BÖLÜM 3

4157 Words
Babamın istediği pancar böreği hazırdı. İki büyük tepsiyi tandır evinden getirip sofraya sarmış, mutfağın ayak basmayan köşesine koymuştum. Ayranı çırpıp sürahiye doldurmuş, sonra buzdolabına bırakmıştım. Akşam güneşi batmak üzereyken işimiz tamamlanmıştı. İki komşumuz ve iki amcamın eşi, kendi böreklerini ve malzemelerini el arabalarına yükleyip çoktan gitmişlerdi. Tandır evindeki dağınıklık, balkonun her köşesine yayılmış un, mutfağın toz içinde kalması onların bıraktıkları izdi. Koca koca hamur leğenlerinden çıkan bulaşığı saymıyorum bile. "Aman eve geç kaldık!" diyerek hızla kaçışırken, "Buraları da Aycan halleder. Onlar daha genç, yorulmazlar," demeyi de ihmal etmemişlerdi. Buna annem de dahildi. "Aman Aycan'ım! Vallahi öldüm bittim kuzum. Baban gelene kadar azıcık uzanayım, sen de kardeşlerinle ortalığı toplayıverin," derken, genellikle vicdanına ağır gelen işlerde kullandığı tatlı dilini öne sürmüştü. "Ah be anam! Yorulan tek yerin dilin," demeye bile yorgunluktan üşenmiştim. Saat sekize kadar kız kardeşimle birlikte, bahçenin betonuna kadar her yeri yıkayıp temizlemiştik. Oklavaları ıslak bezlerle silmiş, topluca çuvalına koyup yerine yerleştirmiştik. Ekmek tahtalarının altına serdiğimiz kalınca beyaz örtülerin önce ununu silkelemiş, sonra da bahçedeki havuzda iyice yıkamıştım. Kümes hayvanlarının içeri girmesi için erkek kardeşimi görevlendirirken, kız kardeşime böreğin yanında hazırlaması için yeşillikleri yıkamasını söylemiştim. Üçümüz harıl harıl çalışırken, en çok ben yorulmuş, dizlerimde derman kalmamıştı. Normalde vakti geldiğinde eve dönen babam hâlâ ortalarda yoktu. O gelmeden sofrayı sermek istemiyordum. Annem ise çoktan uyumuştu. Onu uyandırmak istememin tek sebebi, yaptığı işleri sanki çok iyi anlıyormuş gibi yön vermesini duymak istemediğimdendi. "Şunu şöyle yapsaydınız, bunu şuraya koysaydınız," sözlerinden bıkmıştım artık. Saat dokuza gelmesine rağmen babam hâlâ gelmeyince, kahvehanede vakit geçirdiğini düşündüm, o yüzden beklemeye devam ettim. Kardeşlerim açlıktan birbirlerine sataşmaya başlayınca önce onların karnını doyurdum. Sonra da kafamı ağrıtmasınlar diye televizyonu açıp izlemelerini söyledim. Ortalık sakinleşince, kendimi en huzurlu hissettiğim asmanın altındaki sedire uzandım. O an, bütün yorgunluğum bir anda uçup gitmiş gibi oldu. Asma yapraklarının arasından yıldızlar göz kırpıyordu, ayın parlaklığı gözlerime şenlikti. Yaz akşamlarının öten böcekleri kulağıma yayılan bir melodi gibi ruhumu dinlendiriyordu. Günün yorgunluğunu çoğu zaman burada atardım. Annem bu saatlerde dizisini izlediğinden bana pek ilişmezdi. Yıldızlar öyle güzeldi ki o gece... Asma yapraklarının arasından ışıl ışıl görünüyordu hepsi. Burnuma dolan yaz serinliği, köyün içinden yükselen sohbet sesleri, dinginlik için yeterliydi. *** Kaç dakika geçti yahut saat doldu mu bilmiyorum. Ama evimizin önündeki tek sokak lambasının altında, konuşarak yaklaşan iki kişiyi görünce hissettiğim huzur bir anda yerini başka bir duyguyla aldı. Kim olduklarını anlamaya çalışırken biri babamdı. Yanındaki uzun boylu adam yabancıydı—belli ki evi tanıtıyordu. "Şurada kümes var, arkada babadan kalma eski yapı," gibi bir şeyler anlatıyordu. "Çekinme oğlum, gel," dedi babam. Önce babam, ardından yabancı adam balkon basamağına adım attı. O an göz göze geldik. Ben bunu Sibel’e dile getiremedim ama içimde yankılanan anı hâlâ boğazımı delip geçiyordu. Göz göze geldiğim kişi, geçmişimden geleceğime, derdiyle tasasıyla peşimi bırakmayan; dalıp gitmelerimin tek sebebi olan kişiydi. Benim hikâyem, yıldızı bol bir yaz gecesinde, yorgunluktan sızlayan topuklarımın üstünde başlamıştı. "Aycan’ım, bakma öyle kızım! Gel de misafirimize terlik ver," dedi babam. Babamın bahsettiği misafire öyle bir bakışım vardı ki… Sormayın. Sanki hafızamda kalan son birkaç boşluk vardı ve o gece, o bakışla ömürlük bir hatıraya dönüştü her şey. Misafirin üzerinde dizleri parçalanmış kot pantolon vardı. Ayağındaki spor ayakkabılar çamurdan rengini kaybetmişti. Üstüne siyah ince bir deri ceket giymişti ama ceket demeye bin şahit isterdi—her yanı köpek dalamış gibi yırtıktı. Yüzü duruydu. Kara gözleri derindi ama içinde saklı bir ürkeklik vardı, korkmuş olduğu bakışlarından belliydi. Saçları, annemin kaçırmadan izlediği dizilerdeki gibi kesilmişti ama darmadağındı. Ben o gece ona öyle bir baktım ki... Sanki hayatımda hiç insan görmemiş, adam tanımamıştım. Karşısında nasıl göründüğümü kim bilir? "Kızım, ne duruyorsun öyle? Haydi! Anan nerede? Kağan, sen de geç çocuğum. Açlıktan şekerim düştü yahu!" *** Allah aşkına, biraz da sen anlat. Ağzından iki çift laf alacağım diye gözünün içine bakıyorum, sen tek kelime etmiyorsun. Bu kadar mı güvenmiyorsun bana?" derdi Sibel. Kaç yıllık komşumdu. Allah için sever, sayardım. Ama iş onun da dediği gibi anlatmaya gelince, dilim lal, bedenim taş kesilirdi. Şimdilerde sebebi ne bilmiyorum. Bunca yıl susmama rağmen, kimseye tek kelime etmememe rağmen, artık susmak istemiyordum. Üzerinden yedi yıl geçmesine rağmen, boğazıma dolanan dikenli tel bu sıralar daha da canımı yakıyordu. Belki de Sibel’in son günlerde üstüme gelmesindendi. Adını tam olarak koyamıyordum. Sibel, geçmişime dair izler aradığında, ortaya saçılacak diye ödüm kopuyordu. Ama bir yanım anlatmak, hiç susmamak istiyordu. Boğazımda kocaman bir yumru vardı; yutmaya çalışsam yutamıyor, kussam kusamıyordum. Yemin ederim, geçmişimi unutmak için beynimi leğenin içine basıp çitileyerek arındırmak isterdim. En küçük bir anı, herhangi bir zamanda önüme çıkınca, yeni hayatıma ihanet etmişim gibi hissetmem, içimi sıkıştırıyordu. Haşa, Rabbimin benim için hazırladığı pırıl pırıl geleceği, anlattığım anılarla kirleteceğim korkusu, Sibel’in karşısında hastalıklı gibi davranmama sebep oluyordu. Sussam yutkunamıyor, konuşsam içimdeki çığlıkları dışıma vurduğumda birilerini yaralayacak olmaktan ödüm kopuyordu. ... Sibel ile tanışmamız uzun yıllara dayanır. Aynı mahallede, aynı sokakta, yan yana dizilmiş bahçeli iki katlı müstakil evlerde oturuyoruz. Bahçe duvarımız ortaktır. Mahallemizde yaşayanların çoğu emekli ve yaşlıdır. Ben ve Sibel, eşlerimizin ailesiyle yaşarken kaderimiz ortaktı. Sibel ile tanışmam, evliliğimin ilk günlerindeydi. Kayınvalidemin komşuları, hayırlı olsun niyetiyle geldiklerinde içlerinde en genci Sibel’di. Beni görünce açken nimet bulmuş gibi sevinmişti. Şendi Sibel. İşvesi, cilvesi, güzelliğiyle herkesin isteyeceği gelinlerdendi. Ben ise geçmişteki benden çok uzakta, sessiz ve içine kapanık bir hâlde karşıladım onu. Kime sorsan dünya güzeliydim ama içim yaşlanmış, hislerimi belli edemeyecek kadar durgundum. Onca kalabalığın içinde elimden tutup sıkıca sarılmıştı. Kulağıma eğilip "Vallahi, bu kuru fidanlarla ben de tez elden yaşlanacağım diye ödüm kopuyordu. İyi ki geldin. Hoş geldin arkadaşım," demişti. Kayınvalidelerimiz ve onların yakın arkadaşları bize bakarken, Sibel’in bu sözünün ayıp olduğunu düşünerek hafifçe tebessüm ettim. Uzun zamandır ilk kez o gün gülmüştüm. Sibel’in hayat dolu neşesi ister istemez karşısındaki insana bulaşıyordu. Hiç çekinmeden ortalığa savurduğu kahkahalar, yaşının toyluğunu gösteriyordu. Benim geceden beri hazırladığım ikramlıkları birlikte tamamlayıp misafirlere ikram ederken kayınvalidesi ara ara uyarmak zorunda kalıyordu. "Kızım, az gül, ayıp. Bak, Aycan geline maşallah, çok hanım," dedi. Yanında oturan kayınvalidem, övgü almamdan ötürü omuzlarını dikleştirip, dudaklarını kıpırdatarak içten içe "Maşallah," çekti. O an utanmıştım. Ama bu, anın utanç verici oluşundan değildi. Sibel saçlarını savurup, "Sakın ana! Yaşıtım birini bulmuşum, onu da kendinize benzetmeyin," diye karşılık verince kaynanasına hayret etmiştim. Zannediyordum ki ben bundan sonra onun gibi asla olamazdım. Velev ki kaynanama onun gibi asla cevap veremezdim. Benden ötürü. Onun karşısında bitmek tükenmek bilmeyen mahcubiyetim hep yerini koruyacaktı. .... Bahçemizdeki asma ağacı o zamanlar bu kadar gür değildi. Eşimin yaptığı çardağın altında, U şeklinde tahtadan bir sedir vardı. Yazın misafirlerimizi onun gölgesinde ağırlardık. O gün gelen komşular sedire dizilmişti, biz ise Sibel ile mutfaktan sürekli bir şeyler taşıyorduk. Onlar kendi aralarında "Şu olmuştu, bu olmuştu," diye geçmişe dair sohbetlerini sürdürürken, biz Sibel ile tabaklarımızı alıp çardağın dışında karşılıklı sandalyelere oturmuştuk. O gün başlamıştı Sibel sormaya. "Sahi, Aycan! Kimsin, kimlerdensin, nerelisin? Buralı olmadığın ortada. Murat ağabeyimle nasıl tanıştınız?" Ardı arkası kesilmeyen sorularına daha cevap vermeye fırsat bulamadan yenisini soruyordu. Ben ise o kapıya gelin geldiğimde herkese söylediğim gibi, ezberlemişçesine mırıl mırıl cevaplamaya çalışıyordum. "Niğde’nin Çakallar Köyündenim ben. Ankara-Adana otobanının kıyısındadır köyümüz." Böyle söyleyince Sibel burnunu kıvırmıştı. Önce köylü olmamı yadırgadığını sandım, ama yanılmıştım. Asıl takıldığı, köyümün adıydı. "Kız, o nasıl köy adı! Bizim köyün adı Narlıhan." Aramızda köylerimizin arasındaki sıra dağlar kadar fark olsa da, o da benim gibi köyden gelmişti. Sevinmiştim açıkçası. "Şimdi bırak köyümüzü! Geldik buralara, yollarımız kesişti. Sen nasıl gelin oldun ta buralara? Nasıl tanıştınız?" "Görücü usulü. Öyle ahım şahım bir hikâyemiz yok," diye cevap verirken ayağa kalkmıştım. "Annemlerin çayı bitmiş," bahanesiyle uzaklaşırken, o da peşimden kalkmıştı. "Yahu dur! Kim dünürcü oldu, nasıl oldu?" diye peşim sıra sordu, ama yine yanıtsız bıraktım. Sibel bu soruyu yıllarca sordu, en sonunda usandı. Ne zaman sorsa, ya çay biterdi ya da tabaklarındaki meyveler. Kaçardım. Artık sormuyordu. İşin aslı, kayınvalidemden öğrendiği kadarını biliyordu. Kayınvalidemin kız kardeşi bizim köye gelin gelmişti. O sebep olmuştu. Murat, teyzesini ziyaret ettiği bir gün beni görüp beğenmiş, bir hafta içinde de istemeye karar vermişti. Murat’ın yoğun işleri yüzünden işleri uzatmadan, anlı şanlı bir düğün yaparak beni gelin etmişlerdi. Kaynanamın dilinden düşmeyen “anlı şanlı düğünümüz,” uzakta olduğu için buralardan pek kimse katılamamıştı. Beni, benim dilimden kimse duymamıştı. Sorarlardı, kısa ve öz anlatırdım. Genellikle kayınvalidem cevaplardı. Herkesi böyle idare ettim. Üstünden yedi yıl geçince de herkes bu hâlimle tanıdı beni. Suskun gelin. Eli marifetli, yüzü güzel gelin, diye anar oldular. Bir tek Sibel’i ikna edemedim. O anlattıkça ben dinledim. Ama sorduğunda fazla cevap vermediğim için zoruna gitmeye başladı. Kendisine güvenmediğimi düşündü, yahut onunla sırrımı paylaşmak istemediğimi… Kahırlanıyordu. Oysa dediğine göre, onun tek sırdaşı bendim. "Bu kadar mı değersizim gözünde?" derdi. Aslında düne kadar bu mevzuyu epeydir dile getirmiyordu. Kendince alışmıştı. “Aman, sen tek kelime etme! Ne melazım, ağzımdan başkasına kaçıverir,” diye laf vurur, uzatmazdı. Ama dün… Dün laf arasında, ne olduysa, yine çıkışmıştı: _"Aycan! Sustukça kapanıyorsun, farkında mısın? Bak, ben salak değilim. Senin geçmişinden diline pranga vuran bir derdin var. Hayır, ‘bana ne’ diyerek sırtımı da dönemiyorum. Her seferinde kendime kızıyorum inan! Yahu, sana anlatmak istemiyor, neyi sorup duruyorsun diye. Canım arkadaşım, yıllar geçti tanışmamızdan beri, ama sen hep aynısın. Bu dert seni bitiriyor, farkında mısın? Yahu, derdini boş ver, çocukluğun nasıldı diyorum, ‘Çocuktuk işte,’ diyorsun. Gençliğini soruyorum, ‘Gençtik,’ diyorsun. Fıtratın böyle mi döşendi? Gözlerine baktığımda, yanık bir türküyü uzun havada anlatıyor sanki." "Ha güzel dostum! Ben kazanlar dolusu dertlerimi sana anlatıp rahatlarken, senin iki çift sözünle akıl alıp uygularken ben sana nasıl derman olayım? Bakma öyle suratıma! Ömür, birilerini sadece dinlemekle geçmiyor. Kendi derdinin üstüne yetmezmiş gibi başkasının dertlerini de yüklenip susuyorsun. Ne demişler? Duvarı nem, insanı gam yıkar. Allah korusun, sende biriken bu gam ile genç yaşta toprak olursun! Olan çocuklarına olur. Dost acı söyler. Hoş, dostun olduğunu da hiç sanmıyorum ya, neyse... Bak arkadaşım, beni sevmemiş ya da bana güvenmemiş olabilirsin, eyvallah. İnan, sıradan komşuların gibi gelir geçerim, çekerim kendimi."_ Sibel bunları söylerken gözlerimden süzülen yaşları fark edince dumura uğramıştı. Benden uzaklaşmasını istemediğimden elimi dizine koyup bastırmamla ağlamam bir olmuştu. Halimi görünce korkmuştu. Anlamıştı… Yıllardır yanılmadığını. "Canım benim!" diyerek elimi tuttu. "Anlat," diye her gün başımın etini yerken, bu kez "Şşşt, sakin ol. Şimdi değil. Önce gözyaşınla akıt zehrini," diyerek susmamı istemişti. Elim elinde, başımı önüme eğip yıllardır içime akıttığım gözyaşım, nazlanacak birini bulmuşçasına çağlarken ikimiz de sustuk. Öylece, epey sustuk. Sonra kendime geldiğimde başımı kaldırıp yüzüne baktım. Bu kez ben onun elini iki avucumun arasına aldım. "Sakın üstüne alınma. Senin arkadaşlığın benim için lütuf. Ben derdimi önce kendime anlatayım; söz, sana da anlatacağım." Dün, Sibel ile bunları konuşurken bugün, o günün geldiğine karar verdim. Sibel’in dürtmesiyle aynanın karşısına geçip, sanki birilerine anlatıyormuş gibi başladım anlatmaya. İlk günden, ilk andan… Benden, ailemden, her şeyden bahsetmeye çalıştım. *** Beni dertten derde saran Kağan’ı ilk gördüğüm gün, babam için börek yaptığımız gündü. Evimize öyle yabancı kimse gelmezdi. Hele ki yatılı misafir… Olur da akrabalarımızdan uzak şehirlerde yaşayan biri ziyarete gelirse, rahmetli babaannemin evinde ağırlardık. Babaannem öldükten sonra babam, o evi misafir ağırlamak için özellikle hazırlamıştı. Başka şehirlerde yaşayan kardeşleri memleketlerine döndüğünde, baba ocağında gönül rahatlığıyla kalsınlar diye. Miras hakkı bizim olsa da babam bunu düşünerek yapmıştı. Bizim oturduğumuz eve nazaran çok eskiydi. En az yüz yıllıktı. Babamın dedesinin evi ve babaannem bu eve gelin gelmiş, çocuklarını da orada büyütmüştü. Taş örme olsa da sıvası çamurdandı. Büyük bir odası vardı, duvara monteli gizli bir banyosu bile vardı. Babamlar eskiden kardeşleriyle aynı odada yatıp araya perde çekerlermiş. O günleri özlemle anlattığında yüzüne yayılan huzuru fark ederdik. Eskiden evler küçükmüş, gönüller büyük… Şimdi gönüller küçüldü, evler büyüdü. Çocukluğumda kullandığımız somyaları oraya taşıdık. Karşılıklı yerleştirip üstlerini örtülerle kapattık. Ortaya temiz dokuma halılar serdik. Annem, “Modası geçti,” diye çeyiz sandığını da oraya taşıtmıştı. O da duvar dibinde dekor olarak duruyordu. Ben yetişemediğim zamanlarda evimiz genellikle dağınık ve kirli olurdu. Babam, özellikle o evin temiz olması için elinden geleni yapıyordu. Çoğu zaman bunun için bile annemle kavga etmişliği vardı. "Eline geçeni oraya doldurma! Anında bir misafir gelir, ortada kalırız." Annemi sürekli uyarsa da, yine yapardı yapacağını. Sonra babamın kızacağını düşünerek, orayı toparlamak için beni yollardı. Bir tek bu işi severek yapardım. Bazen de o demeden, bunaldığımda, sıkıldığımda, temizlemek bahanesiyle alırdım anahtarı, saatlerce pencerenin önüne oturur, oyalanırdım. En çok o pencereye oturup, gözümü bahçeye dikip hayallere dalardım. Hani şu her genç kızın içine düşüp kaybolduğu hayallere… Kiminle evleneceğimi düşünürdüm. Hayatıma girecek olan adam nasıl biri olurdu? Kendi zihnimde onu şekillendirir, dilediğim gibi canlandırırdım. Okumadım ki, memur olmayı, amir olmayı hayal edeyim… Ortaokulu bitirdim. Liseye gitmeme annem mâni oldu. Neymiş? Yapamadığı, hatta yapmak istemediği işe güce yetişemiyormuş. Lise kim, ben kimdim? Bir de yatılı okuyacaktım… Annem benim gözümde bile o kadar imkânsız kılmıştı ki, okumayı zaten hayallerimin içine hiç yerleştirmedim. Ben, annem yüzünden kaderimin peşinden koşmayı, kendime bir yer açmayı hiç düşünmedim. Suçu ona atmak her zaman kolay geldi. "Okumayacaksın," dedi, ben de sorgulamadan kabul ettim. "Öğrenmen gerekenleri öğrendin, gerisine ne gerek var?" dedi, sesimi çıkarmadım. O vakitler gözümde anaydı işte. Ondan daha iyi kim bilirdi? Sonra anladım ki, insan dediğin varlık, toprağa girene kadar öğrenmeyi bırakmamalı. Eskiden evler küçükmüş, gönüller büyük. Şimdi gönüller küçüldü, evler büyüdü. Altı yaşımda leğen dolusu bulaşık yıkarken "Aferin kızıma," diyen anneme yaranmak için kendimden büyük işler yapıyordum. Bulaşık, temizlik, evi süpürmek herkesin yapması gereken şeylerdi. Ama çocukluğumu çalan şey, bu işleri bir zorunluluk olarak sırtlanmamdı. Ben bebektim. Az büyüdüm, yetişkin oldum. "Duvarı nem, insanı gam yıkar," derler ya… Ben evin yükünü erken yaşta sırtlandım. On yaşımda yarısını, ortaokulu bitirince tamamını. Sabah uyanır uyanmaz yatakları toplayıp yüklüğe dizmek, güne öyle başlamak… Eskiden, üç gün boyunca yerde serili dururdu o yataklar. Babam, "Şunları topla artık," diye anneme kızardı. "Elim değmedi," derdi. Ama gerçekten de değmemişti. Sabah kalkar, oyalanır, sonra yoruldum diyerek öğlen girdiği yatağa ikindin olmadan geri dönerdi. Babam, akşam tarladan gelmeye yakın fırlardı ayağa. Sonra gözüne ben ilişirdim. "Çocuğum, bari yattığınız yatağı toplayıverin. Ben de anayım," derdi. Anaydı o. "Tamam ana, kızma. Toplarım ben," dedim. O günden sonra hep toplayan oldum. Kardeşlerim oldu. Sorumluluğum iki kat arttı. Onları giydiren, yediren, okula gönderen hep ben oldum. Annemin bazen iyiliği tutardı. Yemek yapardı ya da bahçe işlerine bakardı. Ama onun yaptığı işler, benim zamanımı yitiremediğim işler değildi. Deseler ki "Çocukluğun nasıldı?" Cevabım hazır: "Üzerime yükledikleri görevlerden çocukluğumu görmeye boyum yetmedi." Böyle başlayan bir hayatın içinde büyüdüm ben. Aklımda büyüdü. Annemin bencilliğini, tembelliğini, çevresindeki insanlara karşı gösterdiği ikinci yüzünü görebildiğim o yaşlara geldim. On dokuz. On dokuz yaşıma geldiğimde, dizilerde hastasını inceleyen doktorlar gibi annemi izlemeye başladım. Neden bu kadar bencil olduğunu çözmeye çalıştım. Koyduğum tek tanı: tembellikti. Annem, hayatın içinde öylesine gelmiş, yiyip içip gezmiş bir kadındı. Kimse "Beri git," dememiş, "Kal yerinde otur," dememiş. O da kendi atını koşturmuş. Evlendiği adam, kafasına göre doğurduğu çocuklar, kendi ellerinde şekillenmiş bir düzen... Daha ne olsundu? Onu çözdükçe, pervasızlığına kayıtsız kalamıyordum. Ona birileri var olabilmenin nedenlerini anlatmalıydı—o da bendim. Bunu hatırlattıkça tartışıyorduk, sonra aramıza görünmez duvarlar örüyorduk. "Yapma ana," derdim bazen. "Yahu, sendeki nasıl bir hastalık? Ayakta dipdiri olan birinin her Allah’ın günü başı, beli, kolu, dizi ağrımaz! Tamam, senden kimse rahatını bozmanı istemiyor ama ayaklarını dikip yatmak için bizi bunlarla kandırma." Allah korusun, sahiden hasta olduğuna inansam, ağzımı açmaz, eşek gibi bakardım. Ama sabah her yeri ağrıdığı için yataktan çıkmak istemeyen annem, öğlene doğru bir düğün, cenaze ya da toplantı olduğunu duymasın... Hızla ayağa kalkar, süsünden püsünden eksik olmaz, sekerek giderdi. O gitmeler, beni arkasında yıkardı. Bir de tembihleri hiç bitmezdi. "Ben gelene kadar şunu yap, bunu yap," sözleri dün gibi… Hâlâ bugün kulağımı tırmalıyor. *** Bu sancılı ama söylemeye korktuğum günlerde, bir de eve gelen misafirin telaşı eklenmişti. Babamla birlikte aniden gelen misafiri görünce ne yapacağımı bilemedim. Babamın buyurduklarını, adeta makine gibi yerine getirmeye koyuldum. Balkondaki temiz mavi plastik terliklerden birini alıp misafirin ayaklarının önüne koydum. Ağrıyan belimi yavaşça doğrulttuğumda yüzünü net bir şekilde gördüm. Üstü başı toz içinde, yüzünün belirli yerlerinde çizikler vardı. Hali üzücüydü. Sanki biraz da korkmuş gibiydi. Dudaklarında ve çenesinde seğirme vardı; titreme gibi... O an merakıma yenik düşüp, yaralı yüzünü incelerken, adeta ezberlemiştim. Neden burada? Bu hâli ne? Başına ne gelmiş olabilir? Diye düşünmek yerine, bir bakmışım… Ne kadar yakışıklı bir adam olduğunu düşünüyordum. Annemin dizilerinden fırlamış gibiydi. Ben böyle fütursuzca herhangi bir adamı inceleyecek biri değildim ama o gün, belki iki dakika bile geçmeden, her santimini hafızama kazıdım. Sanki kader ipinden örgü örecekmişim de, motif ezberliyordum. "Allah’ım, nasıl güzel bir adam!" diye içimden geçirdiğimi dün gibi hatırlıyorum. "Size de zahmet verdim. Teşekkür ederim," dedi. Biz kimdik? Babam ile ben mi? Daha hiçbir şey yapmamıştım ki, ne zahmeti? Meğer terlikleri önüne koyduğum içinmiş. Kaşıyla gösterince anladım. O çamurlu ayakkabılarını eğilip çıkarırken, içimden "Keşke babamın gezmelik için ayırdığı sandaleti verseydim," diye düşündüm. Beyaz soket çorabının içinde biçimli ayakları, güneşten solmuş mavi terliğe hiç yakışmamıştı. Çok cahildim. Toydum. Sanki hayatımda ilk kez insan görüyormuş gibi adamın hareketlerini izlerken, babam balkondaki lavaboyu gösterdi. Önünde bir sağa, bir sola çekildim ki geçsin. "Geç oğlum, elini yüzünü yıka sen," dedi babam. Sonra beni kolumdan tutup kenara çekti. Gözümün içine sertçe baktı. "Kızım, adamın yüzüne öyle bakılır mı? Ayıp! Hem, nerede bu anan?" Misafirin perişan hâline bakıyorum sandı. Benden beklemezdi. Ben anamın uyuduğunu fısıldarken, misafirimiz yüzünü yıkamış, üstünü göstererek değiştirmesi gerektiğini söylemişti. Babam, getirdikleri çantayı eline alıp babaannemin evine yönlendirirken, "Sofrayı kurun kızım," demişti. Onlar evin ardına dolanınca, sanki sabahtan akşama kadar pestilim çıkmamış gibi, içeri dalmıştım. Anamı ilk kez heyecanlı bir sesle uyandırmıştım—sanki bir yerden koşup gelmiş gibi. Anneme, babamın bir misafirle geldiğini söyleyip ortalığı toplamaya başladım. Kadının evin dağınıklığı umurunda bile değildi. Ancak kendini düzeltiyordu. Oysa ona misafirin ismini, kim olduğunu bile söylememiştim. Ama o, kim olursa olsun, duruşuyla, gösterişiyle, bilir kişiliğiyle hava atacaktı. Tabii ki önce kendini düzeltecekti. Babam ve Kağan, girdikleri evden bir saat kadar sonra döndü. Saat on bire gelmişti. Onlar gelene kadar ben sofrayı sermiş, başında bekliyordum. Annem ise elinde kumanda, misafirin kim olabileceği hakkında tahminler yürütüyordu. "Ben tanımıyorum, gençten bir adamdı," demiştim. Babam önde, Kağan arkasında odaya girdiklerinde hepimiz ayağa kalktık. Babam içten ve babacan bir tavırla buyur ederken, annem evin dört dörtlük hanımı edasıyla karşılarına geçti. "Hoş gelmişsiniz, buyurun," derken, bir babam kadar samimiydi. Sofranın başında, iki elimi önümde birleştirmiş, başımı kaldırıp baksam mı bakmasam mı onu düşünüyordum. Dayanamadım. Merak dört bir yanımı kuşatmıştı. Şöyle kaşımı kaldırıp baktım. Demek ki hazırlanmıştı. Anladığım kadarıyla yıkanıp paklanmış, üstüne de yanında getirdiği lacivert eşofman takımını giymişti. Önü hafif uzun kısa kesilmiş saçları geriye doğru taranmıştı. Alnına bant yapıştırılmıştı. Yüzündeki çiziklerin üzerine de babamın kara melhem dediği kremden sürülmüş olmalıydı. Ben ona bakarken, o sağa sola bakıyordu. Evimizin her köşesini dikkatle incelerken, babam annemin hazırlamış olduğunu düşündüğü sofra için minnet sunuyordu. "Kurt gibi acıkmıştık valla! Elinize sağlık, hanım." "Geç bakalım, evlat," diyerek sofraya buyur etti. "Gecenin şu saatinde yük oldum size," dedi. Benim olduğum tarafa doğru yürüyünce, mıh gibi olduğum yere çakıldım sandım. Öyle karşısında dikilince, yüzüme baktı. Anlık bir şeydi. Hafif bir tebessüm sundu, sonra babamın gösterdiği yere oturdu. Daha doğrusu, dizlerini kırıp oturmaya çalıştı. İşte o hâlini görünce dedim ki, bu adam bizlere çok yabancı. Zaten hâlinden ve sürekli teşekkür etmesinden belliydi. Beceremedi oturmayı. Ayağının birini katlayıp diğerini sofranın içine uzatmaya kalktı. Sığmadı. Olmadığını anlayınca geri çekti. Babama baktı, sonra örtüyü dizlerine kapattı. İki dizinin üstünde, secdede gibi durdu. Annem bu hâline bakıp kıkırdadı. Annem de benim kadar inceliyordu onu. Eminim içinde sorular biriktiriyordu. O sorulara geçmeden önce, ben de sofrada yerimi aldım. Halbuki toktum. Ama öğretilen buydu: Kim olursa olsun ayıp olmasın diye sofraya oturmak, ağızlara bakılmasın hissini vermemek. Oturdum, çünkü bundan sonrasını annem, gösteriş yaparak zevkle üstlenecekti. Dediğim gibi de oldu. Benim hazırladığım yiyecekleri, hatta on dakika önce ısıttığım çorba tenceresini alıp kaselere doldurmaya başladı. Karışık içlerle hazırladığımız börekler sininin ortasında, etrafında salata ve çorba tabakları vardı. Misafirimiz önce çekinerek başladı, sonra büyük bir iştahla yedi. Elime küçük bir parça almıştım ama ağzıma atıp çiğnemeyi bile akıl edemedim. Sessizce, annemin sorduğu, onların cevapladığı konuşmaları dikkatle dinliyordum. Annem sorunca telaşa kapılmıştı sanki. Kaşık tutan elinin titrediğini görmüştüm. Babama bakınca, babam onun yerine cevaplamıştı. "Kağan evladım, okulumuza gönüllü öğretmenlik yapmak için geliyormuş," dedi. Annem tilki misali kulaklarını dikip sordu: "Köyde öğrenci yok ki! Çocuk az olduğundan taşımalı olarak başka köye giderler." "İşte o da, başka köye gitmesinler, ben gönüllü okuturum diye yollara düşüp gelmiş," dedi babam. "Allah’ın işi ya, yolda kaza yapınca bana denk geldi. Konuştuk, tanıştık, peşime düşürüp getirdim. Bundan sonra bu delikanlı, hem hocamız hem de kiracımız." ... Annemin o anlık soruları bitince, Kağan ve babam iştahla yemeklerini yemeye devam ediyordu. Ah, o hali hiç gözümün önünden gitmez. Özenerek yaptığımız pancar böreğini önce ucundan koparıp kibarca ağzına atmış, yavaşça çiğnemişti. Sonra lezzetli gelmiş olacak ki, babamın yaptığı gibi ikiye katlayarak ağzına tıkıştırmıştı. Demek ki üçümüz de onu izliyorduk. Onun bu hâline annemle babam gülünce, ben içimden kaçan kıkırtının farkında bile değildim. Ben güldüğümde, elindeki dürümü ağzına götüreceği sırada dönüp yüzüme baktı. O an göz göze geldik. Elim ayağım yerinden koptu sandım. O da güldü. Biçimli dudakları kıvrılmış, gözlerini kısarak yüzüme bakıyordu. Saniyelikti ya da dakikalıktı o an. Ama bugün sorsanız, bir ömürlüktü. O bakışı ömrüm boyunca unutmayacaktım. O öyle bakınca, utanıvermiştim. O zaman kâküllerim vardı. Burnumun ucuna kadar dökülürdü. Onları kulağımın arkasına toplayarak düzenlediğimi hatırlarım. Tıpkı gülüşüm gibi, yaptığım hareketler de istemsizdi. Beni o yaşlarda herkes bilirdi. Sessizdim, utangaçtım. Evdekiler dışında kimseyle içli dışlı olmazdım. Annemin sayesinde bir köyü ağırlardık da, kimseyle konuştuğum olmazdı benim. Çekingendim. Ya da fazlasıyla insanlara karşı soğuktum. Adına şimdi ergenlik deniliyor, ama benim ergenliğim bile orta yaşlı kadınlar gibiydi. Annem ile yan yana geldiğimizde, bizi görenler "Kim kimin annesi?" derdi. Annem bile benden daha ergendi. Düğün evinde oynar, cenazede ağlar, bayramlarda sevincini dolu dizgin yaşar; teybe kaset koyup akşama kadar müzik dinler, akşam olunca da televizyon açıp dizisini izlerdi. Annem rahat bir kadındı. Kardeşlerim de onun yolundan giderdi. Ana ördek nereye giderse, civcivler peşinden misali, onların da huzuru fazlasıyla yerindeydi. Ben ise, külkedisi olduğumu çok sonra fark ettim. Düşünün ki, yaşadığım hayatı bir nevi kendim tercih ediyordum. Belki de sonradan prensese dönüşme umudum vardı. Ona mı tutunuyordum acaba? İnanın bilmiyorum. Şu dünyada en zor insan kimdir, derseniz… Amacı olmadan, önüne sunulan hayatı aynı düzende sürdüren insandır, derim. Benim de o yaşlarda hiçbir amacım yoktu. Ye, iç, işleri bitir ve yat. Buydu hayatım. Bu kadarcık. Çevremde onlarca yaşıtım vardı ama hiçbiriyle arkadaş değildim. Ya onlar bana "İşim var," diye yanaşmazdı, ya da ben onların yanından mutlaka "İşim var," diyerek ayrılırdım. Yirmiye yakın kuzenim vardı. Uzak, yakın… Her biriyle düğünde, bayramda mutlaka denk gelirdik. Onlar eğlenecek çok şey bulurdu. Ben ise, onların eğlendiği yerleri toparlardım. Bunu bana kimse söylemezdi. Kimse kafama silah dayayıp yaptırmazdı. Ama… Alışmıştım işte. Adım Aycan yerine, keşke İşcan olsaymış. Seslenince kolay olurdu. Bu yüzden herkes beni mesafeli bilirdi. Bir toplulukta bulunduğumda çok konuşmaz, işim neyse onu yapardım. Onlar anlatır, ben dinlerdim. Üzerime vazife olan konularda yahut beni hesaba katıp bir şey sorduklarında, cevap verirdim. İlgimi çeken bir mevzu oldu mu, sadece dinlerdim. İrdelemezdim. Böyle bahsedince, hayatım ezik ve hor görülmüş bir genç kızın hikâyesi gibi algılanabilir. Ama tam olarak öyle değildi. Şükür olsun, ailemden asla şiddet görmedim. Fakat… Büyürken destek de görmedim. Bu konuda babama bir şey diyemezdim. Adam sabahtan akşama kadar ya işteydi ya da tarlada. Annem tarlaya gitmezdi. Nazı, niyazı bitmediğinden, babam da götürmezdi zaten. Babam işe girince, bu yüzden zil takıp oynadığını bilirim. Ben, kendi hikâyemde annemin gözüme batırdığı hâllerini anlatmaktan vazgeçmeyeceğim sanırım. Kendimi anlatmaya başlayınca, çubuğun ucuna hep o takılıyor. Şayet benim yorgun annem… Bana yaşamayı, sevmeyi ve sevilmeyi üşenmeden anlatsaydı… Ben şu durumda olmazdım. O yüzden o çubuğun ucunda hep olacak gibiydi. .... Sofrada Kağan’la bakışırken, babamın dikkatini fazlasıyla çekmiştik. Yalancı bir öksürükle yüzüne bakmamı sağlayınca, utanmıştım. Öfkeli gibiydi. Benim nasıl biri olduğumu iyi bilirdi. O şapşal hâlim onu kızdırmıştı. "Aycan, sen arka eve Kağan Ağabeyin için temiz çarşaf falan götürüver. Bir de bak bakalım eksik gedik var mı?" dedi. Kaşıyla da beni uyardı. Biçare ben, öyle utandım ki, ayağa fırlayıp "Tamam baba," diyerek kendimi dışarı attım. Ara hole çıktığımda, kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu. Babamın uyarısının etkisindeydim ama içimdeki o tuhaf his daha baskındı. Yüklükten temiz çarşaf ve yastık kılıfını kucağıma alıp, arka eve geçtim. Misafir için hazır tuttuğumuz yer zaten düzenliydi. Somyanın üstündeki sıralı yastıkları yere indirirken, ellerimin titrediğini fark ettim. Beş dakikada bitecek işi, yarım saatte ancak yapabildim. Yaptığım şey yalnızca, somyanın üstünde yatacak yer açmaktı. Sağa sola bakınırken, eksik gedik var mı diye kontrol ettim. Kağan’ın çantası yerdeydi. Siyah çantasının kulpuna bulaşmış kan, kazadan ötürü kirlenmişti. Elime bir bez alıp silmeyi düşündüm. Sonra, kurcaladım falan sanmasın diye vazgeçtim. Yatağı hazırlamıştım. Bir sürahi su doldurup başına yakın bir yere koydum. Eksik yoktu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. İşimi bitirip dışarı çıktığımda, onlar yan yana konuşarak eve dönüyordu. "Sen şimdi yatağına uzan, kafanı dinle. Her şey olacağına varır. Sağlam kafayla düşünürüz bunları," diyordu babam. Kazadan ötürü moralini bozmaması için teselli ediyor olmalıydı. İkinci kez karşı karşıya gelince, sesim ha var ha yoktu. Güya usul gereği babamın yüzüne bakmak yerine ona bakarak sordum: "İçeri hazır. Başka bir isteğiniz var mı?" "Ellerinize sağlık. Çok yordum sizi, kusura bakmayın," dedi. Samimiyeti ve kibarlığı öyle kuvvetliydi ki… Gözlerime perde indirseler, arasını yırtıp yine bakardım. Öyle güzel konuşuyordu ki, kim olsa bakardı. Ne cevap verilirdi böylesine? "Hiç önemi yok. Zahmet olur mu hiç?" denirdi muhtemelen. Sanırım ben de öyle demiştim. Babamın öksürüğü fazlasıyla artınca, "İyi geceler," diyerek önlerinden koştur adım eve yöneldim. Kağan’ın sesi, babama yöneldiğinde, köşeyi dönüyordum. "Kızının adı neydi ağabey?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD