Onunla iki adım mesafede konuşmaya dalmış, zamanın nasıl akıp gittiğinin farkında değildim. Belki sadece beş dakika kadar olmuştu. Ama bana o an beş asır gibi gelmişti.
İnsan birini sindirmeye çalışınca, saliseler bir ömür yeterdi. Öyle de oldu. Her hâli, dün gibi gözümün önünde.
Bahçede kuşlar hakkında konuşmaya dalmıştık ki annem adımı bas bas bağırıyordu. Paniğe kapıldım. Oysa karşısında ne güzel de konuşuyordum. Benim o hâlimi gören, zannederdi ki kırk yıllık kuş eğitmeni.
Buluttan nem kapmaydı benimkisi.
Beni dikkatle dinlerken beğensin istemiştim. Kendisi öğretmenmiş ya, beni de akıllı sansın.
Beğendi mi, beğenmedi mi bilmem. Bunu sormamıştım.
Ama o günkü hâlimin özeti bence şöyleydi:
Şaşkın, tutulmaya yer arayan biçare bir kuş.
"Annem çağırıyor, gideyim. Eğer bir ihtiyacınız falan olursa, çekinmeden söyleyin," dedim.
"Tamamdır, Aycan. Söylerim," demişti.
Zaten o sözünden sonra da hiç çekinmemişti.
Adımı söyledi ya, elim ayağım birbirine dolandı, hızla karşısından ayrıldım. Bahçe kapısını açtığım gibi evin önüne doğru koşturdum.
Köşeyi dönmüştüm ki… anamla burun buruna geldik!
İkimiz de aynı anda korkup parmağımızı damağımıza götürerek yukarı kaldırdık. Sonra, ne hikmetse birbirimize bakıp, güldük.
Benim sevincim ortadaydı da, ona ne olmuştu?
Ana-kız olarak böyle gülüşüp oynaşmak bize göre değildi.
"Ben de iki saattir seni arıyorum, neredesin?" diye sordu.
Aramızda geçen beş saniyelik büyüyü bozdu.
Elbette ona, bahçede Kağan ile konuştuğumuzu demedim.
Evin etrafı dışında ben nerede olabilirdim ki?
Bunu düşündüm ve ima bırakmayı tercih ettim.
"Bizim kızlarla toplandık da çekirdek çitlerdik, ana," dedim.
İnanmış gibi, merakla arkama bakıp, "Beni niye çağırmadınız?" diye hesap soracak gibiydi.
"Sizin kızlar kim, Aycan?" dedi.
Demedi ki, kızım, senin şu yaşına kadar hiç arkadaşın oldu mu? Çekirdek yiyecek kadar birileriyle oturacak vaktin kaldı mı?
"Arkadaşlarım, ana, bilmez misin? Sesini duyunca kaçıştılar. ‘Aycan’ın işi vardır,’ diye," kaşımı kaldırıp dalga geçtim.
Bunu bile anlamadı.
Hâlâ arkama bakıyordu.
O arasın dursun olmayan arkadaşlarımı.
Öylece bırakıp eve girdim. Peşimden gelmedi.
...
Evin içinde yalnız, o odadan bu odaya geçiyordum. Kalbim yerine dar gelmişti.
Aklımda, kendine yer edinmeye çalışan Kağan’ın görüntüsü vardı. Hafızamdaki ne var ne yoksa hepsini kenara itmiş, o günden sonra başka bir şey düşünmeme izin vermemişti.
Ben eve girdim. Anam benden sonra nereye gitti, bilmiyordum.
Kardeşlerim okulda, babam işteydi. Babam gelene kadar, evin içinde vakit öldürdüm. Ev temizdi, yemeği de yapmıştım.
Bir ara içeri girip televizyon bile izledim.
Demek ki insan mutlu olduğunda boş işlere bile vakit ayırabiliyormuş.
Bunu bile yapmak benim için lükstü.
Akşam babamın iş dönüşü saati yaklaştığında mutfağa geçtim.
Kardeşlerim ve annem de o sırada gelmişti.
Hepsi de aynı soruyu soruyordu.
"Aycan, baban gelir şimdi. Sofra hazır mı?"
"Abla, öldük açlıktan. Yemekte ne var?"
***
Her günden farklı olan, mutfakta daha fazla vakit geçirmemdi. Gözüm pencerede, elim işteydi. Akşam yemeğini hazırlarken Kağan perdeleri açmış, hatta lambasını bile yakmıştı. O evde mutfak bile yoktu. Sabahtan akşama ne yiyip içmişti bu adam? Bunu düşününce, içime öküz oturmuş gibi olmuştu. Yine de babamın bunu düşünmüş olmasını umut ettim. Gezgin anam, bir ara misafirimiz için farklı yemek yapmayı söylemişti. Acaba ben uyurken kahvaltı falan ayarlamış olabilir miydi? Soramazdım ki.
Ben mutfakta sofra hazırlarken, annem ve babam içeride diz dize vermiş, bir şeyler konuşuyordu. Annemin arada yükselen sesleri dikkatimi çekse de, her zamanki hâlidir diye önemsemedim. Ta ki koltuk altıma sıkıştırdığım sofra beziyle odaya girene kadar.
"Al başına belayı, akılsız adam," demişti annem. Ben girince susmuştu. Ama suratı sirke satıyordu. Bana bir şey demeden ayağa kalktı ve sofrayı aldığı gibi sinirle yere serdi. Babama baktım, omuzlarını çekti ve yemekte ne yaptığımı sordu. O akşam için taze fasulye, pilav ve cacık yapmıştım.
"İyi kızım! Tepsiye hepsinden birer tabak hazırla da Kağan’a da verelim," dedi. Karşısında, sesimin canlı çıkmasına mâni olamadan, "Tamam baba, hazırlar götürürüm," demiş bulundum.
Annem ile babam, yüzüme öyle bir baktılar ki… O an, fazla ileri gittiğimi anlamıştım.
"Kardeşlerine söyle, Aycan. Onlar götürsün," dedi annem. Suçum ortaya saçılmış gibi utanarak, ağzımın içinde "Tamam," dedim.
...
Aybüke’nin eline hazırladığım tepsiyi verdim, Aybar’a ise ekmek dilimlediğim leğeni. Her ikisini de sıkı sıkı tembihleyerek arka eve yolladım. Fakat kardeşlerim, kapı ağzında “Sen çal!” “Hayır, sen çal!” kavgasına tutuşmuşlardı.
Aybüke, Aybar’ı kapı ağzında yiyecekti. Tepsiyi taşımakta zorluk çekerken, “Eşek herif, vursana şu kapıya!” diyerek azarlıyordu.
Pencereden onları izliyordum. “Gelirsem ikinizin de kafasını kıracağım. Yemekleri dökeceksiniz şimdi. Aybar, çalsana kapıyı!” diye fısıltıyla sesimi duyurmaya çalıştım. Aybar hâlâ omzunu çekiyor, kucağındaki dilimlenmiş ekmek leğeniyle kaçmaya çalışıyordu.
Aslında durum şöyleydi. Bizim oralarda, çoğu zaman kendi statüsünün üzerinde birini gördüler mi, saygıyla karışık mahcupluk olurdu bizim çocuklarda.
Mesela bir öğretmen, doktor veya hemşire gördüler mi, okumuş insana farklı gözle bakılırdı.
Bu, bence de güzel bir şeydi.
Özellikle öğretmenlere karşı.
Şimdiki çocuklara bakıyorum da, kim öğretmen, belli değil.
Bizim zamanımızda karşımızdan öğretmen geldiği zaman, olduğumuz yerde durur, saygıyla beklerdik.
O yüzden babam çocukları sıkı sıkı tembih etmişti. Avlumuza, hanemize giren yabancının hem onların öğretmeni hem de kiracımız olduğunu söyleyerek, özellikle Aybar'ı uyarmıştı. Arkadaşlarını toplayıp, Kağan’ın kaldığı evin damına sarkan meyveleri yememeleri için.
Aybüke, Aybar’a nazaran daha ketum bir çocuktu. Bana göre ise fazlasıyla sosyal. Köyün içinde kız arkadaşlarıyla toplanır, istediğini istediği şekilde yapardı. Kimse karışmazdı. Başarılıydı. O yıl lise sınavlarına girmiş ve şehir merkezinde Fen Lisesi'ni kazanmıştı. Birkaç gün önce aldığımız haber, bütün evi neşeye boğmuştu.
O benim gibi olmayacaktı. Yatılı lisede okuyacak ve geleceğinin ipini kendi ellerinde tutacaktı. Varsın olmasındı da. Ablası olarak desteklerdim. Öyle düşünüyordum ama o zaman kendime bile faydam yoktu.
Aybar en küçüğümüzdü. O zamanlar dörde gidiyordu ve öğretmeni Kağan olacaktı. Tabii yeni gelen öğretmenimizin şartları değişmezse.
Bilmiyorum hangisi cesaretini toplayıp kapıyı çalabildi. İkisinin de sesi birden kesildi. Mutfağın lambasını bilerek yakmamıştım ki görünmeyeyim diye. Karanlıkta gözüm onlarda, bende kapıya dikkat kesildim.
Önce ara holün lambasını yaktı Kağan. Işık yandığı an, sanki nefesimi hissedecekmiş gibi olduğum yerde nefesimi tuttum. Saniyeler sonra tahta kapının zemberek sesi duyuldu. Bizimkiler kapı açılınca iki adım geri kaçmıştı.
Kapıyı açıp gülen yüzüyle karşılarına çıkınca önce ben şok olmuştum. Zavallı kardeşlerim de benim kadar şokta olmuş olacak ki başlarını eğip tek kelime edemiyorlardı.
Kağan’ın üstünde, vücudunun yarısını açıkta bırakan, sanki iki beden büyükmüş gibi bol bir atlet vardı. Altında da atletin koyu renginde, diz kapağına kadar inen penye bir şort. Omuzları, göğsü ve göremesem de emindim ki sırtı da açıktı.
Biz bırak babamızı, televizyonda bile böylesini gördük mü başımızı çevirip bakmazdık. Utanırdık.
"Ooo çocuklar, hoş geldiniz!" diye gayet içten bir şekilde karşıladı onları.
Kardeşlerim onu öyle görünce utanmış, başlarını sağa sola kaçırarak babamın yemek gönderdiğini anlatmaya çalışıyorlardı.
Onlar gözlerini sağa sola kaçırıyor ama ben? Bulunduğum yerde görünmediğime güvendiğimden, asla çekmedim bakışlarımı. O gün, o an, ilk kez kadın olmanın yolunda ilerlediğimi anladım.
Gözlerim kaslı kollarında ve tüysüz vücudunda arsızca dolaşırken, kalbim patlayacak kadar heyecanıma yenik düşmek üzereydi. Vücuduma aniden basan ateşin harareti yanaklarıma vurmuştu.
Bugün bunları anlatırken bile yerin dibine girmek isterken, onu öyle gördüğümde, o çıplak omuzlarına başımı yaslamanın nasıl bir duygu olduğunun düşünü kurmuştum.
Sanki büyük bir suça doğru elimi kolumu sallayarak heyecanla gidiyordum.
Bunun farkında bir o kadar da değildim.
Gözlerim Kağan’ı yiyip bitirirken, eksik bakacağım korkusuyla kırpmamıştım.
Gözümde şenlik, kulağım da kardeşlerimdeydi.
Çocukların yaptığı açıklamadan sonra ellerini alkış yaparak teşekkür etti.
"Eğer zamanınız varsa birlikte yiyelim. Böylelikle yakından tanışmış oluruz," dedi.
Dakikalar önce utanan Aybar, genç ve gösterişli öğretmenini sevmiş olacak ki, daha az çekinerek cevapladı.
"Olur öğretmenim, ama biz tokuz," dedi.
Kağan, Aybüke’nin elinden tepsiyi alırken Aybar’ın verdiği cevaba karşı donup kalmıştı. Çocuklar da ben de şaşkındık. Acaba ağzından yanlış bir kelime mi çıktı diye düşündüm. O an anladım ki, öğretmenim kelimesine takılmıştı.
Bunu çabucak anlamamın sebebi, annemle babamın sofra başında Kağan hakkında konuşmalarıydı. Aralarında ne olduysa, ben mutfakta yemek hazırlarken olmuştu. O sıra konuşmalarını duymamıştım ama Kağan için tepsi hazırlarken, annemin dediği birkaç şeyi işitmiştim.
"Bizim etimiz ne budumuz ne? Böyle adamlarla nasıl baş geliriz, Yusuf? Hem köylü sormayacak mı? Bu nasıl öğretmenmiş?" diye sesini yükseltip alçaltınca, neler olduğunu anlamaya çalıştım.
Fakat babam, anneme sert bir dilde uyarısını yapınca boş verdim. Ben annemin zaten hiçbir sözünü kaide almıyordum ki.
"Yahu öğretmenmiş diyorum. Bunun nesini anlamıyorsun? Sen çeneni tut yeter. Kimseye tek kelime etme sakın."
Babam böyle deyince, ötesini duymaya gerek bile duymamıştım.
Şayet babam bu adama güvenmeseydi, değil evimize, evin önünden bile geçirtmezdi.
Böyle kandırıyordum işte kendimi.
Böyle görmek istiyordum.
Gönül bir kere istediğine kaymayı versin, bütün güzellemeleri kaydığı yere yapardı.
Tıkamıştım kulaklarımı. Görmemiştim annemin suratının asıldığını.
"Anam bir de kiracının yemek derdine düştü de ondan bu halleri," dedim.
İçimdeki ses yine taraflı davranıyordu ve ben…
Annemin söylediklerini kulak ardı edip, babamın kabul gördüğüne bile isteye, seve seve çekiliyordum.
Anamlar hâlâ içeride tartışıyordu, ben mutfakta gözetliyordum. Kardeşlerim ve Kağan, ele ele verip içeriden evin önüne katlanır masa çıkardıkları gibi sofrayı kurmaya çalışıyorlardı. Onlar bensiz iş yaptıkça yönlendirmek istiyordum ama çıt çıkaramıyordum.
Babaannemden kalma küçük masanın etrafına üçü de oturunca içim gitti. Keşke ben de karşılarında olsaydım, dedim. Kağan iştahla yemeğini yemeye başlayınca, bizimkiler başta tedirgindi ama kısa sorularıyla onların dikkatini çekmeyi başarmıştı.
"İsimleriniz oldukça modern. Aycan, Aybüke ve Aybar. Sizinkiler güzel uyum yakalamış," dedi.
Aybar, buldu tabii şımaracağı yeri, durur mu hiç?
"Valla öğretmenim, hep anamın işleri. Sabahtan akşama dizi izler, oradan bulmuş isimlerimizi. Öyle değil mi, abla?" diyerek Aybüke’yi dirseğiyle dürttü ve kıkır kıkır güldü.
Aybüke ona susması için kaşıyla işaret veriyor, Kağan ise oldukça eğlenmiş, onlara bakıp gülüyordu.
"Aslında öyle değil, hocam! Ablam ilk çocukları olduğu için bizim adımızı da ona göre uydurmuşlar işte," dedi.
Akıllı bacım benim, dedim içimden.
Adım geçti ya, nasıl tepki verecek diye merakla bekledim.
Öyle mi? Çok güzel olmuş o zaman. Ayrıca Aycan ismi de çok güzel," dedi. Bu, onun ağzından duyduğum ilk iltifattı. Bayılmamak için tezgâha tutundum. Adımı, dünyanın en güzel adı sandım.
Ayaklarımı yerden kesecek kadar daha güzellerini yine onun ağzından duyana kadar, hayatım boyunca aldığım en güzel iltifat o olacak sanmıştım.
O, çocuklarla güldü, eğlendi. Benim ayaklarım, yanlarına gitmemek için direndi. Adıma duyduğum iltifatın heyecanıyla, kalbim küt küt atarken, her hareketini, gülüşünü, konuşmasını yudum yudum içip ezberlemeye çalıştım.
Ta ki annem mutfağın ışıklarını yakana kadar.
Annem mutfağa girip ışığı açınca, kendimi pencere önünden çekip kenara atmam bir oldu.
"Ne yapıyorsun karanlıkta, Aycan?" derken sesi yüksekti ve mutlaka Kağan da duymuş olmalıydı.
Anam, yine beni yerin dibine sokmayı başarmıştı.
"Ana, sessiz olsana! Bizimkiler hocanın yanında, onlara bakıyorum," dedim.
Normalde benimle birlikte ışığı söndürüp merak ederek izlemesi gereken annem, suratını büzüp sertçe, "Çağır şunları, gelsinler. Ne halt işliyorlar bu kadar saat orada?" dedi.
Mutfaktan çıktı. Arkasından şaşkınlıkla baktım.
Bu kadına ne olmuştu böyle?
Annem çağır dedi ya, önce yanlarına gidip çağırmayı düşündüm ama pencereden tekrar baktığımda üçü de dönmüş bana bakıyordu. Işığın yanması ve anamın sesi yüzünden.
Sesimi, anamın öfkeli sesine tezat olacak şekilde, naif çıkarmaya çalışarak seslendim.
"Aybüke, Aybar, hadi gelin artık. Annem çağırıyor," diye tonumu dizginleyerek söyledim.
Normalde onlara hiç böyle seslendiğim olmamıştı.
Kardeşlerim sözümden sonra hızla toparlanıp ayaklanırken, Kağan önce onlara iyi geceler diledi.
Sonra bana baktı.
Aybüke’nin taşıdığı tepsiyi işaret ederek konuştu.
"Senin de ellerine sağlık, Aycan. Hayatımda yediğim en güzel sebze yemeğiydi."
Ben o gün bayılmadıysam, hiç bayılmazdım.
Benim hazırladığımı nasıl anlamıştı?
Onu görmek için saatlerimi harcadığımı, pencereden görüp fark etmiş miydi?
***
O gecenin ertesi günüydü. Günlük işler yine bana kalmış, yine gece geç uyuyup geç uyandığım için her birini yetiştirmeye çalışıyordum. O gün Aybüke ve benim dışımda evde kimse yoktu. Annem, köyümüzden seksenlik bir ninemiz vefat ettiği için cenazeye gitmişti. Babam işteydi. Aybar ise kim bilir kimin meyve bahçesini taşlamakla meşguldü.
Baktım işleri yetiştiremeyeceğim, Aybüke’nin eline süpürgeyi tutuşturdum. O odaları temizledi, ben ise bir saatte bitirmem gereken mutfak işini uzattıkça uzattım.
Kağan ara sıra kapıya çıktı. Benim mutfakta olduğumu görünce pencereye yaklaştı.
"Kolay gelsin, Aycan! Enfes kokular dört bir yanı sardı," dedi.
Halbuki onun seslendiğinde sadece baharat içinde soğan kavuruyordum.
Nasıl utangacım anlatamam.
Elimde bıçak, patlıcanı doğrarken, yüzüme düşen perçemi geri çekip konuştum.
"Akşam size de yollarız. Patlıcan oturtma sever misiniz?" diye sordum.
Konuşurken ellerini çok kullanırdı Kağan. İşaret parmağını yanağına dayayarak düşünür gibi yaptı.
"Tam olarak aynı yemekten bahsediyorsak, sanırım severim. Ve akşamı dört gözle bekliyorum."
İştahla söyleyince dayanamayıp sordum.
"Sabah kahvaltı ettiniz mi? Evde yiyecek bir şeyler yok ki," dedim.
İlk kez o gün içten gülümsemişti.
Güzel gözlerinin kenarı hafif kısılmıştı.
"Senin haberin yok sanırım. Sabah, Yusuf Ağabey işe gitmeden elinde tepsiyle geliyor. Birlikte yapıyoruz kahvaltıyı."
Babamın elbet onu aç bırakmayacağını biliyordum. Son iki gündür ben çok geç uyandığım için bunun farkında değildim.
"Afiyet olsun," dedim.
"Eyvallah, Aycan," dedi.
O günden sonra ben çok kişiye eyvallah çektim.
Ondan bana yapışan çok şey vardı. Dilime takılan sözler en baştaydı.
O biraz dinlenmesi gerektiğini söyleyerek eve girdi.
Ben mutfakta işimi bitirip dışarı çıktım.
...
Yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Normalde bizim köy serin olurdu ama dediğim gibi, o sene toprak suya muhtaç yanıp tutuşuyordu. Tıpkı benim gibi.
Evimizin önünde kendi ellerimle diktiğim sarmaşık güller, asma ağacı ve çiçeklerimiz, sıcaktan dolayı iki gün geçmeden boynunu büküyordu.
Bu işe de ben koşuyordum. Biri de demiyordu ki hortumu takıp şunları sulayalım.
Aybüke söylene söylene evi temizlerken, ben dışarı çıktım. Hortumu çeşmeye taktım.
O gün ayağımda şalvar vardı. Onu göbek kısmından kıvırınca dizime kadar açılmıştı.
İş yaparken paçalarımın ıslanmasını sevmiyordum. Üstümde düz siyah kısa kollu bir tişört vardı. Uzun saçlarımı tepemde dolayarak topuz yapmış, üstüne de ucu oyalı mor yazmayı öylece bağlamıştım.
Oyalı yazmanın altından firar eden kâküllerimi hiç ellememiştim. Birkaç kez böyle yapınca “yakışıyor sana” diyenler olmuştu da, onları o günlerde fazlasıyla dinleyesim tutmuştu.
Önce balkonumuzu temizledim. Ayağım yalınayaktı. Beton, toprak ve suyun karışımından çıkan koku en sevdiğimdi.
Elimde çalı süpürgesiyle balkonu temizledikten sonra, yeri de sulayıp süpürdüm. Dilimde şen bir türkü vardı, aklımda Kağan.
Ayaklarım yalınayak güllerin dibini sularken, arkamdan bir ses adımı sanki kırk yıldır telaffuz ediyormuş gibi seslenmişti.
"Aycan, acil bakman lazım! Başım fena halde dertte," demişti.
Hortum elimde, yüzümü anında dönemedim. O heyecanlı hallerim hiç bitmeyecekti. İsmimin onun ağzından döküldüğünde bile kendi başımı yiyecekken, onun güzel başına ben nasıl çare olabilirdim?
Mecbur dönecektim yüzümü. Döndüm de.
Elimdeki hortumun ucu, gül dibinden boşluğa akıyor, farkında olmadan yüzüne bakıyordum.
Herhalde "Buyurun," falan demiştim. Ya da diyememiştim bir şey.
"Evde benden hariç iki kişi daha var," demez mi!
Nasıl şaşırdım.
Yahu, iki günde sen beni bu hâle soktuysan, diğerleri kim?
"Kim var?" diye sesimi yükseltip sorunca, halimden ötürü başını yukarı kaldırıp kahkaha atmasıyla yüreğime inme inecek sandım.
"Fare Bey ile sanırım hanımı," dedi gülerek.
"Fare mi?"
"Yani kesinlikle fare olmalı. Başka türlüsünü sindirecek gibi değilim. Çok hızlı hareket ettikleri için tam olarak seçemedim. Uyumak için uzandığımda yatağın altına kaçtıklarını gördüm ve sinirle kendimi buraya attım."
Fareleri öyle sevimli tarif ediyordu ki, karşısında eriyip toprağa kavuşacaktım.
Bir de karşısında gülmüş olunca bozulmuştu.
"Gülüyorsun ama sakın farelerden korktuğumu düşünme. Sadece o yaratıkları sevmiyor ve tiksiniyorum," dedi.
Onu üzmemek için hemen yuttum gülüşümü. Suratımı düzelttim.
"Yok, ondan değil. Şey yani, kim sever ki zaten fareleri? Öyleyse şey yapalım biz. Şöyle yapalım," diye karşısında saçmalarken, gülme sırası ondaydı.
Eli belinde, kaşıyla boşa akan hortumu gösterdi.Önce suyu kapatalım, Aycan! Malum, susuz hayatta fare bile bulamayacak hallere düşebiliriz," dedi.
Sanki yüzüme tokat atmıştı. Öyle konuştu ya, sanırsınız bütün göllerin suyunu bahçeye akıtıvermişim gibi kötü oldum.
Yalın ayaklarım yeni yıkanmış betonun ferahlığında çabucak koşup suyu kapattım. Hortumu sonra toplardım.
Terliklerimi giydim, karşısına bir kahramanmış gibi dikildim. Övsün istedim. Çocuktan beter hâlde karşısındaydım.
"O zaman şöyle yapalım. Bizim Fıçıyı bulup, eve kapatalım. Akşama kalmaz, bitirir işlerini."
Beni dikkatle dinleyip kaşlarını çatıp merakla sordu.
"Aycan, Fıçı kim?"
Sanki essahtan birini soruyormuş gibi öyle ciddi sordu ki, elimi ağzıma kapatıp güldüm.
"Pisimiz," dedim. Sonra suç işlemiş gibi "Yani kedimiz," diye çevirdim. Yine karşısında mahcup olmayayım diye.
"Pisi daha orijinalmiş. Neden Fıçı diye sormak istiyorum."
Karşımda merakla sorduğu soruları hiç susmadan yanıtlamak istiyor, ne kadar çok engin tecrübelere sahip olduğumu göstermek istiyordum.
Ama heyecanımdan, karşısında konuşmaya çalışırken saçmalamaktan da ölesiye korkuyordum.
Kısa ve net cevaplar vermeye çalışmam da bundandı.
"Adını Aybar koydu. Görseniz kuzu gibi bir şey. Ağır ve hantal. Çok fazla kilolu olduğu için adına Fıçı dedi," dedim.
Ona da gülmüştü.
"Bulalım şu Fıçıyı da evde ne var ne yok silsin süpürsün," diyerek ben önde, o arkada kediyi aramaya koyulduk.
...
Ben “Fıçı neredesin kızım, çık ortaya,” diye seslenirken o, “Pisi pisi,” diyerek çağırıyordu.
Evin etrafında yoktu. Kullanmadığımız samanlık ve ahırda olma ihtimaline karşı o tarafa yöneldim. Peşimden geldi.
O günlerde, Kağan’ın yanında hiçbir şeyi akıl edemiyordum. Nerede görülmüş bir kız ve oğlanın ahıra, samanlığa yalnız başına girmesi?
Şu an bile gözüme fazlasıyla aykırı gelirken, o vakitler hissettiğim heyecan ve adrenalinden dolayı bunu hiç düşünmüyordum.
Aksine hoşuma gidiyordu.
Önce ahıra girdik. Geçmişte kalan yoğun asit kokusuna karşı burnunu kapattı. Haliyle ortam toz duman olunca öksürmeye başladı.
Bizim oralarda onun gibilere kibarcık denirdi. Allah var, ben de içimden öyle geçirip kendimce gülüyordum.
Daha fazla ilerleyemediği için geri çıkıp kapıda bekledi.
Fıçı ne ahırda ne de samanlıktaydı. Sanki benim için ortaya çıkmıyordu.
Ablam, “Gülüp eğleniyorsun, sefanı sür,” der gibi.
Evet, gülüyordum.
Gülmeyi az bilen ben, Kağan’ın yanında kıkır kıkır gülüyordum.
Kediyi ararken baktığımız çalı altlarında mutlaka bir yeri takılıyordu.
Ayağı kayıp düşe yazıyordu.
Yahut eline bir yerlerden tavuk pisliği bulaşıyordu.
Her birine de kendince tepkiler vermesi hoşuma gidiyordu.
"Aycan, bu ne Allah aşkına?" derken, tavuk pisliğine karşı elini iğrenerek sallaması komiğime gidiyordu.
İşin aslı, gülmeye yer arıyordum işte.
Gizli bahçeye de birlikte girdik. Konuşarak ve eğlenerek.
Ara sıra kediyi aramayı bile unuttuğumuz oldu.
Peşimden geldikçe, yanımda yaptığı esprilere gülüyor, ben de ona aynı şekilde karşılık verirken, onun da hoşuna gittiği ortadaydı.
Her gün ayak altında olan Fıçı, bahçede de yoktu.
Kağan’ın bir ara ayağına diken dolandı.
Yere çömelip çıkarmaya çalıştı.
Sonra, ne alakaysa, yerde kıvranan solucanı görünce beni yakınına çağırıp, parmağıyla göstererek konuştu.
"Balıkların da ayağı yok ama yüzüyorlar. Solucanlar da acaba keşke balık olsaydım diye hayal kuruyor mudur?"
Ben de onun gibi yere çömelmiş, günde bin kez gördüğüm solucanı sanki ilk kez görüyormuş gibi incelemeye başladım.
Tuhaf sorusuna karşı ne yorum yapsam diye düşünürken…
Meğer beni yanına çekip konuşturmakmış niyeti.
Çok zaman sonra itiraf etmişti.
"Ben soru sorunca kocaman gözlerini açıp, bal dudaklarını büzerek açıklamaya çalışırken acayip hoşuma gidiyordu. O yüzden karşında saçmalardan seçmeler yapıyordum" demişti. "Çok fenasın ama sen!" diye kolunu ısırmaya çalışmıştım da "asıl fena olan sensin" diye beni yere yatırıp öpmeye başlamıştı.
Bunlara daha çok vardı. Önce yudumlayarak içecektim Kağan'ı.
...
Fıçı mıçı ortada yoktu.
Aramaktan vazgeçip yine yan yana eve doğru yürürken başka bir çare arıyorduk.
Ben, toz zehir falan var, tereyağı sürüp yatağın altına bırakırız gibi çareler üretiyordum.
O ise yanımda, gözlerini üzerime dikmiş dikkatle dinliyordu.
Başka bir yöntem bulalım diyerek tekrar evin önüne gelmiştik ki, bizim miskin, asmanın altındaki divanda sere serpe yatıyordu.
"İşte buradaymış ya bizim hantal," derken, sanki onu aramaktan yorulmuş gibi yalancı bir kızgınlıkla konuştum.
Kağan yanımda eğilmiş, Fıçı’ya bakıp kahkaha atıyordu.
"Fıçı da fıçıymış, hakikatten," dedi.
Onun yine gülüşüne dalıp kilitlendiğimden, ağzımdan şöyle bir söz kaçmıştı:
"Bizim buralarda her şey hakikatten."
O zaman düşünerek söylenmiş bir söz değildi ama içten içe Kağan’ın beni yaralayacağının da farkındaydım demek ki.
Sanki duymuştu dediğimi.
Fıçıyı kucağına alırken duraksamış ama cevap vermemişti.
Onun yerine, Fıçı’yla konuşuyordu.
"Senin bu bedenle o fareleri yakalayabileceğini hiç sanmıyorum. Seni gidi Garfield, seni."