2

847 Words
Bir hafta sonra konserin kıyafetli provası vardı. Elif, annesinden yöresel Karadeniz kıyafetini istetmişti. Onu giyip konsere katılacaktı. Prova günü, yorucu bir günün sonunda konserin yapılacağı alana doğru yürüyordu. Tam o sırada gözleri tanıdık birine takıldı. O gün köşede çarpıştığı, hâlâ “özür dileme zahmetine girmeyen öküz” diye hatırladığı çocuk… Bora. Yanında yine arkadaşı vardı ve belli ki onlar da aynı yere doğru gidiyordu. Elif’in gözleri fal taşı gibi açıldı: “Yok artık! Bu öküz buraya da mı dadandı?” Evet, Bora da etkinliğe katılıyordu. Bir Ankaralı olarak Ankara şarkıları söylemeden duramazdı zaten. Ankara’da bürokrat bir ailenin tek oğluydu; biraz ailesine inat, biraz da doğuştan gelen tavrıyla tam bir “Ankara bebesi”ydi. Dik yürüyüşü, umursamaz gülüşü ve o kendinden emin haliyle etrafına “Ben geldim” demeden de fark ettiriyordu kendini. Bora’nın gözü kalabalık arasında Elif’e takıldı; rengârenk Karadeniz kıyafetiyle daha da dikkat çekici görünüyordu. Bir yerden tanıdık geliyordu ama çıkartamıyordu. O sırada yanındaki arkadaşı Emre Bora 'yı dürterek: — Yavaş yedin gözlerinle, dedi. Bora kaşlarını çattı, Emre nin dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi : — Tanımadın mı? Geçen haftaki kızı hatırlamadın mı? kamyon gibi üzerinden geçiyordun neredeyse? dedi Emre.Bora’nın gözü kalabalık arasında Elif’e takıldığında, dudaklarının kenarı kıvrıldı. Elif, kalın Karadeniz yöresel kıyafetini giymiş, rengârenk şalvarın içinde biraz hantal ama bir o kadar da gururlu duruyordu. El emeği işlemeli yeleğiyle, başına taktığı fes misali örtüsüyle tam bir Karadeniz fırtınasıydı. Sahne arkasında ellerini ovuşturuyor, kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi atıyordu. “Ula Elif, sakin ol… Korkacak bi şey yok. Burası bizim köyün horon meydanı değil ama, aynı işte,” diye içinden kendine telkinde bulundu. Tam o sırada ışıklar bir anda kısıldı, salondaki uğultu kesildi. Sahneye Bora çıktı. Omuzları dimdik, adımları ritmik; sanki Ankara sokaklarından yürüyerek sahneye çıkmamış da, devlet törenine katılıyormuş gibiydi. Mikrofonu bir Ankara bebesine yakışır bir rahatlıkla kavradı. Üzerinde modern bir takım elbise vardı ama kravatı hafif gevşekti; bu da “Ben resmiyetle büyüdüm ama özgürlüğüme de düşkünüm” havası katıyordu. Salon alkışlarla inledi. Bora, seyircinin gözünde “sahnenin sahibi” gibiydi. Derin bir nefes aldı, sonra Elif’i sahne kenarında gördü. Göz göze geldiler. Bora’nın dudak kenarında hafif, kendinden emin bir gülümseme belirdi. Elif’in kalbi daha hızlı çarpmaya başladı, ama Karadeniz damarı hemen devreye girdi: “Ula ne sırıtıysun öyle? Git de işine bak hele.” Bora, sanki onun içinden geçenleri okumuş gibi, mikrofonu dudaklarına yaklaştırdı ve Ankara’nın meşhur şarkılarından birini söylemeye başladı: 🎵 “Ankara’nın bağları da büklüm büklüm yolları…” 🎵 Salondaki herkes eşlik ederken Bora, sözleri özellikle vurgulayarak Elif’e bakıyordu. Her “güzelim” deyişinde bakışlarını onun üzerinde gezdiriyor, şarkının ortasında küçük bir kaş kaldırışıyla meydan okur gibi gülümsüyordu. Elif’in içi kaynamaya başladı. “Hele şuna bak! Milleti coşturdu, bir de beni tavlamaya mı çalışıyo?!” diye söylendi. Ama bir yandan da, ritme istemsizce ayak uyduruyordu. Ellerini kavuşturmuştu ama ayak parmakları kıpır kıpır oynuyordu. Salon alkışlarla inlerken, Bora bitirip selam verdi. Kalabalık tezahürat yaparken göz ucuyla yine Elif’e baktı. Elif’in aklına tek bir şey geldi: “Dur hele… Sen Ankara bebesiyse, ben de Karadeniz’in kızıyam. Asıl horonu gör de şaşır!”Bora’nın alkışlarla sahneden inişiyle kulis bir anda hareketlendi. Elif’in kalbi güm güm atıyordu. İçinden, “Ula Elif, şimdi tam zamanı! Bu Ankara bebesine Karadeniz’in gücünü göstereceksin. Horonu görmeden artistlik yapmasın bakalım,” diye kendi kendini gaza getirdi. Sıra Karadeniz ekibindeydi. Horoncular sahneye çıkarken Elif de rengârenk kıyafetiyle öne atıldı. Ayakkabısının uçları biraz sivriydi, basınca çıkardığı tok ses sanki Bora’ya mesaj gönderiyordu: “Ula dinle bak, geliyor fırtınaaa!” Davul zurnanın sesi salonda yankılandı. Seyircinin kulakları az önce Ankara havasına doymuştu, şimdi Karadeniz’in deli ritimleri çınlıyordu. Elif, sahnenin ortasında belini hafif eğerek ilk adımı attı. Dizleri kırık, elleri yanda; adımlar önce ağır ağır, sonra hızlanarak başladı. Saçının altından gözlerini Bora’ya çevirdi. Bakışları netti: “Hele bebe, meydan burasıdır! Kimmiş sahnenin kralı, kimmiş kraliçesi şimdi görürsün!” Horon iyice hızlandığında Elif’in kıpır kıpır adımları, yere vuran sert ayak sesleri salonu ayağa kaldırdı. Seyirci alkışlarla ritme eşlik ediyordu. Elif’in yüzünde hem ciddiyet hem de meydan okuyan bir gülümseme vardı. Bora, sahnenin kenarından izlerken şaşkınlıkla gülümsedi. Yanındaki arkadaşı Emre dirseğiyle dürttü: “Lan oğlum, bu kız sahneyi ele geçirdi resmen!” Bora ise omuz silkti ama gözlerini Elif’ten ayıramıyordu: “Güzelim fena horon tepiyo, vallahi kabul…” Horon bittiğinde Elif son adımıyla yere sertçe vurdu ve dimdik durdu. O an salonda alkış kıyamet koptu. Elif başını dik tutarak Bora’ya baktı; bakışları adeta şunu diyordu: “Gördün mü, Ankara bebe? İşte bu da Karadeniz’in cevabı!” Bora kahkahasını tutamadı. İkisi göz göze gelince, salonun uğultusunu bastıran o kısa anda, sanki kendi aralarında bir “oyun havası–horon” düellosu yapmış gibiydiler .Konserin kıyafetli provası sona ermiş, sahne arkası bir anda kalabalıklaşmıştı. Elif, terden alnına yapışan saçlarını eliyle geriye itti. Kalbi hâlâ hızlı hızlı atıyordu ama yüzündeki gururlu gülümseme her şeyi anlatıyordu Tam kulisin köşesinden ayrılacakken bir gölge yolunu kesti. Elif başını kaldırdığında, karşısında Bora’yı buldu. Omuzları dik, yüzünde o meşhur Ankara bebe gülümsemesi vardı. — Güzelim, dedi Bora, Elif kaşlarını çattı, gözlerini kıstı. — Ula öküz! Sen hâlâ özür dilemedin ha! Geçen gün beni çiğneyip geçiyordun az kalsın. Bora, ellerini cebine sokup kayıtsızca omuz silkti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD