BÖLÜM 2

1604 Words
Aylardan Ağustos olduğunu hatırlıyorum. Öyle ki geçmişimle ilgili her detayı silmeye çalışan hafızam o günü o gecenin her detayını unutmama izin vermiyor. Ağustos ayının en sıcak olduğu günlerden biriydi. Güneş tepede insanlar sanki sacın üstünde kavruluyormuş gibi buldukları gölgenin altında çörekleniyordu. Biz de o gün tandır üstünde ekmek yapıyorduk. Annem komşuları toplamış o sıcakta tandırın başında en az on kişi vardı. Hem mevsimin sıcağı hem de tandırdan yayılan sıcak kadınların yakasını bağrını açtıracak kadar yoğundu. Her birinin göğüs çatalı meydanda gerdanlarından akan ter vücutlarını ıslatmıştı. Onların oflayıp puflayıp sonra da şen kahkahalarla oklavalara yüklenerek ekmek yaptıkları hallerini iyi hatırlıyorum. O gün çok yorgundum. Tahtanın başında oturmuyordum ama ara işlerini yaptığımdan en çok sıcağa maruz kalan ben olmuştum. Sahi o yıl ne sıcak olmuştu öyle. Topraklarımız suya hasret kaldığından sanki fırında kabarmış kek misali yarılmıştı. Mevla'm o sene bize su göndermemişti. O yıl herkes bu durumdan mustarip suratları sirke satıyordu. Geleceklerine dair bin bir umutla, kendi bebeklerinden, çocuklarından bile daha çok değer vererek büyüttükleri buğdayın, arpanın, pancarın boyu susuzluktan bir milim uzamamıştı. Dereler kurumuştu. Çeşmelerde akan su iplik kadar kalmıştı. Hayvanlarımızın dağda bayırda yiyeceği otlar erkenden sararmış gün dönümünü beklemeden kurumaya yüz tutmuştu. Hal böyle olunca herkesin canı sıkkın, ateşleri tepelerinden çıkıyor, tahammülleri kalmadığından güçlerini, gücü yettiğinde kullanıyordu. Kavga dövüş eksik olmuyor, küskünler çoğalmıştı. Yaşayabilmek için bir boğaz adına bin cefayı çekerdi bizim oradakiler. Bizim oralar diyorum da bilen bilir, ayakları üstünde durmaya çalışan köylünün durumunu. Hepimiz birbirimize benzeriz. En farklı olanımızın dönümlük farkı vardı. Ne uzarız ne kısalırız. Toprağın üstünde az aşım der, ağrıyan başlarına inat tepinirler, topraktan sökebildiklerine bel bağlayarak ömürlerini sürdürürler. Ben ve ailem o kıtlık döneminde toprakla olan bağımıza veda etmiştik. Son üç yılda bize çok nankörlük etmişti kendisi. Bahar gelmeden, cemre yere düşmeden paçalarımızı ıslatan kırağılarla kendisiyle haşır neşir olmaya başlamamıza rağmen iliğimizi kemiğimizi kurutmuştu. Ektiğimiz sebzeler satışa çıkmadan tepesinde çürümüştü. Buğdaylarımız verimsizdi. Elma bahçelerimizden kazanmıştık onu da yaptığımız masrafı kurtarmamıştı. Eh tabi evin içinde beş horanta. Yemek ister, giyecek ister. Babamın omuzları çöktüğü dönemde meğer Allah'ım bizim için başka rızık kapısı aralıyormuş. Babam kırk küsür yıldır üstünde gecesini gündüzüne kattığı toprağa küsünce kahveden çıkmaz olmuştu. Allah'ın işi ya! Yine kahvehanede olduğu günün akşamında sevinçle eve gelmişti. Bizim köyün üstüne Adana ve Ankara arası otoban yapılıyordu. Karayolları Genel Müdürlüğünden birkaç adam kahvehaneye gelip işçi alacaklarını duyurmuş. Hem de devlet güvencesinde kadrolu işçi. Aklını kullanarak iş için ismini yazdıran birkaç kişinin içindeydi babam. Aklını kullananlardan diyorum çünkü bizim milletin kafası bazen kıt çalışırdı. Gelen adamlar kadrolu işçi alacağını duyururken önce herkes parmak kaldırmış sonra da yol mu süpüreceğiz diye vazgeçmişlerdi. Yol kenarına ağaç dikeceklerine kendi tarlalarını ekip dikerlermiş. Yazın sürünür kışın sobanın dibinde yatarım diyenler çokmuş. Akılları ermediği konularda ahkam kesmeyi, yüksekten atmayı iyi bilirdi bizim millet. O yüzden milletin efendisi olmuştuk bence. Velhasıl konuyu dağıtmayalım. Babam topraktan verim alamayınca uçarak kabul etmişti. Her ay maaşını alıp sigortamız yatıyordu. Kendimize göre evin etrafındaki araziye diktiğimiz sebze ve meyvemizde bize yetiyordu. Babamın severek girdiği iş belimizi doğrultsa da en çok beni yaralamıştı. Kıtlık içinde bulduğu iş ailemin hayrına olsa da benim şerrim olmuştu. Şimdilerde Sibel diye arkadaşım bana hep "sürekli susuyorsun biraz da sen anlat" diyor. Bilmiyor ki ben anlatmaya başlasam buralardan bizim köye yol olur. Yolun üstünde göz yaşımdan sel olur. Lakin başladım işte anlatmaya. Susmayacağım. Sustukça içimde yığınla dert oldu. Sözün özü babam yeni işine başlayalı üç ay kadar olmuştu. Sabah köy meydanına gelen servisle işine gidiyor, akşam saati dolunca eli kolu dolu dönüyordu. Hepimiz mutluyduk. Ama en çok annem mutluydu. Üstüne titrer olmuştu babamın. Köyün içinde attığı hava da cabasıydı. "Erim memur gibi saatli çalışır, sizler gibi gecesi gündüzü belli değil. Onun için gideyim de yemeğimi yapayım" diyerek komşuları kendine imrendirmekte üstüne yoktu. Aslında annem bunu hep yapardı. El içinde şekerpare ev içinde dikenli incirdi. İşte benim hayatımın dönüm noktası da o gün olmuştu. Dediğim gibi aylardan ağustostu. Babam işe başlayalı üç ay olmuş, öğlen saatinde annemi arayarak "akşama tandırda pancar böreği yapsanız. Yanında da buz gibi ayran çırpıverin olmaz mı?" demişti. Olmaz mı hiç. Annem için yeter ki etrafa saçacağı bahane olsun. Aman kocam ister de ben yapmaz mıyım diyerek milleti başımıza toplamıştı. Ben ise bir taraftan tandırı yakarken diğer tarafta hamur yoğurmakla meşguldüm. Anam dersen konu komşuyu çağırmaya gitmişti. Börek dediysem şimdiki gibi hazır yufkayı al içine malzeme sür olayı değildi. Sadece tandırı yakıp köz olmasını beklemek en az iki saatti. Eh tandırımız da büyük olunca iki tepsilik börek için yakmaya değmezdi. Madem yakacaktık öyleyse komşularda gelsin, hazır gelmişlerken kendilerine de aş pişirirler zaman kalırsa da bir kaldırımlıkta yufka açıverirdik. Anamın planı buydu. Köyde bu işler böyle yürürdü. Kimin tandırı yanıyorsa millet kucağında içi iç malzemeyle dolu leğenle gelir hem kendilerine hem de ev sahibinin eksiğini giderirdi. Halbuki bu kadar curcunaya gerek bile yoktu. "Bugün kocam için tandırı yakacağım. Siz de malzemenizi alıp gelin" diyen annem hem milleti başımıza toplamış hem de "öldüm bittim. Keşke haber etmeyeydim kimseye. Onun iç malzemesi yoktu hep bizden gitti. Bunun hamuru çoktu saatimizi doldurdu" diye saatlerce söylenmişti. Hiç anlayamazdım annemi. Hiç anlayamadık birbirimizi! Hava kararmaya az bir süre kalmış, topuklarım yere bastığımda zonklarken o başımda söylenmesi canımı burnumdan çıkaracak olmuştu. O yorgunlukla ve sinirle karşısında bas bas bağırmıştım. "Madem söylenecektin ne diye milleti topladın? Yapacağımız iki tepsi börekti. İkimiz bir saatte hallederdik. Böylelikle ben de kızlarını evde süs biberi gibi bırakan yengelerimin işine koşturmaktan telef olmazdım" demiştim. O tartışma, aramızda geçen şiddetli tartışmaların sadece birinin örneğiydi. Annem zannederdi ki beni eğitiyor. El içine çıkacağı zaman parmakla gösterilen bir kız olmam için uğraştığını söylerdi. Halbuki kendisi öz çocuklarına dahi yetemeyen bir kadındı. Benim elim iş tutana kadar evin içinde süpürge gezdirmeyi bilmezdi. Çocukken mutfağımızda biriken bulaşıktan adım atacak yer kalmazdı. Benim annem tembel bir kadındı. Ananın tembeli olmaz demeyin. Yaşadıklarımı bire bir görseniz ne demek istediğimi anlardınız. Eli tembeldi ama kafası zehirdi. Sanki köyün bütün işini yapan oymuş gibi hareket ederdi. Topluluğa karıştı mı kendini övmekten, yapmadığı ama yapmış gibi olduğu işleri anlatırken hiç utanmazdı. Bir şekilde herkes onu becerikli bilirdi. Bir ben ve kardeşlerim hariç. Bir de babam. Şimdi düşünüyorum da kayınvalidem yaptığım işleri gördüğünde hep şunu söylerdi. "Anan iyi yetiştirmiş seni gelin. Yaptığın yenilir, diktiğin giyilir." Ona şunu diyemezdim. Ben anamın yetiştiremediklerini görüp de etrafıma bakarak öğrenmiştim hayatı. Annem ilk evladı olarak beni makine niyetine doğurmuştu. Ne vakit iki ayağımın üstünde sağlam durduğumu anladığında düğmeme basıp ayarlamaya kalkmıştı. Hiç dilinden düşürmezdi adımı. "Şunu getir Aycan" diye başlamıştı adımı anmaya. "Şu bulaşıkları yıka. Evi süpür. Baban tarladan geldi çoraplarını yıka. Çay koy. Yemek yap. Kardeşine bak Aycan. Tavuklar balkona çıktı, küşle Aycan. Elin değmişken yıka Aycan" Her Allah'ın günü en az bin kez duyduğum cümlelerdi bunlar. El içinde aman benim yetiştirdiğim kız ne marifetli diyecek ya o gün de canımı çıkarmıştı. Tandıra gazel, hamura un, böreğe iç, teyzene çay, yengene oklava ver derken halime hiç acımamış, onca insanın içinde ben de "yoruldum anne" diyememiştim. Diyemezdim de. Kız kısmı annesine öyle der mi? Makinelerin sesi olmaz ki. Bir de evlenecek çağa gelmiş kızın nerede görülmüş el alemin içinde annesine karşı çıkması. Eli iş yapmazdı ama diliyle mislini yapardı. "Atmaca gibi olacaksınız milletin içinde. Gözümün içine bakacak leb demeden leblebiyi anlayacaksınız. Ne istediğimi ikiletmeden yapacaksınız ki Sultan ne de güzel evlat yetiştirmiş desinler." Desinler derdi. Aman beni övsünler, üstün kılsınlar, imrensinler diyerek diliyle yetiştirmişti annem. O çağlarda ölesiye kızsam da yalnız kaldığımız an tepesine binsem de şimdi karşımda olsa sesimi çıkaramam. "Ben sana demiştim. Ana sözü dinlemeyin hali böyle olur" diyecek diye ödüm kopuyor. Tembel annemi de onun aşırılığını sineye çeken babamı da elimde büyüyen kardeşlerimi de daha çok anlatırım. Mecbur anlatacağım. Fakat şimdi değil. Bugün sabah dokuz gibi aynı yaşlarda olduğum, yan komşum Sibel geldi. Onun gelişiyle yeniden geçip gitmeyen geçmişimle yüzleştiğim. Kocası kolye almış da onu göstermeye gelmiş. Aslında bahaneymiş. Bir haftadır görüşmüyorduk halim nicedir merak etmiş. Sağ olasın dedim. Aylar sonra kocama ait tırı kapıda görünce de "gözün aydın olsun" dedi. "Şimdi sizin kavuşmanızın şerefine mahalle alev alır" dedi kıkırdayarak, ses etmedim. "Ne getirmiş kız?" diye sordu. "Sağ sağlım geldi o yeter" dedim. Bana bahar dallarıyla desenli elbise aldığını, onun kolyesine benzeyen set getirdiğini, çocuklarına da aylardır istedikleri listeyi tamamladığını demedim. Ne bileyim gerek duymadım. Baktı ki benden daha fazla ses çıkmıyor, bozuldu. "Kaç yıldır arkadaşımsın komşumsun, ancak sus. Şurada adam akıllı bir çift söz işitmeye geldim" diye payladı. Ona kalacak olursa içtiği suyun saatine kadar anlatıyordu bana. Ben ise söylediğine göre don yağı. Ne geçmişimden ne geleceğimden tek bir bildiği yoktu. "İnsan anlatmadan nasıl yaşar be! İçi şişer içi" diye isyan etti. O konuşurken yüzümde ne gördüyse anında değişti tavrı. Beni gerçekten sevdiğini, kardeşinden öte tuttuğunu söyledi. İkimiz de gelin geldiğimiz gurbette kimsesizdik. O da benim gibi kayınvalidesiyle yaşıyor arada kaçarak benimle şenlenmek istiyordu. Ben ona bakınca aydınlığı hiç bitmeyen hayat ışığı görüyordum. O bana bakarken ise eminim içindeki ip çekilmiş ama yanması gereken bir mum. Yine de geliyordu işte. Halimi sorması bile yeterdi. "Aman iyi be! Anlatmazsan anlatma. Fakat bana anlatamıyorsan geç şu ektiğin çiçeklere anlat, hortumla sularken akan suya anlat. Olmadı mı? Geç şu görkemli asmanızın altına otur, derdini boşluğa anlat." Oysa onu herkes hoppa bilirdi. Kocasını parmağına dolamış, içinde zerre derdi olmayan, allı yeşilli giyinip süslensin nerede düğün bayram orada gezer derlerdi. O bana anlat diye ısrar ettikçe anladım ki içten içe kaygısız Sibel'e dert olmuştum. En büyük derdi benmişim gibi sürekli benimle dertleşmek istiyordu. Ben onun art niyet gütmediğini biliyordum. "Atma komşum içine! Boşluğa at, hiçliğe at ama güzel içini derdinle doldurma." dediğinde gözleri buğulanarak bunu söylemişti ya samimiyetine canı gönülden inanmıştım. "Ben öyle zamanlardan geçtim ki ona anlatsam neşesine zehir saçmış olurdum. Keşke dert dediğimiz ağzımızdan dökülecek kadar kolay olsaydı. Kelimeler dilimde sıraya girdiğinde ciğeri söküp, yüreği deşip gelirken sağ kalırsam belki anlatırdım. Ama önce onun da dediği gibi boşluğa anlatıp provasını yapmalıydım. .....
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD