Handan, arkadaşlarıyla gece kulübünde eğlenmiş, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. Sabaha karşı eve döndüğünde, usulca kapıyı açıp içeri girdi. Topuklu ayakkabıları ayağında birer işkence aleti gibi hissettiriyordu; saatlerce dans etmenin ardından şişen ayak parmakları zonkluyordu. Ayakkabılarını çıkartıp eline aldı, kapıyı yavaşça kapattı. Evin derin uykudaki sessizliğini bozmamak için nefesini tutarcasına dikkatli adımlarla içeri süzüldü. Ses çıkarmamak için topuklarını yere bastırmadan, yalnızca parmak uçlarına yüklenerek adımlarını attı. Canının acısı umurunda değildi. Odağında sadece yakalanmamak vardı. Karanlıkta merdivenlere yöneldiğinde, yorgun bacaklarını zorlayarak ağır ağır yukarı çıkmaya başladı.
Tam orta basamaklara geldiğinde, evin sessizliğini yırtan bir ses, gecenin karanlığını paramparça etti.
“Handan!”
Babası Muharrem Bey’in öfkeli haykırışı, adeta göğsüne çarpan bir yumruk gibi onu yerinde dondurdu. Kulaklarını refleksle kapattı, kalbinin atışları hızlandı. O an, ne ışıklar açıktı ne de yüzler görünebiliyordu; ama babasının sert sesindeki tını bile, başına geleceklerin habercisiydi.
Bir anda antreyi aydınlatan avize ışıkları yandığında, Handan gözlerini kısarak bakışlarını yere indirdi. Gözleri alışmaya çalışırken zihninde hazırladığı bahaneyi hızlıca gözden geçirdi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir titreme vardı.
“Efendim… babacığım,” dedi çekingen ve boğuk bir sesle.
Antrede, üzerinde sabahlığıyla dikilen babası, bakışlarını kızının yüzünden ayırmadan eliyle yanına gelmesini işaret etti. Gözlerinin altındaki yorgunluk halkaları ve çatılmış kaşları, öfkesini daha da belirginleştiriyordu.
“Salona geç, çabuk!”
Handan’ın adımları bu kez ağırlaştı. Az önce tırmandığı merdivenlerden yavaşça geri indi. Elindeki ayakkabılarla salona yönelirken, arkasından gelen fısıltı ve kıkırtıları duydu. Yüzlerine bakmasada gülenlerin kimler olduğunu biliyordu. Üvey annesi ve onun kızıydı. Sinirden dişlerini sıktı. Onlara dönüp “Size de eğlence çıktı” diyecekken babası “Herkes hemen odasına gitsin!” diye gürledi.
Tam o sırada üvey kız kardeşi, kapının kenarından sinsice gülümseyerek Handan’a baktı; sanki “Ben sana söylemiştim” der gibiydi. Bu bakış, Handan’ın öfkesini kabartsa da şimdilik sessiz kalması gerektiğini biliyordu.
Salona girer girmez, babası arkasından kapıyı sertçe çarptı. Ahşap kanatların çıkardığı gürültü, Handan’ın omuzlarını istemsizce titretti. Koltuğu eliyle işaret ederek oturmasını söyledi. Handan yavaşça oturdu. Ayakkabılarını giydi, parmaklarını birbirine kenetleyip avuç içlerinde sıktı.
Babası Muharrem “Hiç uslanmayacaksın, öyle değil mi?” dedi. “Şu haline bak”
Handan, tam ağzını açıp kendini savunmaya yeltenmişti ki babası, elini sertçe kaldırıp, “Kes!” diye bağırdı. “Yakında Yavuz Selim’in karısı olacaksın ama hâlâ saçma sapan davranışlarda bulunuyorsun!”
Babasının ağzından o ismin çıkması bile Handan’ın tüylerini diken diken etti. Yıllardır yüzünü bile görmediği, adını duyduğunda bile içinde öfke kabartan o adam… Babasının bu kadar sinirliyken konuşmasını bölmenin akılsızlık olacağını biliyordu, bu yüzden dişlerini sıkarak sessiz kaldı.
Muharrem bey “Sorumsuzca yaşamaya artık bir son ver!” dedi. “Bu seni son uyarışım Handan. Geçen sefer magazin sayfalarına düştüğünde beni ne kadar zor durumda bıraktığını hatırlıyor musun? Eğer hatırlamıyorsan hatırlatayım; ailemizi rezil etmiştin!”
Babasının sözleri kulağında uğuldarken, zihni geçmişe gitti. Çocukluğundan beri adını bildiği ama yüzünü görmediği o adam… Yavuz Selim. Onunla evlenmesi gerektiği, babasının ağzından ilk kez çıktığında daha on yaşında bir kız çocuğuydu. O günden beri, bu evliliğin kurbanı olacağını biliyordu. Babasının anlattığı o “borç” hikâyesi… Kurtarılan bir canın karşılığı olarak onun hayatının feda edilmesi… Adaletin bu olmadığını defalarca düşünmüştü. Ama bunu söylemenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini yıllar içinde öğrenmişti. Çünkü bu tartışmaların sonunda her zaman kazanan babası olurdu.
Muharrem Bey’in sesi giderek yumuşadı. Derin bir nefes alıp kızının yanına oturdu. Gözlerini onunkilere dikerek, “Beni ve kendini yıprattığın yeter artık,” dedi. “Sen daha doğmadan önce bir söz verdim. Ve ne pahasına olursa olsun bu söz yerine getirilecek. Bu yaptıklarının sebebinin karşı tarafı evlilikten vazgeçirmek olduğunu biliyorum. Boşuna uğraşıyorsun.”
Handan, bakışlarını kaçırarak, “Bittiyse odama gidebilir miyim?” diye sordu.
Muharrem Bey, bu isteğin altında yatan meydan okumayı sezdi ama karşılık vermedi. Bu, aralarındaki ilk tartışma değildi. Yıllardır onu bu evliliğe razı etmek için uğraşmış ama kızının dik başlılığına asla söz geçirememişti. Handan’ın arkasını dönüp salondan çıkışıyla birlikte, Muharrem beyin zihninde yıllar öncesine ait o görüntüler canlandı.
24 YIL ÖNCE
Muharrem, sağ omzuna saplanan kurşunun yarattığı yakıcı acıya rağmen yere yığılmamak için bütün gücünü toplayarak sırtını en yakınındaki iri kayaya yasladı. Kan, kalın kış parkasının altından sıcak sıcak süzülüyor, soğuk havada buharlaşıyordu. Gözleri ara sıra bulanıklaşıyor, etrafındaki şekiller silikleşiyordu. İçinde yankılanan tek düşünce, “Bu dağ başında ölemem,” cümlesiydi. Dişlerini sıkarak, nişan günü parmağına takılan, üzerinde Asiye’nin ismi yazılı altın alyansı dudaklarına yaklaştırdı. İnce bir öpücük kondururken fısıldadı: “Seni son kez görmeden gitmeyeceğim…”
Tam o sırada gözleri, beş metre kadar ilerisinde, karla kaplı zemini kırmızıya boyamış halde hareketsiz yatan Osman’a takıldı. Onun yüzüne bakmaya cesaret edemedi. Daha bir gün önce, köyden gelen postacıya sevdiği kıza yazdığı mektubu vermek için nasıl sabırsızlandığını hatırladı. İçini yakan, boğazında düğümlenen o tarifsiz acı, çatışmanın soğuk gerçeğiyle birleşti. Silah sesleri kesilmişti, çatışma bitmiş gibi görünüyordu. Terörist grup ya geri çekilmişti ya da sadece bekliyorlardı. Pusuya düştükleri bu bölgede kendisinden başka kim hayatta kalmıştı, bilmiyordu.
Sırtını dayadığı kayadan güç alarak doğrulmaya çalıştı ama başı fena halde dönmeye başladı. Tam dengesini kaybedecekken bir el kolunu yakaladı.
“Buradayım, devrem!”
O an içini kaplayan sevinçle, karşısında silah arkadaşı Kemal’i görünce ona sıkıca sarıldı. Hıçkırıklar boğazında patlarken titrek bir sesle, “Başka hayatta kalan var mı?” diye sordu.
Kemal’in yüzü kan ve çamur içindeydi, bakışları donuktu. Dudakları titreyerek cevap verdi: “Yirmi bir kişilik timden geriye sadece biz kaldık, Muharrem.”
Çevreyi dikkatle tarayan Kemal tekrar yanına döndüğünde, arkadaşının yarasından akan kanın giderek hızlandığını gördü. Onun hâlâ ayakta duruyor oluşu bile mucizeydi. Muharrem’in sağlam kolunu omzuna alarak ilerlemeye başladığında, diğer kolu sarsılan genç adam acıyla inledi. Hava kararmadan daha güvenli bir yere ulaşmaları ve orada kurtarılmayı beklemeleri gerekiyordu.
Bir süre sonra gökyüzünden ağır ağır kar taneleri inmeye başladı. Soğuk, bedenlerine bir bıçak gibi saplanıyordu. Muharrem’in gözleri kapanmaya meylettiğinde Kemal sert bir tonla bağırdı: “Oğlum, sakın uyuma! Duyuyor musun beni, Muharrem? Bu cehennemden sağ çıkacağız!”
Her adımda sırtındaki ağırlık Kemal’in nefesini kesiyordu. Soluğu buz gibi havada buharlaşıyor, yüzüne düşen kar erimeden donuyordu. Arkadaşının bilincini açık tutabilmek için ona sorular sormaya başladı. Ancak bir süre sonra aldığı yanıtlar gecikmeli gelmeye başladı.
“Ben… senin için yüküm. Beni bırak, Kemal. Kurtar kendini,” dedi Muharrem güçlükle.
Kemal adımlarını yavaşlattı ama durmadı. “Saçmalama! Telsizden anons geçtiler, duymadın mı? Kurtarma helikopteri yola çıkmış. İlerideki kayalıkların ardına ulaştığımızda güvende olacağız. Biraz daha dayan!”
Kayalıklara yaklaşırken Kemal, yorgunluğunu unutturmak istercesine kendi hayatından bahsetmeye başladı. “Biliyor musun, bugün oğlumun ilk yaş günü. Pastasını üflerken yanında olmayı çok isterdim… Peki ya sen? Şu an nerede olmayı isterdin?”
Muharrem, gözlerinin önünde beliren bir yüzle hafifçe gülümsedi. “Asiye’nin yanında… Olurda onu görürsen eğer, ölürken bile onu çok sevdiğimi söyle, devrem. Bu sana vasiyetim olsun”
Kemal, arkadaşının başının sallandığını görünce paniğe kapıldı. Onu sarsarak, “Uyuma! Daha senin kızını benim oğlana alacağız,” dedi.
Bu söz, bilincini kaybetmekte olan Muharrem’in dudaklarında silik bir tebessüm oluşturdu. “Eğer yaşarsam… ve bir kızım olursa… söz,” dedi.
Muharrem bey, o karlı dağların sessizliğini, kan kokusunu ve Kemal’in sırtında hayata tutunuşunu hiçbir zaman unutamamıştı. Gözlerindeki yaşları elinin tersiyle silerek derin bir nefes aldı.
Handan ise odasına çekilmiş, üstünü değiştirip yatağına uzanmıştı. Beyaz tavanı uzun uzun izlerken göz kapakları ağırlaştı. Sekiz yıl önce kanserden kaybettiği annesinin sıcak sesini, şefkatli ellerini hayal etti. Annesi yaşıyor olsaydı, babasının bu inatçı planına karşı durur, ne yapıp edip kızını bu evlilikten kurtarırdı.
Sabah saat dokuz sularında aile pazar kahvaltısı için masada toplandı. Gümüş çatal bıçakların porselen tabaklara değen sesi dışında ortalık sessizdi. Handan, uykusuz gecenin ardından başını öne eğmiş, meyve suyu bardağını avuçlarında tutuyordu. Göz kapakları ağır ağır kapanıyor, arada başı hafifçe öne düşüyordu.
Muharrem Bey, kızının bu hâlini bir süre izledi. Ardından boğazını temizleyip kararlı bir sesle konuştu: “Perşembe günü Kemal Bey ve ailesi, nikâh hazırlıkları için buraya gelecek. Hazırlıklarınızı ona göre yapın.”
Sözler, masanın üzerinde buz gibi asılı kaldı. Handan’ın yüzündeki renk çekildi, parmakları bardağı daha sıkı kavradı. Karşısında oturan üvey annesi Zübeyde ile onun kızı Filiz ise göz göze geldiler. Dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz gülümsemeler, bu evlilikle birlikte Handan’dan nihayet kurtulacaklarının sessiz bir kutlamasıydı.