UĞURSUZ

1550 Words
Gerçekten o odada çürüyüp gideceğimi sandım. Zaman kavramım yoktu. Gün müydü, gece miydi… İkisi birbirine karışmıştı. Sadece nefes alıyordum o da zorla. Bir sabah ya da gece fark etmiyor… Yorganın altında uyuya kalmıştım. Bir anda bileğimden sertçe kavrandım. Sürüklenir gibi bir güçle çekildim. Yatakla yer arasındaki o sert çarpışma bütün bedenimi sarstı. Dizlerim yanarak yere vurdu. Göğsüm sıkıştı. Gözlerim karanlıkta bir an hiçbir şey seçemedi ama sonra… Orta yaşlı, yüzü çatılmış, bakışları hançer gibi bir kadın belirdi. Gözlerinde öfke değil; kin vardı. Beni yıllardır tanıyormuş da sırf nefret ediyormuş gibi. “Hanımağamızı öldürünce hanımağa olacağını mı sandın?!” diye bağırdı yüzüme doğru. Sesi duvarları sarsacak kadar yüksekti. Ben yerden doğrulmaya çalışarak, bacaklarım titreyerek: “Ben kimseyi öldürmedim…” diyebildim. Kadın bir adım daha yaklaştı. Gözleri resmen benden nefret ediyordu. “Kalk!” diye bağırdı. “Her şeyi ayağına bekliyorsun. Bundan sonra kimse sana hizmet etmeyecek. O odada oturup hanım muamelesi görmeyeceksin. Kendi işini kendin yapacaksın.” Sesindeki nefretle neye uğradığımı şaşırdım. Ben bu evde neden suçluydum? Neden herkes beni öldürmeye gelmiş gibi davranıyordu? İşte her şey o gün başladı. O uyanış daha doğrusu o düşürülüş benim gelinlikten hizmetçiliğe geçişimin başlangıcıydı. Evin reisinin yani kayınpederim Mehmet Ağa’ nın varlığı bile ürkütücü.. Adam kocaman bir gövde, buz gibi bir yüz… Konakta sessizliği bile emir gibi taşıyordu. Gözleri benim üzerimden kayarken bile bir şey hissetmiyor gibiydi; ne acıma, ne merhamet, ne öfke… Sanki bir eşyaydım. Miran’ ın bir ablası varmış evliymiş ve gelin geldiğim gün köye gelmiş. Bir abisi yurt dışında yaşıyormuş geri dönmüş. Evde kalanlar ise şunlardı. Miran ’ın kız kardeşi: Benden büyük ama yüzünde küçümseme sabit duruyordu. Göz göze geldiğimiz her an dudaklarını büküyordu. Sanki ben ailesinin utancıymışım gibi. Miran ’ın küçük erkek kardeşi. Belki bir çocuktu ama nefret öğrenilmişti. Kapıdan geçerken bile bana ters bakıyordu. Bir keresinde önümden geçerken “Katilsin” diye fısıldadığına bile eminim. Ve çalışanlar… Hepsi kaynanamın ölümünü benim üzerime yıkmıştı. Köyde ne söylendiyse buraya aynen taşınmış. “Gelin yüzünden hanım öldü” diye fısıldıyorlardı. Bana bağıran kadın ise evin mutfak sorumlusuymuş. İsmi Remziye. Ama herkes ona “Remzo” diyormuş. Evin görünmeyen hanımağası gibi… Onun sözünden kimse çıkmıyordu. Hele ben hiç. O günden sonra: Yerleri ben sildim. Bulaşıkları ben yıkadım. Kazanları ben taşıdım. Kahvaltıyı ben hazırladım. Çalışanların kıyafetlerini bile ben yıkadım. Hizmetçiden beter yaşıyordum. Ama hizmetçi olsam bari… Onların en azından saygıdeğer bir yeri vardı. Ben ise hem gelin hem suçlu hem köle sayılıyordum. Remzo her sabah beni dürtükleyerek uyandırıyor, “Gün ağardı. Kalk, daha çok işin var..” diyordu. Bir şey yanlış yapınca yüzüme tokat gibi laf çarpıyordu, bazen de bizzat tokat. “Hanımağa olacaktın değil mi? Bak hanımağalar nasıl yer siliyor.” Ben susuyordum. Çünkü konuşacak gücüm yoktu. Denemedim değil demedim. Her şeyden habersiz olduğumu anlatmayı denedim. O odada çürüyüp gitmekten daha kötüsü başlamıştı. Yaşarken yok sayılmak. Miran hala ortalarda yoktu. Ne nefretini yüzüme söylemeye geliyordu, ne de merak edip kapıya. Sanki o da beni ölü saymıştı. O gün vurduğu tokattan beri bir kez bile gölgesi bile düşmedi odama. Ben ise her gün daha çok sönüyordum. Zulüm sandığımın da ötesine geçti. O evde kimse beni gelin olarak görmüyordu artık. Ne aile, ne çalışanlar… Sanki herkes ortak bir kararla “Bu kıza eziyet edin. ” demişti. İlk günler sadece kaba davranıyorlardı. Sonra işler değişti. Artık bana isimle bile hitap etmiyorlardı. “Uğursuz!” Evet. Böyle çağırıyorlardı. Üstelik alay eder gibi, kimi zaman tükürür gibi. Hanımağa ’yı çok severlermiş meğer. Bunu yüzüme vura vura anlatıyorlardı. “Bizim hanımağa melekti, sen geldin uğursuzluk geldi… Ahh ah, keşke seni hiç almayalardı.” diye fısıldaşıyorlardı arkamdan. Ama bazen fısıltıya bile ihtiyaç duymuyorlardı. Remzo sabahları kapıyı tekmeyle açıyor, “Kalk! Yatak toplanacak, mutfak temizlenecek, kazan yıkanacak, ahıra ineceksin!” diye bağırıyordu. Ahırda at gübresini ben temizliyordum. Hayvanların yemini ben taşıyordum. Koca koca çuvalları sırtıma vuruyorlardı. Herkesin yapmayı sevmediği işi ben yapıyordum. Bir keresinde ağır bir çuvalı kaldıramayınca, Remzo elindeki sopayı sırtıma vurdu. “Hanımağa olmak istiyordun ya? Hadi bakalım, hanımağa böyle mi durur?!” Kollarım titreyene, nefesim kesilene kadar kaldırttı o çuvalı. Alnımdan ter damlıyor, gözüm kararıyor, ama kimse bir bardak su bile uzatmıyordu. Bir sabah, hava buz gibi… İçlik bile yok üzerimde. Remzo beni bahçeye çıkardı. “Dereye gideceksin. Sular kesildi. Kovaları doldur getir.” Dizlerime kadar çamura battım. Ayaklarım uyuştu. Elleri suya soktuğum anda neredeyse çığlık atacaktım. Ama attığım her çığlık onlara eğlence olacaktı, biliyordum. O yüzden dişlerimi sıktım. Nefesim sis gibi çıkıyordu ağzımdan. Kova dolusu suyu taşırken elimden kaydı, toprağa döküldü. “Uğursuz!” diye bağırdı biri. “Hanımağamızı mezarında rahat bırak bari! Seni oğluna aldığına bin pişmandır şimdi..” O an ilk kez nefes almam zorlaştı. Göğsüm içe çöktü. Ben ne yapmıştım ki? Ben ne yaşamıştım ki? “Kaynanan sana sahip çıktı! Uğursuz uğursuzluğunu yaptı!” diyorlardı. Mutfakta kimse bana tabak ayırmıyordu. Yemek kokusu eve yayılıyor, ama bana kalan sadece artıklardı. Bazen o bile yoktu. Bir gün bütün gün evin temizliğini yaptım. Ahıra indim, çamaşır yıkadım. Akşam herkes sofraya oturdu. Ben kenarda ayakta kaldım. Remzo, önümden geçerken: “Aç kal biraz. Belki vicdan dediğin şeyi öğrenirsin. Hanımağa ölürken sen aşığına bakıyordun?!” dedi. Hanımağa ölürken… Sanki ben onu öldürmüşüm gibi. Boğazım düğümlendi. Konuşamadım. Hizmetçilerden biri elindeki tencereyi masaya koyarken köşeye bir bakış attı. Sanki bir çöpü izler gibi. Kayınpederim Mehmet Ağa… Gölgesi bile yaklaşmıyordu bana. Beni gördüğünde yüzünü çeviriyordu. Sanki evde yokmuşum gibi davranıyordu. Miran’ ın kız kardeşi yanımdan geçerken koluyla beni sertçe itti. “Senin yüzünden annem öldü. Sen kimin evinde yaşıyorsun farkında mısın?” Konuşmadım. Ne deseydim ki? Ben bile bilmiyordum nerede yaşadığımı, Kim olduğumu… Bir gün çamaşır iplerine çıkardığım ıslak çarşaflar rüzgarda uçuverdi. Peşinden koştum. Miran ’ın küçük kardeşi beni izleyip güldü: “Uğursuz bile çarşaf tutamıyor!” Bir gün temizlik yaparken merdivenden düştüm. Bileğim şişti. Acıdan oturup kaldım. Kimse elini bile uzatmadı. Sadece uzaktan baktılar. “Numara yapıyor.” dediler. O gece o şişmiş bilekle bulaşık yıkadım. Çünkü yıkamazsam ne olacağını biliyordum. Suyu yüzüme dökerlerdi. Yemek vermezlerdi. Odaya kilitlerlerdi. Ev onların evi. Ben töreyle zincirlenmiş bir suçlu. “Hanımağa öldü.” “Evimize uğursuzluk geldi.” “Düğün kanla bitti.” “Bu kızla kan davası başladı.” Ben ise sadece zorla gelin olmuş bir çocuktum. Adım bile yoktu artık. Uğursuz diye çağırdıkları bir gölgeydim. Konakta bir insan bile yoktu beni koruyan. Ve Miran yoktu. Gelmiyordu. Konuşmuyordu bile. Belki ona anlatsam anlardı. Okumuş birine benziyordu ama yoktu. Her gün biraz daha yok oluyordum. Asıl fırtına, henüz gelmemişti. .... Böyle üç ay geçti. Günler birbirinin aynıydı; sabah kalk, ağır işleri yap, akşam odana kapan. Hizmetçiler gittikçe daha sertleşmiş, evin havası giderek daha soğuk ve düşmanca olmuştu. Konakta yaşayan herkes sanki varlığımı görmezden geliyordu. Bir gün, bahçede çalışan bir hizmetli, sessizce diğer hizmetlilere “Miran Ağa İstanbul’ a gitmiş. Lisans eğitimi alacakmış yaz bitince.” diye fısıldadı. Benim kulağıma da ulaştı. Gözlerim istemsizce büyüdü; o an kalbim bir anlığına sıkıştı. İstanbul… Lisans… Sanki Miran’ ın hayatı ile benimkisi birbirine hiç değmiyordu. Onun varlığı, var olmayan bir gölge gibi sadece duyduğum bir isimden ibaretti. Kesinlikle evli gibi değildim. O günden sonra yaz boyunca, her haber bir kez daha beni yalnızlığa ve çaresizliğe itti. Köydeki çocuk sesleri, sokaktan gelen gürültüler, düğünler… Hepsi bana yabancı bir dünyaymış gibi geliyordu. Konakta geçirdiğim her gün, bana hem yılgınlık hem de korku getiriyordu. Ve böyle üç ay sessiz, yalnız ve görünmez bir gölge olarak geçti. Her geçen gün biraz daha tüketiliyordum. ... Yaz bitiyordu ama evde işler bitmek bilmiyordu. Kışlık hazırlıklar başlamıştı ve her şey bana yüklenmişti. Bahçedeki odunları taşımak, mutfakta gün boyu yemek hazırlamak, odaları silmek, kışlık yiyecekleri hazırlamak… Sanki hiçbir iş bitmeyecek, her gün daha da ağırlaşacakmış gibi geliyordu. Evde kimse bana yardım etmiyor, kimse göz ucuyla bile bakmıyordu. Kayınbabam ve diğer aile üyeleri, varlığımı görmezden geliyor, konuşurken bile adımı anmıyorlardı. Hizmetçiler, en ağır işleri üstüme yıkıyor, her hareketimi denetliyor, en ufak hatamda bağırıyor, küçümsüyorlardı. “Uğursuz!” diye sesleniyor, sanki varlığım evin havasını bozuyordu. Her günün sonunda bedenen ve ruhen tükenmiş şekilde odama kapanıyordum. Ellerim nasır tutmuş, sırtım ağrıyor, vücudum her geçen gün daha da bitkinleşiyordu. Ama kimse benim halimi umursamıyordu. Herkesin gözünde ben sadece ağır bir yük, gereksiz bir varlıktım. Kendi başıma ayakta kalmak zorundaydım. Günler birbirini kovaladı. Yalnızlık, korku ve çaresizlik içinde geçiyordu zaman. Kimseye güvenemiyordum, hiçbir destek yoktu. Her bakış, her söz, her hareket, beni daha da aşağı çekiyordu. İçimde küçük bir umut kırıntısı bile kalmamıştı; kendime güvenmekten başka bir şansım yoktu. O yaz bana öğretilen tek şey açıktı. Hayatta kalmak istiyorsam, kimseye güvenemezdim. Kimse yardım etmeyecek, kimse merhamet göstermeyecekti. Benim görevim sadece ayakta durmak, her günü geçirmekti. Ama bu, genç bir kız için neredeyse imkansız bir sınavdı. Her gün bir ceza, her an bir yük, her bakış ve her söz ağır bir pranga gibi omuzlarıma biniyordu. .... Ve yaz yavaş yavaş biterken, sıcak günlerin yerini hafif rüzgarlı serin akşamlar almaya başlamıştı. Ben ise hala o odada zamanın ağırlığını omuzlarımda taşıyordum. Günler birbirine karışıyor, zaman bana göre duruyor gibiydi. O an, iki haber birden geldi ve dünyamın üzerine çöktü. Birincisi, annem evleniyordu. Ama bu evlilik, onun isteğiyle yapılan bir şey değildi, bunu hissetmem için kahin olmama gerek yoktu. Duyduğuma göre, babamın karısı, yani evin esas hanımefendisi, annemi yaşlı bir akrabasıyla evlendirecekti. Böylece hem annemden kurtulacak hem de akrabasına bir bakıcı bulmuş olacaktı. Duyunca içim burkuldu. Annemin kaderi artık hizmetçilik olmuştu, özgürlüğünden ve kendi seçimlerinden yoksun bir hayat… Düşünmek bile içimi acıtıyordu. Ama ikinci haber onu hiç beklemiyordum. Öyle bir haberdi ki, vücudum dondu sanki.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD