13

799 Words
Elif, otelin restoranında kahvaltı masasının başında, elindeki ince belli bardağı çevirip duruyordu. Bir gece önceki dans, babasının inadı, Bora’nın o yarım gülümseyişi… Hepsi zihninde bulanık bir rüya gibi dönüp duruyordu. Mert, sandalyeyi sinirle çekip sertçe oturdu. Saçları dağınık, gözlerinde uykusuz bir sabrın sınırında gezinen öfke vardı. Bakışlarını Elif’e bile çevirmeden doğrudan babasına seslendi: — “Baba, şimdi ciddi misin sen? Biz neden o adamlara yemeğe gidiyoruz? Elif’in ne işi var orada?” Osman Bey gazeteden başını kaldırmadan bir süre sessiz kaldı. Sonra gözlüklerinin üzerinden oğluna kısa ama etkili bir bakış attı. — “O adam dediğin, yılların dostu Adem Bey. Hem belki de... Allah gönlümüze göre bir şey yazmıştır.” Tam o sırada garson geldi. — “Ne alırdınız efendim?” Mert ve Elif aceleyle kahvaltı siparişlerini verirken, Osman Bey yalnızca “Bir sade kahve,” dedi. Sonra gazeteyi katlayıp önüne koydu, kaşlarını hafifçe kaldırdı: — “Ben siz miyim sıpalar, bu saate kadar kahvaltı mı kalırmış? Ben çoktan ettim.” Bu cümle, tartışmanın kapandığına dair açık bir işaretti. Gazeteyi tekrar açtı, bir daha da başını kaldırmadı. Mert dişlerini sıkarak çay bardağını eline aldı, Elif’e kısa bir bakış attı. Ama Elif başını öne eğmiş, sessizce dudaklarını ısırıyordu. Bir şey söylemek istiyordu, ama sustu. Kardeşiyle babasının arasında kalmıştı. Bir yanı “gitmeyelim” diyordu, diğeri ise daha sessiz ama daha dürüst bir sesle fısıldıyordu: “Gitmelisin.” Akşamüstü olunca, üçü birlikte otelden ayrıldılar. Mert direksiyona geçti, Osman Bey tatlıcıya uğramakta ısrar etti. “Elin boş gidilmez oğlum,” diyerek özenle bir tepsi fıstıklı şöbiyet seçti. Elif, vitrindeki ışıltılı tatlılara bakarken içinden geçirdi: “Keşke bu akşam da tatlı geçse…” Ama kalbinin derinlerinde, bunun imkansız olduğunu hissediyordu. Şehrin sakin bir semtinde, zarif bir taş evin önünde durdular. Bahçe ışıkları yanmış, kapının önünden mis gibi çiçek kokuları yayılıyordu. Osman Bey tatlı tepsisini kolunun altına alıp zile bastı. Kapı açıldığında Adem Bey’in gür sesi duyuldu: — “Osman! Hoş geldin dostum!” Yanında eşi vardı; zarif, güleryüzlü bir kadın. Elif’e sıcacık bir tebessümle yaklaştı: — “Sen demek o meşhur Elif’sin! Nihayet tanıştık güzelim.” Elif hafifçe eğilip elini uzattı. — “Hoş bulduk, efendim.” İçinde bir yer hâlâ huzursuzdu, ama yüzünde zarif bir gülümseme taşıyordu. Ve o anda… Salonun köşesinden Bora çıktı. Gömleği ütülü, saçları özenle geriye taranmıştı; ama gözlerindeki o tanıdık kıvılcım değişmemişti. — “Hoş geldin Elif,” dedi, sesi ne çok ciddi ne de fazla samimiydi; tam ikisinin arasında. Elif sadece başını salladı. Yanında dikilen Mert, belli belirsiz bir homurtuyla ekledi: — “Ben de hoş geldim.” Bora, dudak kenarındaki alaycı gülümsemeyle başını yana eğdi: — “Tabii, seni beklemiyordum açıkçası. Ankara gezisine çıkacaktın hani?” Mert kaşlarını kaldırdı, sesi buz gibiydi: — “Sen de hâlâ her ortama bu kadar rahat girmeyi bırakmamışsın anlaşılan.” Adem Bey kahkahayı bastı: — “Gençler, sofraya varmadan birbirinizi yiyeceksiniz galiba!” Ama ne Bora güldü, ne Elif. Gözleri bir an için birbirine değdi — kısa, sessiz, ama geçmişi geri çağıran bir temas gibi. Sofra neşeliydi. Babalar eski günlerden, askerlik hatıralarından konuşuyor; Boranın annesi arada tabakları değiştiriyordu.Elif yardım etmek istemişse de sen otur kızım diyerek evin emektar yardımsı emine hanım ile sofranın hiç birşeyinin eksik olmamasını sağlıyordu. Ama Elif için zaman ağır işliyordu. Her kahkaha, her bakış, içinde yeni bir gerilim yaratıyordu. Mert sürekli Bora’nın her hareketini izliyor, bir tür koruma içgüdüsüyle Elif’in sandalyesini biraz daha kendine çekiyor, yeri geldikçe “Elif, su ister misin?” diye siper alıyordu. Bora, bu tabloyu gülümseyerek izliyordu. Bir ara hafifçe eğilip alçak sesle fısıldadı: — “Abin seni kıskanmaktan ne yediğini bilemedi, farkında mısın?” Elif kaşlarını çattı, kısık sesle karşılık verdi: — “Sen de fırsat buldukça laf sokmadan duramıyorsun.” Bora gülümsedi, sesi neredeyse bir dokunuş kadar yumuşaktı: — “Sen sinirlenince gözlerin daha çok parlıyor.” Elif hemen başını çevirdi. O anda boğazında bir düğüm hissetti; öfke miydi bu, yoksa bastırılmış bir şey mi… ayırt edemedi. Osman Bey ve Adem Bey karşılıklı kahkahalar atıyor, “Bizimkiler hemen kaynaştı” diye birbirlerini dürtüyorlardı. Ama masadaki iki genç için bu, adeta bir sabır imtihanıydı. Yemek bittiğinde Elif tükenmiş hissediyordu. Kibar bir gülümsemeyle teşekkür etti, tatlı tabağını ileri itti. Masadan kalkarken elleri hafifçe titredi. İçinde bir şeyleri bastırmak için kendini zorlamıştı — ama işe yaramamıştı. Bahçeye çıktıklarında serin bir rüzgâr saçlarını savurdu. Osman Bey arabaya yönelirken, Bora’nın sesi arkasından yetişti: — “Elif…” Elif durdu, ama arkasına dönmedi. Bora’nın sesi bu kez daha alçak, neredeyse bir itiraf kadar içtendi: — “Yarım kalan sohbetler var hâlâ.” Elif, omzunun üzerinden kısa bir bakış attı, dudaklarında zarif ama yorgun bir tebessüm belirdi. — “Ve ben hâlâ onları tamamlamaya hazır değilim.” Sonra arabaya bindi. Camdan dışarı bakarken Bora’nın silueti küçülüyor, ama kalbindeki yankısı büyüyordu. Bir kez daha fark etti: Ne kadar bastırmaya çalışsa da, Bora’ya dair duygularını sandığı kadar derine gömememişti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD