BÖLÜM 4

2404 Words
O gece hiç uyuyamadım. Yatağın içinde döndüm durdum. Normalde gün boyu o kadar yorulurdum ki, yastığa başımı koyduğum an sızardım ama bu gece farklıydı. Kalbimde tuhaf bir çırpınma başlamıştı, görmezden gelerek gözlerimi kapattım, dinlenmeye çalıştım. Ama sanki biri dürtüyormuş gibi anında açıyordum. Kendime itiraf etmek için çok erkendi. Aptallıktı bu yaptığım. Resmen saatler önce hayatımda ilk kez gördüğüm misafirin yani Kağan’ın etkisi altına girmiştim. Sanki hiç erkek görmemiş gibi gözümün önünden bir türlü onun görüntüsünü silemiyordum. Evin önüne gelip karşı karşıya geldiğimiz andan itibaren her hâli sabaha kadar gözümde canlandı. İçim gitmişti. İnsanın içi nasıl mı gider? Ben onu ilk gördüğüm anda, içimdeki bütün duygular ona doğru ayaklanmış, koşturuyordu. Ben onun gibi yakışıklı birini görmemiştim. O yaşa kadar gördüğüm en yakışıklı adamdı. Boyu posu, gece karası gözleri, temiz yüzü, hafif kirli sakallarının arasından sağ yanağındaki gamzesine kadar… Her satırını bir gecede ezbere etmiştim. Bunu o gün bir başkasına anlatsam, benimle dalga geçerlerdi. "Bekârlık başına mı vurdu?" derlerdi. Ama bu öyle bir şey değildi. Kaderdi. Hani derler ya, kader ağlarını örüyor diye, tam olarak öyle bir şeydi. İlk ilmeği o gece atılmıştı. Onu düşündükçe kalbimin çırpıntısı bazen fazlalaştı, bazen de duracak gibi oldu. Acaba nereliydi? Anası babası kimdi? Kardeşleri var mıydı? Yüzünden, hâlinden ve tavrından köylü olmadıkları kesindi. Hangi şehirde yaşıyordu acaba? Büyük şehirlerden mi geliyordu yoksa? Eğer öyleyse, küçücük köyümüze sığabilecek miydi? Sağa döndüm, sola döndüm, yastığımı başımın altından çekip kucağıma bastırdım. Bir dirhem uyku girmedi yüzüme. Neredeyse sabah olacaktı ve ben, ilk kez o gece ertesi gün hangi işi yapacağımı değil, onu düşündüm. Düşünmekten ve günün yorgunluğundan serseme dönmüş hâlim ve acıyan gözlerim, pes edip ağırlaştığında, sanırım sabah ezanı okunuyordu. Ertesi gün uyandığımda, daha doğrusu uyandırıldığımda, annem yanı başımda adımı üst üste çağırıyordu. Yorgun gözlerimi aralayıp "Yahu, sadece bir gün izin verin de uyuyayım. Zaten gece boyunca gözümü yummamışım," diye kızmayı düşünürken, "Şükür çocuğum," dediği için susmuştum. Sabahın köründe neye şükrediyordu acaba? Acıyan gözlerimi ovalayıp ayılmaya çalışırken, annemin o sabah neresinin ağrıdığını duymayı bekliyordum. Aycan, şuram ağrıyor, kalk kızım. Kardeşlerinin karnını doyur da okula yolcu ediver. Ben ondan bunu beklerken, o bana saatin öğlen bire geldiğini, kaç defa beni uyandırmaya çalıştığını ve hasta olup olmadığımı sordu. Yalan dedim içimden. Zaman zaman bizi uyandırmak için en az iki saat erken söylerdi. Benim öğlen bire kadar uyuduğum ne görülmüş ne de duyulmuştu. Yine de geceden kalan hâlimden çok, şüpheyle hareket ettim. Yattığım çekyattan doğrulup, eğilip yere baktım. Şayet kardeşlerim hâlâ yatıyorsa, sabah yedi falandır diye düşündüm. Ortada ne kardeşlerim vardı ne de üstünde yattıkları döşekleri. İşte tam olarak o an uyanmıştım. Şaşırarak pencereye baktım. Gün çoktan ağarmış, güneş tepeye çıkıp odanın ortasına ışığını ve sıcaklığını saçıyordu. Ben doğdum doğalı, ilk kez o gün öğlen sonuna doğru uyanmıştım. Son olmayacaktı. "Aycan, sana diyorum! Kızım kalksana! Cevap da vermiyorsun," diye sesleniyordu annem. Gözlerimi açmak istemedim. Bedenim ağırdı, sanki içimdeki bütün enerji dün gece boyunca süren düşüncelerle tükenmişti. Annemin sesi yakınımda yankılanıyordu ama duyduklarım bulanıktı. Kendimi yokladım. Hasta mıydım acaba? Sırtım terlemişti, saçlarım lastikten firar edip terli enseme ve alnıma yapışmıştı ama başka bir sıkıntım yoktu. "Kalk haydi, akşam olacak neredeyse. Saatlerdir iş yapmaktan belim ikiye ayrıldı. Kalk da yardım et azıcık," dedi annem. Onu duyuyordum ama anlamıyordum. Sesi derin bir kuyunun dibinden yankılanıyor gibiydi. Dibimdeydi ama görmüyordum. O an aklıma düşen şey, geç uyanmış olmaktan çok, dün aniden ortaya çıkan misafirdi. Kağan nerede olabilirdi? Birden yataktan kalkmaya yeltendim, annem de ayaklandı. Yüz yüze geldik ama ona hiçbir şey soramadım. O, her zamanki gibi yapmam gereken işleri sıralayıp çıkarken, ben hızla üzerimi giyinip yatağı toplamaya başladım. ... Odadan çıktığımda annem çoktan güzellik uykusuna giriş yapmıştı. Aman bana bulaşmasın diyerek, yattığı odanın açık kapısını kapatıp mutfağa koşturdum. Acıktığımdan değildi. Mutfak tezgâhımızın tam ortasındaki telli pencere, arka evin kapısına bakardı. Aramızda yalnızca beş-altı adımlık mesafe vardı. Rahmetli babaannem yaşarken, eşiğe minder atıp orada otururdu. Ben bulaşıkları yıkarken yahut bir iş yaptığımda, beni bu pencereden izlerdi. Beğendiğinde överdi, beğenmezse de usulünce öğüt verirdi. Yavaş yıka yavrum, etrafa bulaşık suyu sıçratma. Su nimettir kızım, az aç. Yavrum, yemek artıklarını çöpe dökme, bak etrafımızda onca sessiz kul var. Tencere arkalarını iyi telle çocuğum. Aycan’ım, kızma bana! Gördüğün eve, öğrendiğin kendine. Annemin aksine, babaannemi dinler, öğütlerini dikkate alırdım. O, annemi pek sevmezdi. Yaptığı işi beğenmez, diktiğine tenezzül etmezdi. Ne vakit benim elimden iş çıktığını görse, şöyle derdi: "Kim demiş anasına bakıp kız alınacağını? Kızımın elinin hünerine bakan alsın." O eşikte oturur, ben tezgâh başında konuşur, gülüşür, dertleşirdik. Allah’ım, mekânını cennet eylesin. Gidenler gitmiş, yerine çok başkası gelmişti. Eşiğin ötesinde, kapalı kapının ardında artık yeni kiracımız vardı. Pencerenin önüne geçer geçmez gözlerimi kapıya diktim. Baktım, orada tık yok. İçeride miydi acaba? Yoksa o da benim gibi uyuyamamış da bu saate mi kalmıştı? Tabii benim gibi akılsız olduğundan değil, yerini yadırgamış olduğundan. Belki de geldiği yerde yatağı rahatsa bizim eski somyanın yayları rahatsız edip uykusuz bırakmış olabilirdi. Bunları düşünerek öylece biraz bekledim. Ne kapı açıldı ne de perdeler aralandı, üzülerek gözlerimi çektim. Mutlak denk gelecektik canım. Babam kiraya verdiğini üst üste kaç kez söylemişti. Manyağa dönmüş hâlime kızarak kendime öğüt verdim, etrafıma bakındım. Önümdeki tezgâha baktım ki ne göreyim, dağ gibi bulaşık üst üste yığılmış beni bekliyor. O gün o bulaşığı orada görünce çok sevindim. Hatta kendimce dudaklarımı ısırarak güldüğümü bilirim. Orayı arındırırken kapının açılışını, perdenin aralanışını gözden kaçırmayacağım için. Kızmayın bana. İnsanın aklı ne zaman gitmeye başlar, onu anlatıyorum. ... Yemek yedim mi, yemedim mi hatırlamıyorum ama mutfakta epey oyalandığımı biliyorum. Bulaşıklar bitmişti, buzdolabını bile silmiştim. Baktım ki dolapta yemeklik sebze var, onları değerlendirmek için akşam yemeğini bile pişirmiştim. En az üç saate yakın mutfakta kalmış olmalıyım. Annem, arkamdan sessizce gelip tencerenin kapağını açana kadar geçen zamanın farkında bile değildim. Suratım beş karıştı. "Taze fasulyemi yaptın? Kızım, keşke sorsaydın. Bugün et, tavuk, bir şeyler yapalım diyecektim," dedi annem. Artık nasıl bir kafadaysam—ki bu delice merak ettiğim Kağan’ın nerede olduğunu bilmek istediğimdendi—tencere başında yemeğe bakan anneme sesimi fazlasıyla yükselttim. "Madem öyle akıl ettiydin, keşke üç saat uyumak yerine yemeği yapıp yatsaydın, ana!" O hâlimi, şimdiki ben bile yadırgarım. Yahu bir adam, sadece bir gün içinde beni bu kadar nasıl değiştirebilirdi? Annem de aynı fikirdeydi. Ben bağırıp kendimi dışarı atarken, o da arkamdan eteğini savurarak gelmiş, iki eli belinde karşıma dikilip hesap sormuştu. "Kız, sen niye durup dururken celallendin? Misafirimiz var, unuttun mu? Onun için söylediydim!" Ne unutması? Bunu nasıl izah edebilirdim ki… Demek ki misafirimiz hâlâ yerindeydi. Dudaklarımın kıvrıldığını, kalbimin delice attığını anam görüp duymasın diye, karşısında tek kelime edemeden kendimi dışarı atmıştım. ... Evimiz her köy evi gibiydi işte. Ama çevresi herkesten biraz farklıydı. Evin yanında sebze ve meyve diktiğimiz bir bahçemiz vardı ki köydekiler adına gizli bahçe derlerdi. Etrafı yüksek taş duvarlarla çevriliydi, duvar diplerine çok zaman önce dikilmiş çalılar vardı. Boyları duvarı aşıp diğer tarafa sarkıyordu. Çalı kaplamış taş duvarı gören herkes içini merak ederdi. Sanırsın bahçede hazine yetiştiriyoruz. Bir de tahta kapısı vardı ki en az yüz yıllıktı. Babamın söylediğine göre, dedesinden kalmaymış bu bahçe. Büyük nenemiz çok güzel bir kadınmış da, dedesi kıskanç olduğundan onu kimse görmesin diye yapmış bu bahçeyi. Ne vakit babamın tarafıyla bir araya gelsek, bu hikâye mutlaka anlatılırdı. Her biri, sanki o döneme şahit olmuş gibi… "Ben şöyle duymuştum," diye kendilerince yorumlar katarak masala çevirirlerdi. O günden bugüne, tarihi eser sayılan bahçemizdeki ağaçlar koca bir deve dönüşmüş, torununun torununa yetecek kadar meyve verirdi. Babamın ailesinden kalma bu ev, miras hakkı tapulu olarak bizdeydi. Fakat bahçedeki meyve ağaçları miras malıydı. Paylaşırken böyle paylaşmışlardı. O ağaçlardan çıkan rızık, her çocuğun, her torunun hakkıydı. Bu bir vasiyetti, diye paylaşılmıştı. Meyveler olduğunda herkes birleşir, çıkan hasadı hak geçmeden kova kova paylaşırlardı. Gelemeyenler olduğunda ise babam, her birinin hakkını ayırır, teslim ederdi. Ceviz, kiraz, kayısı, kara erik, dut ve elmadan oluşan bu dev ağaçlar, sanki anlarmış gibi vasiyete sadık kalıyor, her sene herkese yetecek kadar ürün veriyordu. Bu işten tek memnun olmayan kişi tabii ki annemdi. Ağaçların bakımı, sulaması, budaması bize ait olduğundan üşenirdi. "Kimse bir kova su dökmez, iş paylaşmaya geldi mi dış kapının mandalı evin önünde biter," diye babamın başının etini yerdi. Babama konuşurdu ama kalabalık toplanmaya başlayınca, sanki tek kelime etmezmiş gibi, bütün sülaleyi baş üstünde ağırlardı. Daha doğrusu, benim başımın üstünde. Ben yine anama sarmadan, aslında bu bahçenin benim için ne kadar değerli olduğundan bahsetmek istiyorum. Çok bunalırdım ben. Bazı anlar oldu mu, sanki tonlarca yük imam tahtamın üzerinde oturuyormuş gibi nefes alamazdım. Böyle zamanlarda, kışın babaannemin evine, yazın ise bu bahçeye kendimi gizlerdim. Babam bir gün buraya girip vakit geçirdiğimi görmüş de, benim için oturacak bir yer yapmıştı. İki dev kiraz ağacının tam ortasına. Genellikle evde kimsenin olmadığı zamanlarda buraya gelir, bu küçük sedire oturarak ağaçlarla konuşurdum. Bazen de hiç konuşmaz, sadece izlerdim. Toprağın üstünde kıvranarak kendine yer arayan solucanı bile dakikalarca izlediğimi bilirim. Uzun zamandır bahçeye girmiyordum. Yaz geldiği için ev işleri yoğunlaşmış, her birine de ben koşturunca vaktim kalmıyordu. Allah’tan bahçenin bakımıyla işten erken geldiği zamanlarda babam ilgilenirdi. Eli değmediğinde de kardeşlerime tembihlerdi. “Bahçeyi sulamayı unutmayın,” diye. Bilirdi benim yoğunluğumu, onlara söylerdi. Anama bıraksak, yüz yıllık ağaçları üşendiğinden kuruturdu, Allah korusun. ... Evden öyle heyecanlanıp çıkınca, anama yakalanırım korkusuyla arka evin önünden geçmedim. Köşeyi dolanıp bahçe kapısının önüne vardım. İçimden gülmek geliyordu. Bahanesini de kapıya yordum. Akıl işte! Böyle kale kapısı gibi bahçe kapısı mı olurdu canım? Büyük dede nenemize dünyayı yasaklamış ama gökyüzüne kıyamamıştı. Damı gökyüzü olan bahçe kapısını gülerek açtım. İçeri bir adım attım ki, bir de ne göreyim... Saatlerdir yattığı evin kapısına, penceresine gözlerimi bekçi diktiğim kişi tam karşımda! Dün giydiği eşofmanları, ayağındaki beyaz spor ayakkabılarıyla bahçenin ortasında, ördekler ve kuşlar için yapılan küçük havuzun başında duruyordu. Hatta sesi kulağıma değdiğine göre, ördeklerle konuşuyordu. Şimdiki aklım olsa, kendime kızardım. Adam orada yalnız, ördeklere doğru eğilmiş bir şeyler konuşuyor, senin ne işin var onun yanında, derdim. Orada olduğunu fark edince arkanı dön, çık, git değil mi? Ama her işte takır takır çalışan aklım, o gün bilerek durdu. Gitmeyi hiç düşünmedim. Sessiz ama heyecandan titreyen ürkek adımlarımla ona doğru yürüdüm. Ördeklerle ciddi bir şekilde ne konuştuğunu duyacak kadar yaklaştım. "Sen misin bu ailenin en cingözü? Şuna bak, resmen kardeşini oyuna getiriyor," diyordu. Sanki karşısında yeni adım atmayı öğrenmiş bir bebeği sever gibi yumuşattığı sesiyle. Sesinin ahengi güzeldi. Kulağıma dolduğu an heyecanlanıyordum. Elimin biri eteğimin kenarını sıkarken, öbür elimi titreyen dudağıma mâni olmak için ağzıma götürdüm. Dudağımı dişimin arasına sıkıştırdım. Henüz beni fark etmemişti. "Bence taraflı davranıyorsun, anne ördek. Bak arkanda, kendini suya gömmüş, boğulacak bir evladın daha var, farkında değilsin," demişti. Hem de içli içli söylemişti. Ama benim komiğime gitmişti. Ağzımdan kaçan kıkırtıya bu yüzden engel olamamıştım. Ben güldüğüm için utanıp elimi ağzıma kapatmamla, onun beni fark edip bakması bir oldu. Tam da dediğim gibi, yüzünde şaşkın bir hâlde eğildiği yerden doğruldu. İşaret parmağını uzatıp, "Merhaba! Ay-Candı değil mi?" diyerek ismimi tasdiklemek ister gibi heceleyerek sordu. Sordu sormasına da, bendeki haller neydi? Gecesinden gündüze, sanki bambaşka biri oluvermiştim. Heyecanlıydım, utanıyordum ama gözlerinin içine bakmaktan da çekinmiyordum. Başkasına cevap vermeyi bırak, yüzüne bile bakmayan ben... Dün tanıdığı yabancıya karşı gayet cesaretliydim. İşin aslı, o gün, o an, o bahçede biri boynuma halatı bağlayıp ucunu Kağan’a teslim etti. Ben de kaderime çekiliyorum diye ses etmedim. "Evet, adım Aycan," dedim. Cesaretimi dilimle akıtsam da, ellerim o gün giydiğim yazlık elbisemin kenarlarını parçalayacaktı. O, karşımda ışıl ışıldı. Acep benim hâlim nasıldı? Onunla yüz yüze, yalnız bir şekilde karşılaşacağımı bilsem, özenirdim. Ne giydiğimin farkında değildim, onun yanında düşünmeye kalkıştım. Yanlış hatırlamıyorsam, rengi soluk siyah bir yazlık elbisem vardı. Üzerinde küçük kırmızı çiçeklerin olduğu, beli lastikli, penyeye benzer bir elbise. Dizimin altında, topuğumdan bir karış yukarıda. Rahat olduğu için onu sık giyerdim. Ama ayakkabımı çok net hatırlıyorum. Çünkü onun ayağında sanki hiç yere basmamış gibi temiz, açık gri renkli, altı siyah spor ayakkabıları görünce hemen kendiminkine bakıp ayaklarımı geri çekmiştim. Zira ayağımda, genellikle evin etrafında giymek için ökçesine bastığım, kirli bez ayakkabılarım vardı. Ben başımı kapatmazdım. Genellikle iş yaptığım zamanlarda saçlarım rahatsız etmesin diye yazma bağlardım. O gün de, havanın sıcak olmasından ötürü belime kadar inen kalın telli saçlarımı dolayarak ensemin az üstünde sıkı bir topuz yapmıştım. Kâküllerimi de kulağımın arkasına sıkıştırmıştım. Ben onu süzdüm, o da sanki beni baştan aşağı süzmüş gibiydi. Ama benim kadar rahatsız edici değildi. Hangimiz daha çok bakmıştık derseniz, hiç kuşkusuz bendim. Aramızda tuhaf bir sessizlik olunca, ilk o konuştu. Belki bana bıraksa, orada pakla dikkisi gibi dikilip süzerdim. İşaret parmağını yukarı kaldırıp bahçeyi göstermek için etrafında daire çizerek sordu. "Devasa ağaçların gizlendiği değişik bir bahçe. Gizemli hâli dikkatimi çekince izin almadan girdim ama umarım sizin için bir sakıncası yoktur." "Yok yok! Ne sakıncası olacak," dedim. "Size ait değil mi?" "Evet, bize ait. Babamın dedesinden kalma," dedim ama nasıl dedim… Sesimin titrediğini belli etmemek için onun gibi tane tane konuşmaya çalıştım. Sonra ördekleri gösterdi. "Ördek, kaz, köpek ve kediler. Daha neleriniz var, Aycan? Burası inanılmaz güzel bir yer. İnsan ömrünü buraya adayabilir," dedi. Ah sormayın! O öyle söyleyince kalbim hızlanmıştı. İstemiştim ki, daha çok dikkat çeksin diye olmayan hayvanlarımızı bile sayayım. Akıl işte. Sahip olamayan, gel peşime takıl demiş. "Birkaç hindi ve tavuk dışında başka da yok," dedim ama arkasından da konuşmam kısa sürmesin diye ekledim. "Babam kanatlı hayvanları çok seviyor. Hatta eskiden şu ağaçtaki asılı büyük kuş evinde onlarca paçalı güvercini vardı. Otobanda işe girince bakamadı. Biz de beceremeyince satmak zorunda kaldı." Ben anlatırken dikkatle dinledi, gösterdiğim kuş evine bakıp sordu: "Güvercinin bakımı ördeklerin bakımından daha kolay değil mi, Aycan? Özgürce uçan güvercinler, istedikleri yerde karınlarını doyurup sadece dinlenmek için yuvalarına döner, güdülmek zorunda kalınmaz." Parmağını yuvaya, yuvadan ördeklere doğru çekerek özenle soruyordu ya… Ben de özenle dinliyordum. Ben buna nasıl cevap verebilirdim ki? İkisini nasıl karşılaştırayım? Bence de güvercinler kendi yerine giriyor, yerdeki kanatlıları da biz kümese kışlıyorduk. Tilki, köpek kapmasın diye. Ama ya gelmezse güvercinler? İşte bulmuştum cevabımı. "Bence fark var, olmaz mı? Bak, ördekler burada. Bir yere kaçsalar bile onları yakalayıp geri getirmek mümkün. Ama güvercinler öyle değil. Bir uçtular mı, geriye dönecekler mi, bilemezsin. Belki başka bir yere konup, yeni bir yuva bulurlar. Belki de hiç dönmezler. Onları tutabilmenin tek yolu, güven vermek. Sadakatleri zorla değil, inançla kazanılır. İnsanlar da biraz böyle değil mi? Zorla tutamazsın, çağırınca gelenin seninle kalmasını ancak güven inşa ederek sağlayabilirsin." Ben demiştim. İki kelimeyi bir araya getiremeyen Aycan, işine gelmesini istediği durumda bülbül kesilmişti. Ben bile doğru ya da yanlış, bu açıklamayı yapabilmeme inanamazken, o da şaşırmıştı. Ettiğim sözlere karşı yüzünde bir mimik bile oynamadan dikkatle dinledi. Sonra, ağır bir hareketle başını tekrar havuzdaki ördeklere çevirerek, ağzının içinde şunları söyledi: "Diyorsun ki, özgürlüğe kanat açanlar bile dönüp dolaşıp geleceği yer, güvenini hissettikleri yuva. Güven." Ben öyle bir şey mi demiştim? Ben kendimde miydim ki, bu sorusunu da doğru cevaplayayım?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD