Mardin’in taş sokaklarında yankılanan silah sesleri, eski konağın dört bir yanını sarmıştı. Gece, öfkeden ve hayal kırıklığından beslenen bir sessizliğe gömülmüştü. Aşiretin lideri Halil Ağa, geniş konak kapısından içeri adımını attığında elindeki silahı kararlı bir şekilde sıktı. Onun ardından gelen adamları, taş avlunun kenarında sıralandı. Hepsinin yüzü sert, bakışları karanlıktı.
Konak, o gece misafir değil düşman ağırlıyordu. Halil Ağa’nın kızı, Fidan, namusuna leke düşüren Cihan'ın ismini vermişti. Halil Ağa Cihan'ın konağına adeta adamlarını yığmış, Cihan'ın canını almak için kararlıydı.
Avlunun ortasında diz çöktürülmüş halde duran Cihan, alnından akan ter damlalarıyla yerdeki tozları ıslatıyordu. Halil Ağa’nın sesi avluda yankılandığında gözlerini sıkıca yumdu.
“Bu konağın sahibi rahmetli Ahmet Ağa, seni oğlu gibi büyüttü Cihan!." Sözlerini söyleyip Cihan'a yaklaşırken silahını da ona doğrultmuştu. "Senin böyle kansız olduğunu bilseydi gözü açık giderdi," diye bağırdığında Cihan titredi. "Seni soysuz, sen benim kızıma, namusuma dokunmaya nasıl cesaret edersin lan? Benim kanıma, benim onuruma.” Gözleri ateş saçıyordu Halil Ağa'nın. “Sen ne diyeceksin, Necla Hatun? Böyle bir rezilliğe ne diyeceksin?” diyerek Cihan'ın yanında ağlayan kadına döndü.
Necla, ellerini önünde birleştirerek konuşmaya çalıştı. “Halil Ağa, dinle beni. Oğlum bir hata etti. Ama bu hatanın bedeli ölüm olmamalı. Biz... biz bunu çözebiliriz.”
“Çözmek mi?” Halil Ağa sinirle bağırdı. “Siz neyi çözebilirsiniz? Namusumu lekeleyen bu adamın hayatını nasıl bağışlayabilirim?”
Silahını yaklaştırarak Cihan’ın alnına doğrulttu. Konağın duvarlarında yankılanan klik sesi, herkesin nefesini tuttuğu bir an yarattı. Halil Ağa’nın yüzünde tereddüt yoktu. Ama Necla yere kapanarak bağırdı.
“Ne olur yapma! Oğlumu öldürme! Evlendirelim! Fidan kızını oğluma ver. Bir hata yaptı ama bu hatayı düzeltebiliriz ağam yalvarırım. Ahmet Ağa'nın hatırı için.”
Halil Ağa’nın yüzü alaycı bir ifadeyle gerildi. Silahını indirmeden başını iki yana salladı. “Sizin soyunuz kızıma layık olabilir mi? Hangi yüzle bunu teklif ediyorsun?”
Ardından bir adım geriye çekildi, kalabalığa doğru sesini yükseltti. “Bizim aşirette namus tek başına düzeltilmez. Bu işin bedeli ağır olur. Ama madem öyle...” Gözleri Necla’nın yüzüne dikildi. “Berdel isteriz. Ama sizin verecek kızınız yok.”
Bu cümle Necla’nın içine korkunç bir titremeyle oturdu. Necla, Ahmet ağayla evlendiğinde, ağa, oğlu Cihan'ı da kabul etmişti. Ahmet Ağa'nın da ölen karısından bir kızı vardı. Necla o kızı hiç sevmezdi ama Ahmet Ağa kızına pek bir düşkündü. Rahmetli olana kadar kızını en güzel okullara gönderip en iyi eğitimleri aldırmıştı. Babası öldükten sonra Havin bir daha Mardin'e ayak basmadan ecnebi memleketlerde yaşamaya devam etmişti. Bir an durakladı, sonra aceleyle konuştu: “Var! Var, Halil Ağa! Rahmetli kocam Ahmet Ağa'nın kızı Havin var. Kız uzak memlekette okuyor ama abisinin hayatı için berdeli kabul eder.”
Bu sözler avluyu bir buz gibi sardı. Halil Ağa, bir süre Necla’ya baktı, ardından derin bir nefes aldı. “Havin ha?” diye mırıldandı. “Ahmet Ağa'nın ölmeden önce kızına ne kadar değer verdiğini cümle alem bilir ... Üvey kızını bu işe bulaştırmak işte size yakışan bir hareket.”
Cihan, kafasını kaldırıp Necla’ya baktı. “Ne yapıyorsun?” diye mırıldandı. Ama Necla’nın gözleri kararlıydı. Havin, Cihan'ı zerre sevmezdi. Hoş Cihan da ona hiçbir zaman abilik yapmamıştı. Hatta babası öldükten sonra tüm mirasın yönetimini dalavere çevirerek kendi üstüne almış, kıza küçük bir meblağ vererek yollamıştı. Aslında Ahmet Ağa tüm mirasını biricik kızına bırakmıştı.
Halil Ağa, adamlarına dönerek emretti: “Tamam. O kız buraya geldiğinde bu meseleyi çözeceğiz." Gözlerini tekrar Necla’ya çevirdi. “Bu işi uzatırsanız, namus kanla temizlenir bilesin. Arayın kızı yarın burada olsun. Kız gelene kadar bu soysuz oğlun elimde olacak.”
O gece konağın kapıları kapanırken, taş avlu soğuk bir sessizliğe büründü. Necla, oğlunun hayatını kurtarmak için Havin’i feda etmeye karar vermişti. Sadece oğlunun değil, hepsinin hayatı buna bağlıydı. Çünkü biliyordu ki Halil Ağa bu konağı yıkmadan bu işi bitirmezdi.
---
Hırçın Londra rüzgarı, camın dışındaki bulutları hızla savuruyordu. Yağmur yine yağacak gibiydi. İçimde de bir fırtına kopuyordu zaten. Masanın üzerindeki kahve kupası boştu ama onu doldurmak için mutfağa gitmek bile gözümde büyüyordu. Bir elimde telefonum, diğer elimde saçlarım... Küçük oturma odasında dönüp duruyordum. Gözlerim, yerdeki sınav notlarına ilişti. Yarın mezuniyet sınavım vardı. Ama sınavdan başka her şeyi düşünüyordum.
“Altı ay, Lia! Tam altı ay boyunca beni kandırmış,” dedim dişlerimi sıkarak. Telefonun hoparlöründen gelen arkadaşımın sesi durumu hafifletmeye yetmiyordu.
“Havin, bak, bu senin suçun değil. Adam karaktersizin tekiymiş. Bir kere bile şüphelenmedin mi?”
Omuzlarımı silkerek kanepeme çöktüm. Şüphelenmek? Hayır, tek bir işareti bile görmemiştim. Alex, her zaman gülümseyerek konuşan, bana çok nazik davranan, hatta mezuniyetten sonra birlikte bir iş kurma hayalleri kurduğum biriydi.
"Ben ne zaman şüphe duyacaktım ki? Birlikte yemek yerken bana hayatımın en romantik anını yaşatırken mi? Yoksa geçen hafta elime bir buket çiçek sıkıştırıp 'Bu kadar yoğunsun, dinlen biraz,' dediğinde mi? Şerefsiz arkamdan beni aldatıyormuş Lia!” Sözlerim öfkeyle ağzımdan döküldü.
Lia sustu. Belki de haklı olduğumu düşündü. Ya da bana daha mantıklı bir şey söylemenin yolunu arıyordu.
"Gözü zaten dışarıdaydı bunu sana kaç kere söyledim Havin. Beni dinlemedin!" Lia genelde ilişkiler konusunda benden daha uzmandı. Onu dinlemeliydim ama dinlememiştim. Alex benimle birlikte olmak istemiş, ben bunu reddettiğimde ve evlenince diye şart koştuğumda bile bana nazik davranıp güvenimi kazanmıştı. Adam resmen benimle dalga geçmiş!
Tam ona cevap vereceğim sırada telefonuma bir arama geldi. Ekstra parlak ekranı görünce gözlerim kısıldı. Gelen arama üvey annem Necla'dandı.
“Of,” diye mırıldandım. “Şimdi ne istiyor bu kadın? Lia bekle biraz” diyerek arkadan gelen aramayı cevapladım
“Efendim, Necla Hanım.”
Sesindeki soğukluk tanıdıktı. “Havin, hemen Mardin’e gelmen lazım. Bazı belgeleri imzalaman gerekiyor. Acil!”
Kaşlarımı çattım. “Belgeler mi? Ne belgeleri?”
“Babanın mirasıyla ilgili. Daha fazla konuşamayacağım. Sabah ilk uçakla geliyorsun.”
“Bekle bir dakika,” dedim, yerimden doğrulurken. “Benim yarın sınavım var. Mezuniyet sınavım. Gelemem.”
“Mezuniyet sınavın bir hafta ertelenmiş olsaydı bile aynı şeyi söylerdin.” Sesi zehir gibi sertti. “Sınavın biter bitmez yola çıkman gerekiyor."
Telefon kapanmadan önce bir şeyler daha söylemişti ama dinlemedim. Ellerim sinirle telefona kenetlenmişti. Mirasım ile ilgili ne tür bir belge olabilirdi ki?
Lia'nın sesi arka plandan yankılandı. “Havin, ne oldu? Kiminle konuşuyordun?”
“Üvey annem.” Gözlerim hâlâ boşluğa bakıyordu. “Mardin’e dönmem gerekiyor.”
Lia derin bir nefes aldı. “Gitmek zorunda mısın?”
Başımı salladım. Babam vefat eder etmez üvey annem ve oğlu, bu mirası üzerimden tamamen silmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Bana yetecek bir miktarı yasal olarak göstermişler, ben de üstüne düşmeden okula geri dönmüştüm. Mezun olunca iyi bir avukat tutup memleketime geri dönüp bana ait olanı geri almayı planlıyordum ama şimdi neyin acelesindeydiler ki yine?
“Lia hiçbir şey anlamıyorum. Ama galiba bir süreliğine oraya dönmem gerekecek.”
Ayağa kalktım ve küçük evimin penceresinden dışarıya baktım. Yağmur damlaları nihayet camı dövmeye başlamıştı. Londra’nın nemli, gri sokaklarını izlerken kaderimdeki yollar beni başka bir yere sürüklüyordu.