BÖLÜM 2

1629 Words
Aylardan Ağustos olduğunu hatırlıyorum. Her şeyi unutmaya çalışan hafızam bile o günü, o geceyi unutmama izin vermiyor. Güneş tam tepede, sıcak sanki sacın üstünde kavruluyormuş gibi her yere yayılıyordu. İnsanlar buldukları gölgelere sığınmıştı. Biz ise tandır başında ekmek yapıyorduk. Annem komşuları toplamıştı, on kişi kadar vardık. Hem mevsimin sıcağı hem de tandırdan yükselen alev gibi hararet, hepimizin yüzüne vuruyordu. Kadınlar yakalarını açmış, ter damlaları gerdanlarından süzülerek vücutlarını ıslatıyordu. Ama yine de neşeliydiler; oklavalara yükleniyor, bir yandan oflayıp puflarken bir yandan kahkahalarla ekmek yapıyorlardı. O gün çok yorgundum. Tahtanın başında oturmuyordum ama ara işlerini yapıyordum. Tandırın sıcaklığına en çok ben maruz kalmıştım, nefes alırken bile içim yanıyordu. Sahi, o yıl ne sıcak geçmişti öyle. Toprak suya hasret kalmış, fırında kabaran kek misali çatlamıştı. Mevla’m, o sene yağmuru esirgemişti. Yüzler asıktı, herkes bu kuraklıktan mustaripti. Geleceklerine dair binbir umutla büyüttükleri buğday, arpa, pancar… Kendi evlatlarından bile kıymetli gördükleri bu mahsuller, susuzluktan bir milim boy vermemişti. Dereler kurumuş, çeşmelerde akan su iplik kadar ince kalmıştı. Hayvanların dağda bayırda yiyeceği otlar daha gün dönümüne gelmeden sararıp kurumaya başlamıştı. Bu sıkıntı insanların içini daraltıyordu. Ateş tepelerindeydi, tahammül sınırları tükenmişti. Gücü yeten, gücünü kullanıyor; kavga, gürültü eksik olmuyordu. Küskünler çoğalmıştı. Yaşayabilmek için tek lokma uğruna binbir cefaya katlanırdı bizim oranın insanları. Bizim oralar diyorum ya, bilen bilir. Köylünün halini anlamak için burada yaşamış olmak gerekir. Ayakta durmaya çalışan herkes birbirine benzer; farklı olanımızın farkı bile dönüm hesabıyla ölçülürdü. Ne uzarız ne kısalırız. Toprağın üstünde, "Az aşım, kaygısız başım," derler. Ağrıyan başlarına inat, tarlada tepinip dururlar. Topraktan ne sökebilirlerse ona bel bağlar, ömürlerini onun üzerinden kurarlar. Ben ve ailem, o kıtlık döneminde toprakla olan bağımıza veda etmiştik. Son üç yıl boyunca bize hep sırtını dönmüştü. Bahar gelmeden, cemre yere düşmeden, paçalarımızı ıslatan kırağılarla uğraşıp durduk. Ama nafile… Toprak bizi içine çekmek yerine, iliğimizi kemiğimizi kurutmuştu. Ektiğimiz sebzeler daha satışa çıkmadan, başında çürümeye başlamıştı. Buğdaylarımız verimsizdi, umutla beklediğimiz başaklar zayıf ve cılızdı. Elma bahçelerimizden biraz kazanmıştık ama yapılan masrafı bile karşılamaya yetmemişti. Tabii ki evin içinde beş horanta vardı. Yemek ister, giyecek ister. Babamın omuzlarının çöktüğü o dönemde meğer Allah bizim için başka bir rızık kapısı aralıyormuş. Kırk küsur yıl gecesini gündüzüne kattığı toprağa küstüğünde, kahveden çıkmaz olmuştu. Allah’ın işi ya! O gün yine kahvehanede otururken akşam eve sevinçle geldi. Köyümüzün üzerinden Adana ve Ankara arasında uzanacak büyük bir otoban yapılıyordu. Karayolları Genel Müdürlüğü’nden birkaç yetkili kahvehaneye gelip işçi alımı yapacaklarını duyurmuş. Üstelik devlet güvencesinde kadrolu iş imkânı vardı. Babam, aklını kullanarak ismini yazdıran birkaç kişiden biri olmuştu. "Aklını kullananlar" diyorum çünkü bizim millet bazen garip düşünürdü. Önce herkes heyecanla parmak kaldırmış, sonra da “Yol mu süpüreceğiz?” diye düşünüp vazgeçmişlerdi. Yol kenarına ağaç dikeceklerine kendi tarlalarını ekmeyi yeğlerlerdi. Yazın sıcakta sürünür, kışın sobanın dibinde yatmayı tercih eden çoktu. Bizim millet, aklına ermediği konularda bolca ahkam keserdi ama iş fırsatlarını değerlendirmek konusunda pek hesaplı davranmazdı. İşte tam da bu yüzden milletin efendisi olmuştuk bence. O yıl işte Babam, topraktan verim alamayınca tereddüt etmeden kabul etmişti işi. Her ay maaşını alıyor, sigortamız düzenli yatıyordu. Evin etrafındaki arazide yetiştirdiğimiz sebze ve meyveler bize yetiyordu. Babamın severek girdiği iş ailemizin belini doğrultmuştu. Ama benim içimde başka bir yara açmıştı. Kıtlık içinde bulduğu iş ailesi için hayırlı olsa da benim için tam tersiydi. Hani şimdilerde Sibel hep aynı şeyi söylüyor ya: "Sürekli susuyorsun, biraz da sen anlat." diye Bilmiyor ki ben bir anlatmaya başlasam, buradan bizim köye yol olur. Yolun üstü gözyaşımdan sel olur. Ama başladım işte. Susmayacağım. Sustukça içimde yığınla dert oldu. Babam, yeni işine başlayalı üç ay olmuştu. Sabah köy meydanına gelen servisle işe gidiyor, akşam vakti eli kolu dolu eve dönüyordu. Hepimiz mutluyduk. Ama en çok annem... Babama karşı daha bir özenli olmuştu. Köy içinde havası da bambaşkaydı. "Erim memur gibi saatli çalışır, sizler gibi gecesi gündüzü belli değil. Onun için gideyim de yemeğimi yapayım," diyerek komşularını kendine imrendirmekten geri durmazdı. Aslında annem bunu hep yapardı. El içinde şekerpare, evin içinde dikenli incirdi. Hayatımın dönüm noktası o gün olmuştu. Dediğim gibi, aylardan Ağustos’tu. Babam işe başlayalı üç ay olmuştu ve öğlen saatinde annemi arayıp, "Akşama tandırda pancar böreği yapsanız, yanına da buz gibi ayran çırpıverin olmaz mı?" demişti. Olmaz mı hiç! Annem için yeter ki etrafa saçacağı bir bahane olsun. "Kocam ister de ben yapmaz mıyım!" diyerek milleti başımıza toplamıştı bile. Ben bir yandan tandırı yakıyor, diğer yandan hamur yoğurmakla meşguldüm. Annem ise konu komşuyu çağırmaya gitmişti. Börek dediysem, şimdiki gibi hazır yufkayı alıp içine malzeme sürme meselesi değildi. Tandırı yakıp köz olmasını beklemek bile en az iki saat sürerdi. Eh, tandır büyük olunca iki tepsilik börek için yakmaya değmezdi. Madem yakıyorduk, komşular da gelsin, hazır gelmişken kendilerine de aş pişirirler, zaman kalırsa bir kaldırımlık yufka da açarlardı. Annemin planı buydu. Köyde işler böyle yürürdü. Kimin tandırı yanarsa, millet içi malzemeyle dolu leğeni kucağına alıp gelir, hem kendine hem de ev sahibinin eksiğini tamamlardı. Halbuki bunca curcunaya hiç gerek yoktu. Bugün kocam için tandırı yakacağım, siz de malzemenizi alıp gelin!" Annemin bir davetiyle ev kalabalığa karışmıştı. Ama ardından saatlerce yakınmaya başlamıştı: "Öldüm bittim! Keşke haber vermeseydim kimseye. Onun iç malzemesi yoktu, hep bizden gitti. Bunun hamuru çoktu, saatlerimizi doldurdu!" Anlamıyordum. Annemi hiç anlayamamıştım. Hiç anlayamadık birbirimizi! Hava kararmaya az kalmış, topuklarım zonkluyordu. O ise başımda söylenmeye devam ediyor, sinirlerimi daha da geriyordu. Sonunda dayanamadım, o yorgunlukla karşısında bas bas bağırdım: "Madem söylenecektin, ne diye milleti topladın? Yapacağımız iki tepsi börekti, ikimiz bir saatte hallederdik! Böylelikle ben de kızlarını evde süs biberi gibi bırakan yengelerimin işine koşturmaktan telef olmazdım!" Bu tartışma, aramızda yaşanan şiddetli kavgaların sadece bir örneğiydi. Annem sanırdı ki beni eğitiyor. Hep, "El içine çıkınca parmakla gösterilen bir kız olmalısın," derdi. Oysa kendisi öz çocuklarına bile yetemeyen bir kadındı. Benim elim iş tutana kadar evin içinde süpürge gezdirdiğini bile görmemiştim. Çocukken mutfakta biriken bulaşıklardan adım atacak yer kalmazdı. Benim annem tembel bir kadındı. "Ananın tembeli olmaz," demeyin. Yaşadıklarımı birebir görseniz, ne demek istediğimi anlardınız. Eli ağırdı ama kafası zehir gibi çalışırdı. Sanki köyün bütün işini yapan oymuş gibi hareket ederdi. Topluluğa karıştığında kendini övmekten, yapmadığı işleri yapmış gibi anlatmaktan çekinmezdi. Bir şekilde herkes onu becerikli bilirdi. Bir ben ve kardeşlerim hariç. Bir de babam. Şimdi düşünüyorum da… Kayınvalidem, yaptığım işleri gördüğünde hep şunu söylerdi: "Anan iyi yetiştirmiş seni, gelin. Yaptığın yenilir, diktiğin giyilir." Ona şunu diyemezdim: Ben, annemin yetiştiremediklerini görüp de etrafıma bakarak öğrenmiştim hayatı. Annem, beni ilk evladı olarak değil, sanki bir makine gibi doğurmuştu. Ne zaman iki ayağımın üstünde sağlam durduğumu fark ettiyse, düğmeme basıp beni ayarlamaya kalkmıştı. Adım, dilinden hiç düşmezdi. "Şunu getir, Aycan," diye başlar, ardından hiç bitmeyen bir liste sıralardı: "Şu bulaşıkları yıka. Evi süpür. Baban tarladan geldi, çoraplarını yıka. Çay koy. Yemek yap. Kardeşine bak, Aycan. Tavuklar balkona çıktı, küşle Aycan. Elin değmişken yıka Aycan." Her Allah’ın günü, en az bin kez duyduğum cümlelerdi bunlar. El içinde, "Aman, benim yetiştirdiğim kız ne marifetli," diyebilmek için o gün de canımı çıkarmıştı. Tandıra gazel, hamura un, böreğe iç, teyzeme çay, yengeme oklava ver… Halime hiç acımadı. Onca insanın içinde "Anne, yoruldum," diyemedim. Diyemezdim de. Kız kısmı annesine öyle der mi? Makinelerin sesi olmaz ki. Bir de evlenecek çağa gelmiş kızın, el âlemin içinde annesine karşı çıkması nerede görülmüş? Eli iş yapmazdı ama diliyle mislini yapardı. "Atmaca gibi olacaksınız milletin içinde. Gözümün içine bakacak, leb demeden leblebiyi anlayacaksınız. Ne istediğimi ikiletmeden yapacaksınız ki, Sultan ne de güzel evlat yetiştirmiş desinler." Desinler… Hep desinler diye yaşadı annem. Övülmek, üstün kılınmak, imrenilmek için dilini eğitti bizi yetiştirirken. O çağlarda ölesiye kızsam da, yalnız kaldığımızda tepesine binsen de… Şimdi karşımda olsa sesimi çıkaramam. "Ben sana demiştim. Ana sözü dinlemeyin, hali böyle olur," diyecek diye ödüm kopuyor. Tembel annemi, onun aşırılıklarını sineye çeken babamı, elimde büyüyen kardeşlerimi… Daha çok anlatacağım. Mecbur anlatacağım. Ama şimdi değil. *** Bugün sabah dokuz gibi, yan komşum Sibel geldi. Onun gelişiyle, geçip gitmeyen geçmişimle bir kez daha yüzleştiğimi hissettim. Kocası ona kolye almış, göstermeye gelmişti. Ama bahaneydi, asıl gelişi benim halimi merak etmesindendi. "Sağ olasın," dedim. Kapının önünde kocama ait tırı görünce hemen "Gözün aydın olsun," dedi. Gülerek, "Şimdi sizin kavuşmanızın şerefine mahalle alev alır," diye ekledi. Ses etmedim. "Ne getirmiş kız?" diye sordu. "Sağ salim geldi, o yeter," dedim. Ona bahar dalları desenli elbise aldığını, kolyesine benzeyen bir set getirdiğini, çocuklara da aylardır bekledikleri listeyi tamamladığını söylemedim. Gerek duymadım. Bir süre baktı, benden daha fazla ses çıkmayınca bozuldu. "Kaç yıldır arkadaşımsın, komşumsun. Ancak susuyorsun! Şurada adam akıllı bir çift söz işitmeye geldim," diye payladı. Ona kalırsa, içtiği suyun saatine kadar her şeyi anlatırdı bana. Ben ise, söylediğine göre, don yağıydım. Ne geçmişimden ne geleceğimden tek bir şey bildiği vardı. "İnsan anlatmadan nasıl yaşar be! İçi şişer içi!" diye isyan etti. O konuşurken yüzümde ne gördüyse, bir anda değişti tavrı. Beni gerçekten sevdiğini, kardeşinden öte tuttuğunu söyledi. İkimiz de gelin geldiğimiz gurbette kimsesizdik. O da benim gibi kayınvalidesiyle yaşıyor, arada kaçıp benimle şenlenmek istiyordu. Ben ona bakınca, hiç sönmeyen bir hayat ışığı görüyordum. O bana bakarken ise eminim ki içindeki ipi çekilmiş ama yanması gereken bir mum... Yine de geliyordu işte. Halimi sorması bile yeterdi. "Aman, iyi be! Anlatmazsan anlatma. Fakat bana anlatamıyorsan, geç şu ektiğin çiçeklere anlat; hortumla sularken akan suya anlat. Olmadı mı? Geç şu görkemli asmanın altına otur, derdini boşluğa anlat." Oysa onu herkes hoppa bilirdi. "Kocasını parmağına dolamış, içinde zerre derdi yok, allı yeşilli giyinip süslensin, nerede düğün bayram varsa orada gezer," derlerdi. Ama o, bana anlat diye ısrar ettikçe anladım ki, içten içe kaygısız görünen Sibel’e dert olmuştum. En büyük derdi benmişim gibi sürekli benimle dertleşmek istiyordu. Ben onun art niyet taşımadığını biliyordum. "Atma komşum içine! Boşluğa at, hiçliğe at ama güzel içini derdinle doldurma," dediğinde gözleri buğulanmıştı. O sözleri söylerken samimiyetine canı gönülden inanmıştım. Ben öyle zamanlardan geçtim ki... Ona anlatsam, neşesine zehir saçmış olurdum. Keşke dert dediğimiz, ağzımızdan dökülecek kadar kolay olsaydı. Kelimeler dilimde sıraya girerken, ciğeri söküp, yüreği deşip geliyordu... Sağ kalırsam belki anlatırdım. Ama önce onun da dediği gibi... Boşluğa anlatıp provasını yapmalıydım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD