Konserin üzerinden 1 hafta geçmiş sınavlar,proje teslimleri derken yoğun günler geçiriyordu. Yine yoğun olan bir gecenin ardından Elif, sabaha karşı başını masanın üzerinde bulmuştu. Çizim kalemleri dağılmış, kâğıt ruloları yerlere saçılmıştı. Göz kapakları ağır, omuzları yorgundu; ama ödevini tamamlamış olmanın huzuru vardı içinde. Tek sorun, uyandığında saatin neredeyse öğleni bulmuş olmasıydı.
Apartman içinden gelen yüksek seslere öfkeyle kapıyı açtığında karşı daireye taşınan insanları gördü. “Savaş mı çıktı burada?!” diye söylenip kapıyı hızla kapattı. Saat 12’ye yaklaşıyordu. İçine panik
yayıldı. Saat 16.00’ya kadar teslim etmezse, koca bir yıl boşa gidecekti. Öğretmeninin acımasızlığını çok iyi biliyordu.
Elif, telaşla üzerini değiştirdi. Bir eliyle proje tüpünü kavradı, diğerinde narin maket vardı. Asansörün önüne geldiğinde içinde eşya taşındığını fark etti. Beklemeye vakti yoktu. “Of, şansa bak!” diye homurdanarak merdivenlere yöneldi.
Üçüncü kattaydılar. Merdivenleri hızla inmeye çalışırken bir eliyle maketi dengelemeye, diğer eliyle çantayı koluna geçirmeye uğraşıyordu. Aklı teslim saatinde, kalbi göğsünde çarpıyordu.
Tam ikinci kata yaklaşırken aniden köşeden biri belirdi. Yukarı doğru eşya taşıyan, iri yapılı biriydi. Çarpışma kaçınılmaz oldu.
— Aaaa!
Elif’in ellerinden kayıp giden maket, merdiven basamaklarına çarparak paramparça oldu. İnce karton duvarlar ikiye bölündü, yapıştırıcıyla bir araya getirdiği çatılar darmadağın halde yere saçıldı.
Elif’in yüzü bir anda kireç gibi oldu. Elleriyle saçlarını kavradı, gözleri büyüdü.
— Hayır… Hayır olamaz!
Kalbi hızla atarken parçalanmış makete bakakaldı. Sanki bütün bir yıl, bütün uykusuz geceleri, bütün emekleri merdiven boşluğuna düşüp dağılmıştı.
Tam o anda, çarpıştığı kişi nefes nefese ve şaşkın bir halde ona baktı. Dudaklarının arasından tek kelime döküldü:
— Sen?
Elif’in maketi basamaklara çarpıp darmadağın olurken, içi sanki parçalanan o karton duvarlarla birlikte dağıldı. Elleriyle saçlarını tutup dizlerinin üzerine çömeldi:
— Hayır… Bu olamaz!
Titreyen elleriyle maketin parçalarını toplamaya çalıştı. Çatı, pencereler, ince sütunlar… Hepsi emek emek yaptığı gibi değil, darmadağın haldeydi. Gözleri dolmaya başlamıştı.
O sırada yukarıya eşya taşımakta olan genç, nefes nefese ona bakıyordu. Elindeki karton kutuyu yere bıraktı. Gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. Dudaklarının arasından tek kelime çıktı:
— Sen?
Elif başını kaldırdı. Göz göze geldikleri an, yüreğine hem öfke hem de tanıdıklığın verdiği garip bir his düştü.
Karşısında, tüm pişkinliğiyle Bora vardı. O umursamaz gülüşüyle tanıdığı, hâlâ özür dilemediği “öküz”.
Elif’in yüzü kıpkırmızı kesildi. Gözlerini kıstı, sesi titreyerek bağırdı:
— Sen! Yine sen! Allah’ım, bu bir kabus mu? Nereden çıktın sen?!
Bora bir an ne diyeceğini bilemedi. Ardından dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
— Ne yapayım, kader bizi çarpıştırıyor galiba, Karadeniz fırtınası.
Elif’in gözlerinden yaşlar süzülmek üzereydi ama öfkeyle yumruklarını sıktı:
— Sus! Ağzını açma! Senin yüzünden… bütün emeklerim gitti! Yıl kaybedeceğim belki de…
Bora, yerdeki makete baktı. İlk defa yüzündeki sırıtış silindi. İçinde hafif bir suçluluk belirir gibi oldu ama üstünü örtercesine başını kaşıdı.
— Ben… şey… yardımcı olurum belki?
Elif, öfkeyle parçalanmış maketin bir parçasını eline alıp ona doğru salladı:
— Bunu yapabilecek misin, ha? Kurtarabilecek misin?!
Bora sustu. İlk kez pişkinliği bozulmuştu. Merdiven boşluğunu yalnızca Elif’in nefesleri ve kalbinin çarpıntısı dolduruyordu.
Elif’in gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Öfke, panik ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Maketin kırılmış kolonunu elleri titreyerek toparlamaya çalışırken, Bora sessizce eğildi.
Elif başını kaldırdı:
— Ne yapıyorsun sen?! Dokunma!
Bora, parçaları dikkatlice avucuna aldı. Bu kez yüzünde ne pişkin bir sırıtış vardı, ne de ukala bir bakış. İlk kez ciddiyetle konuştu:
— Haklısın… Benim yüzümden oldu. Özür dilerim.
Elif bir an dondu kaldı. Onun ağzından böyle bir cümle beklemiyordu. Gözlerini kısmış halde dikkatle baktı:
— Ne dedin? Tekrar et bakayım.
Bora, dudaklarının kenarını ısırıp bu kez daha net söyledi:
— Özür dilerim, Elif.
Elif’in adı onun ağzından çıkınca kalbi bir an boşlukta atladı. Ama hemen toparlandı:
— Özür dilemek yetmiyor! Bu maketi bugün yetiştirmezsem dersimden kalacağım. Bütün senem yanacak!
Bora, parçaları yere bırakmadan gözlerini onun gözlerine dikti:
— O zaman birlikte yaparız. Ben de yardım ederim.
Elif kahkahaya benzer sinirli bir ses çıkardı:
— Sen mi? Sen maketten ne anlarsın?
Bora omuz silkti ama bu kez gözlerindeki bakış ciddiydi:
— Benim bölümüm inşaat mühendisliği. Maket işinden biraz anlarım.
Elif’in nefesi yarıda kaldı. Kaderin cilvesi gibi bir şeydi bu. Yine o öküzle çarpışmıştı, ama bu sefer belki de kurtuluşu onun ellerindeydi.
Elif, kaşlarını çatıp gözlerini devirdi:
— Hamsiyle rakı yan yana olur mu? Karadenizliyle Ankaralı da olmaz… Ama başka çarem yok galiba.
Bora hafifçe gülümsedi:
— İyi o zaman. İlk kez bana güveneceksin.
Elif başını salladı, hâlâ sinirliydi:
— Güven falan değil bu, mecburiyet!
Ama içten içe, “Acaba gerçekten yardım edebilir mi?” sorusu zihninde dönüp duruyordu.