz kibar ol! Onun hiçbir şeyden haberi yok.” Semih’in, yüzünde pis bir sırıtma belirdi.   “ Evet, orası belli, baksana nasılda apışıp kalmış.” Bu kadarı fazlaydı ama azarlamalar, hakaretler neydi ki şimdi bu? Semih’e kaşlarımı çatıp,  “Evime gelip beni istediğin gibi azarlayamazsın!” dedim. Bakışlarımı yüzünden çekmeden, “Hakaret edemezsin. Ayrıca sizi tanımıyorum dün, ilk kez sizi gördüm. Ne iletişiminden bahsediyorsun anlayamadım!” öfkeliydim, çok hem de! Baha, önüme gelip diz çöktü.  “İlk defa mı, emin misin? Bir düşün istersen. Ay ışığı altındaki görüşmemizi hatırlıyorsun, banyodakini de ve odandakini…” son sözlerinden ima akıyordu, “Her ne kadar daha samimi olmasını istesem de…” Sıcak bastı. Çok yakındı ve gözleri… Toparlanmam uzun sürmedi, sandalyeyi geri çekip,  “Her neyse, sorun ne, benden ne istiyorsunuz?” Semih, kollarını kavuşturarak,  “Yardım etmen gerek. Rüya avcıları, Erva’yı kaçırdılar. Senin annen…” Baha, Semih’e bakıp,  “Hey, hey dur. Konuya böyle dalamazsın.” Ayaklarının uçlarında, çömelir vaziyette, emekleyerek biraz daha yaklaştı. “Bak, rüyaların bilindiği gibi olmadığını az çok anladın. Rüya gördüğünde ruh benden tam ayrılmaz ama çıkıp çıkmamak arasında gidip gelir. O kuleyi hatırladın mı? Orası derin uyku, delta kulesi diyoruz. Oradan çıkmazsan ruh yerinde kalır, ama oradan ayrılırsan gerçek dünyada gezersin, rüyada yürürsün.” Sözlerini daha etkili kılmak için elimi tutup gözlerimin içine baktı. “Sen Rüya Efendisisin.” Elimi çektim, saçmalık, neyin kafasıydı bu.   “Bir şey falan içmediniz değil mi? Saçmalıyorsunuz da.” Semih, donuk gözlerle,   “Sana söyledim anlamıyor, göster şuna.” Baha, ona dönüp iç çekti. Ayağa kalkarken, bacaklarını salladı. Kot iyi oturmuştu. Düz, bordo tişörtü düzgün omuzlarını sarıp kollarını sıkıyordu. Çok etkileyiciydi. Eli yumruk halini alırken,  “Bu kadar aceleci olmak zorunda mısın?” dedi. Tekrar bana döndüğünde yüzünde bezginlik izleri vardı. “Bak, ilk kez tanışmıyoruz. Bunu sana kanıtlayabilirim…” Tekrar diz çöktü. Gözlerini, gözlerime diktiğinde yutkundum. O kadar güzellerdi ki… “Sadece benden göstermemi iste.” Çok yakındı. Buradan dudaklarındaki çatlakları dahi görebiliyordum. “Gözlerime bak ve nasıl bu hâle geldiğini göstermemi iste.”   Yüzüm yanmaya başladı. Geri çekilmemek için kendimi zorladım. Söyledikleri saçmaydı ama sorarım size, yerimde olsanız dediğini yapmaz mıydınız? Gülünç, biliyorum ama dudaklarımdan tam da istediği şeyler çıktı. Bir şey olmadı. Bana öyle boş boş bakıyordu. Kaşlarımı çatıp geri çekilmeye çalıştım. Ancak yerime çakılmış gibiydim. Ellerim dahi emrimi dinlemiyor gibiydi. Başımı kaldırıp ona baktığımda acayip bir şey oldu. Gözlerinin içine çekildim. Etrafımı yeşil bir bulut sararken nabzım hiçte normal seyirde değildi.  Bir arabanın içindeydim. Yanımda kır saçlı, beyaz gömlekli, yaşına rağmen oldukça dinç görünen bir amca oturuyordu. Karşımda oturan, fil kadar iki adama bakıyordu. Araba birden durunca öne savruldum. Ellerim bağlı olduğundan düşüşümü yavaşlatamadım bile. Sonra fark ettim. Bu eller bana ait değildi. Bir erkeğin elleriydi. Daha ben, ne olduğunu anlamaya çalışırken adamlardan biri kapıyı açıp diğerinin geçmesi için yol verdi. Ardından o da çıkınca görüş alanıma, ben girdim. Anlamaya çalıştım. Nihayet anladığımda sadece izleyici olduğumu fark ettim. Baha’nın gözünden izliyordum her şeyi. O gündeydim, bana arabanın çarptığı günde. Babama gidiyordum, koşuyordum. Sonra arabanın fren sesi duyulmuştu. O kadar çok korkmuştum ki gözlerimi kapamıştım. Bekledim ve araba, bana çarptığında büyük bir ağrı hissetmiştim.   Anlaşılan çarpmamıştı. Biri kolumu tutarken diğeri etrafı gözetliyordu. Beni sürükleyerek arabanın içine soktular. Sesim gitmişti, çıkmıyordu. Kır saçlı adam, Baha’yı dirseğinden tutarak tekrar yerine oturttu. Çok korkmuş görünüyordum. Baha’ya bakarken ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibi. Kır saçlı adam, ellerini önünde kenetlemiş, yere bakıyordu.   “Sana bir araba çarptı.” Şaşkınlıktan ne dediğini anlayamadım.  “E… efendim?” Bu, o günkü benden gelen bir soruydu. Kır saçlı adam başını, yanımdaki dev adama salladı. Dev, koltuğun kenarındaki demir sopayı aldı, bir onay daha alınca yukarıdan bükülü bacaklarıma hızla vurdu. Acıyla bağırdım. Bacaklarımdan çok kötü bir ses gelmişti, büyük bir çatırtı… Arabanın zeminine yığıldım. Baha, bağlı ellerine rağmen demir sopayı tutan adama zayıf bir tekme savurdu. Ne yazık ki bu adamdan çok kendisine zarar verdi. Adam zayıf tekmeye karşılık, sopayı Baha’nın yüzüne savurdu. Baha yere, yanı başıma yığıldı. Gözleri yarı aralıktı.  “Sana bir araba çarptı. Daha önce bizi hiç görmedin. Uyandığında yürüyemeyeceksin. O kuleden hiç çıkmayacaksın.” Kır saçlı adamın sesi yavaşça kaybolurken, dediklerini kabullendim.  “Evet, efendim,” dedim. Baha, gözlerini açık tutmaya çalışıyordu ancak nafileydi. Her yer karardığında şaşkınlık içerisindeydim.  Aydınlığa kavuştuğumda kendimi salonda buldum, kendi evimde. Gözlerim kocaman açılmıştı. Şok olmuştum, bu da neydi şimdi, ne olmuştu? Gerçek miydi, illüzyon muydu? Hayır, değildi. Ben, ne olduğunu anlayamadan Semih, yerinden kalkıp arkama geçti. Kulağıma eğilip,   “Artık kalkman gerekiyor,” dedi. Sonrasında yaptıkları beni felç etti. Yerdeydim. Beni resmen sandalyemden attı. Ellerimi öne atıp yüzümün yere çarpmasına engel oldum. Gördüklerim korkunçtu. Şu an yaşadıklarımsa daha da korkunç…   “Hadi kalk. Seni zorlamışlar.” Donmuştum, o günkü gibi çaresiz hissediyordum. Sonrasına uyandığım günkü gibi. Araba çarptığını zannettiğim güne…   Doktor, sadece kırık olduğunu söylemişti. Yüzümde tenimin rengini gösterecek tek bir nokta dahi yoktu. Kollarım sürüklenmişim gibi çizilmişti. Bacaklarımı ise hissedemiyordum. Bacaklarım, alçıdan çıktığı zamansa yürüyemediğim anlaşılmıştı. Her ne kadar psikolojik dense de düzelmedi. Birkaç gün öncesine kadar tabii… Babam doktorları ihmalkârlıkla suçladı, delirmişti. Şimdi bu yaşadıklarımın yalan olduğunu öğrenmem, bilmiyorum çok fazlaydı. Semih’in ifadesiyle beni zorlamışlardı. Nasıldı bilmiyorum ama olmuştu işte. Belki başkası olsa inanmazdı ama ben inanıyordum.  Onca zamandır yaşadığım, başkalarına yaşattığım sıkıntılar, hep boşaymış. Hayallerimi ertelemiştim. Ağzımdan istemsiz bir hıçkırık çıktı. Baha, eğilip kolumdan tutmaya çalışırken Semih, ona engel oldu.  “Bırak onu, bizi dinlemesi için kendisinin kalkması lazım.” Baha kalkıp onu, dirseğiyle duvara yapıştırdı.  “Çok fazla oluyorsun. Ne halde görmüyor musun?” Tam o anda tanıdığım bir ses,  “Alya! Ne oldu sana? Düştün mü?” dedi. Sandalyemi yanaştırıp beni kaldırmaya çalıştı. Ayağa kalkarken Semih, Serap’ın üstüne yürüyüp bizi ayırdı. Serap gözlerini kırpıştırarak,  “Ne yapıyorsun sen?” onu baştan aşağıya süzerken dudak büktü. “Etiketlere kanmamak gerek. Gören de seni jön zanneder ama…” boş ver dercesine elini salladı. Bana döndüğünde hâlâ ayaktaydım. Bana yardım etmeye çalışırken bir adım geriye gittim. Başımı olumsuz anlamda sallayıp sandalyeyi gösterdim.  “Artık ona ihtiyacım yok,” dediğimde sesim çatladı. Serap, beni ilk kez görmüş gibiydi. Elbette bir yıldır parmaklarını dahi oynatmayan birini aniden ayakta görmek, insanı tam da bu hâle sokardı. Kollarımı Serap’ın boynuna sarıp ağlamaya başladığımda geçen bir yılım için ağlıyordum. Boşa giden koca bir yıla! 
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD