Helikopterden inmişti ki silah arkadaşlarının hazırlıklarını tamamladıklarını ve bir başka helikoptere bindiklerini gördü. Rüzgârın uğultusu, pervanelerin çıkardığı keskin sesle birleşmiş, toz, duman ve adrenalin havada birbirine karışmıştı. Neyse ki tam vaktinde yetişmişti. Koşar adım yanlarına gidip komutanına selam çaktı. Nefesi hızlı, gözleri kararlıydı.
“Söz verdiğim gibi tam vaktinde geldim komutanım.” Yolda gelirken bir sürü aksilikler arızalar meydana gelmişti. Vardır bunlarda bir hayır diyerek kalbini ferah tuttu.
“Sen burada kal Mert Ali, yorgunsun.”
Komutanın sesi, motor sesinin arasında kaybolsa da yüreğine saplanmıştı. Görevden geri kalacak olması onu adeta içinden yaraladı. Silah arkadaşlarını yarı yolda bırakmak, onların canını riske atacak bir kararsızlığa izin vermek onun mizacına oldukça tersti.
Bir an bile düşünmeden konuştu.
“Yorgun değilim. Gelmek istiyorum komutanım.”
Komutan Hakan, genç adamın yüzüne baktı. Gözlerinde dinlenmeye değil, sadece mücadeleye izin veren bir ifade vardı. Derin bir nefes aldı.
“Oğlum, riskli bölgeye gidiyoruz.”
Mert Ali’nin bakışları karanlıkta parladı.
“Gelmek istiyorum komutanım.”
Kısa bir sessizlik… ardından Hakan komutan başını hafifçe salladı.
“Hadi bin.” dedi sadece. Bu iki kelime, Mert Ali’nin içinde yankılanan bir davet gibi geldi. Hayatın anlamı buydu onun için, gitmek, korumak ve dönmek… ya da belki de hiç dönememe ihtimali.
*
Helikopter havalandığında gökyüzü gri bir sisle kaplanmıştı. Dağların silueti uzaktan birer karaltı gibi görünüyordu. Rüzgârın uğultusu arasında, motorun tıkırtısı kalp atışlarıyla yarışıyordu. Herkes sessizdi dualar kalpten ediliyordu, Mert Ali gözlerini kapattı. Bir an için Aslı’nın yüzü geldi aklına. Gözleri, sesi, o sakin tebessümü, birlikte geçirdikleri o birkaç saat… Sonra hemen bastırdı o duyguyu. “Görev zamanı,” diye mırıldandı. İstanbul da değil Suriye’deydi.
Helikopter inişe geçtiğinde yer sarsıldı. Çorak toprakların sınırında, sarp kayalıklarla çevrili dar bir bölgeye inmişlerdi. Toprak yanık kokuyordu, havada barutun keskin kokusu asılıydı. Uzaktan top atışlarının yankısı gelirken o sırada güneş batmak üzereydi, kızıllık, ufku adeta bir yangın gibi sarmıştı.
“Konum alıyoruz!” diye bağırdı Hakan komutan. Herkes hızla dağıldı. Mert Ali tüfeğini kavradı, gözleriyle çevreyi taradı. Sessizlik ürkütücüydü; bir fırtınadan önceki an gibi, her şeyin donduğu o anlardan biriydi.
Tam o sırada sağ taraftan bir patlama duyuldu. Yer titredi, taşlar savruldu. Herkes pozisyon aldı, mermiler ıslık gibi yanlarından geçmeye başladı.
Çatışma başlamıştı.
Kurşunlar toprağa saplandıkça duman yükseliyor, yankılar dağlarda çarpışıyordu. Mert Ali dizlerinin üzerine çöktü, hedefini belirledi. Bir anda bütün sesler kulaklarında yankılandı kalp atışı, silah sesi, bağırışlar… Her şey birbirine karışmıştı.
Hakan komutan bir yandan ilerliyor, bir yandan arkasındaki askerlere komut veriyordu. “Sağdan saldırın! Ateş serbest!”
Dağların gölgesi altında savaşmak, ölümle göz göze gelmekti. Fakat onun içinde korku yoktu. Yalnızca bir inanç, bir yemin vardı: Vatanı olmayan insanın hayatı da olmazmış. Bu söz, babasından miras kalmıştı. Şimdi ve hayatı boyunca o sözün bedelini ödemeye hazırdı.
Kulağının hemen yanında bir mermi geçti, o ses bir an bütün algılarını yitirmesine sebep oldu ve toprağa yüzüstü düştü. Gözlerini kapayıp dengesini sağlamaya çalıştı hemen ardından hemen yeniden doğruldu.
“Devam!” dedi kendi kendine, boğazı kurumuştu ama sesi kararlıydı.
Gecenin çökmesiyle birlikte çatışma yer yer devam etti. Gökyüzünde yıldızlar bile sönük görünüyordu. Her nefes bir dua, her kurşun bir kaderdi.
Mert Ali, tüfeğinin namlusundan çıkan dumanı izlerken içinden sessizce geçirdi.
“Bu topraklar uğruna ölmek değil, yaşamak gerek.”
Ama o gece, her biri ölümü göze alarak yaşamayı seçti.
*
Aslı, pencerenin önünde durmuş gökyüzüne bakıyordu, elinde o küçük bordo kaplı defteri sıkı sıkı tutmuştu. Gün batımının turuncuya çalan ışıkları yüzüne vuruyor, gölgesi duvardaki çiçek desenli perdeye düşüyordu. Pencerenin önündeki saksılarda kurumuş birkaç menekşe, onun içindeki solgunluğu yansıtıyor gibiydi. Derin bir nefes aldı, defteri yavaşça açtı. İlk sayfada Mert Ali’nin el yazısı vardı. Harfleri düzenli, tane tane yazılmıştı. Sanki her kelimeyi kalbiyle çizmişti.
“Bir gün güneş doğmazsa, bil ki seni düşündüğüm o uzun gecedeyim. Hayatımı güzelleştiren benim güzel prensesim. Buralarda sana kavuşacağım anı düşündükçe daha bir moral buluyor, senin sevginle kendimi daha canlı hissediyorum. ”
Cümleyi okuduğunda boğazı düğümlendi. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Gözlerini kapattı; sesini, bakışını, ellerinin sıcaklığını anımsadı.
O sırada kapı hafifçe aralandı.
“Güzel kızım iyi misin? Birkaç gündür pek durgun görünüyorsun.”
Rabia Hanım, elinde tepsiyle içeri girmişti. Çay kokusu, odadaki melankolik havayı biraz dağıttı. Aslı defteri yavaşça kapatıp pencere pervazına bıraktı. Annesi yanına oturup şefkatle saçlarını okşadığında sanki bu anı bekliyormuş gibi bir kedi gibi sokuldu koynuna.
“İyiyim anneciğim, sadece keyfim yok gibi.”
Rabia Hanım iç çekti.
“Allah hayır etsin yavrum. Senin böyle içine kapanmana dayanamıyorum. Ne yapsak acaba? Yarın anne kız biraz dışarı çıkalım, alışveriş yaparız. İkimize de iyi gelir.”
Aslı’nın canı hiçbir şey yapmak istemiyordu ama annesini de endişelendirmek istemedi. Hafif bir gülümsemeyle başını salladı.
“Tamam anne, olur… biraz hava alırız.”
O gece de mesaj gelmemişti… tedirgin bir şekilde gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı.
*
Ertesi gün öğleden sonra sokağa çıktıklarında yazın ilk sıcak günlerinden biriydi. Hava yumuşacık, gökyüzü açık maviydi. Arabayla çarşıya giderken camdan dışarı baktı, parklarda oynayan çocuklar, dondurma satan seyyar arabalar, vitrinlerdeki renkli elbiseler… Her şey canlıydı ama onun içinde sanki renkler solmuştu.
“Şuraya bakalım mı?” dedi annesi heyecanla.
Aslı sessizce başını salladı. Mağazaya girdiklerinde annesi birkaç elbise denedi, ona da bir iki şey seçti. Aslı aynaya baktığında kendini tanıyamadı, yüzünde hep bir gölge, gözlerinin altında uykusuzluktan mor halkalar oluşmuştu. Meğer ne zor şeymiş hasretlik…
Sonra birlikte küçük bir kafeye oturdular. Bahçede hanımeli kokusu yayılmış, masalarda hafif bir rüzgâr esiyordu.
“Bir çay içer miyiz? Yanında tatlı.” dedi annesi gülümseyerek.
“Aslında iyi olur,” dedi Aslı.
Çaylar geldiğinde sessizce yudumladılar. Rabia Hanım kızına baktı, Aslı da annesinin gözlerinden endişeyi okudu.
“Anne…” dedi birden. “Hiçbir şey yapmadan da yorulmak mümkün mü?”
Annesi bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi.
“Bazen kalp yorulur kızım,” dedi sonunda. “Sebebini bilmesek de ağır gelir bazı yükler.”
Aslı başını öne eğdi, gözleri doldu ama ağlamadı. Gözyaşlarını içinde biriktiriyordu.
*
Akşamüzeri, dönüşte Sabriye Hanımlara uğradılar. Ev kalabalıktı birkaç komşu gelmişti çaya. Miray, onu görünce hemen yanına geldi, birlikte bahçedeki küçük köşeye geçtiler, çiçeklerin arasında tahta bir bankta oturdular.
“Aslı, günlerdir ne oldu sana? Yüzünde o eski ışık yok.”
Aslı başını iki eli arasına aldı.
“Dört gündür haber alamıyorum Miray... Ne Mert Ali’den, ne de abimden. Sanki içime büyük bir taş oturdu. Her sabah her akşam telefona bakıyorum, yok. Her gece dua ediyorum, yine yok. Korkuyorum.”
Miray onun ellerini tuttu. Aslında o da içten içe endişeleniyordu Arda için. Göreve gittiğinden beri düzenli bir şekilde mesajlaşmaya başlamışlardı. Güzel bir gelişmeydi onun için.
“Bak güzelim,” dedi yumuşak bir sesle. “Bu askerler öyle sıradan birileri değil. Hangi şartta hangi koşulda nasıl hayatta kalacaklarını çok iyi biliyorlar. Onlar dönmezse bile bil ki ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardır. Senin, benim ve aileleri için. vatanı için... Ama şundan eminim ki bizim dualarımız onlar için koruyucu bir kalkan oluyor, en kısa zamanda hayırlı haberleri gelecek. Sadece sabret.”
Aslı’nın gözleri doldu. Meğer sabretmek beklemek gün geçtikçe daha da zorlaşıyormuş. Bunun da vedalaşmadan hiçbir farkı yokmuş.
“Sabır bazen çok zor Miray.”
“Zor olacak ki kıymeti olsun.”
Bu konuşma içini biraz olsun hafifletti. Akşam eve döndüğünde yorgundu ama kalbinde bir nebze huzur vardı.
*
Gece olmuştu. Odasının lambasını kapattı, sadece ay ışığı perde arasından içeri süzülüyordu. Yatağına uzandı, tavanı seyrederken içini bir korku kapladı.
“Ya dönmezse…Ya kötü bir şey olmuşsa…” diye fısıldadı kendi kendine. Tam o anda telefonun titreşim sesiyle irkildi. Kalbi hızla atmaya başladı. Şarjda duran telefonu eline aldığında ekranında o ismi gördü. Askerim
Ellerinin titrediğini hissetti. Gözleri doldu. Mesajı açtı.
“Merhaba prensesim.”
Bir an nefesi kesildi. Gözyaşları yanaklarına süzüldü. Hemen cevap yazdı.
“Aşkım…” Bu tek kelimeye öyle çok anlam sığmıştı ki. Özlem, korku, sevinç… Hepsi aynı anda yüreğinde kabardı.
Sonra elleriyle ağzını kapattı ki anne ve babası sesini duymasın. Hıçkırıklarını bastırmaya çalıştı. Kalbinden yükselen sevinç, korku ve özlem birbirine karışmıştı. Gözyaşlarını yastığına gömerek ağladı.
Dışarıda rüzgâr hafifçe perdeleri savuruyor, uzaklardan bir köpeğin sesi geliyordu. Ama o an, bütün dünya sadece bir mesajdan ibaretti.
Ekranda üç nokta belirdi yazıyor.
“Canımın içi… güzel akıllı sevgilim. İyisin değil mi? Günlerdir sana yazamadım, görev bölgesi sıkıntılıydı. Allah’a şükür, iyiyim şimdi.” Aslı’nın gözlerinden yeni yeni yaşlar süzüldü. Dizlerinin üstüne oturmuş, telefonu sıkıca tutuyordu.
“Sana bir şey oldu sandım. Her gün dua ettim. Sadece bir haber, sadece bir satır bekledim senden.” Birkaç saniye geçti. Ekranda yine üç nokta… kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
“Biliyorum güzelim. Sesini duymadan, seninle haberleşmeden geçen her gün, sanki eksik bir ömür gibiydi. Ama biz iyiyiz, merak etme.” Aslı telefonu kalbine bastırdı. Dudaklarından sessiz bir “Elhamdülillah” döküldü.
“Sen yeter ki iyi ol ben beklerim…” diye fısıldadı kendi kendine.
“Ne zaman dönüyorsun? Sensiz zaman geçmiyor.”
“Henüz belli değil. Bölge tam olarak temizlenmedi. Ama söz… ne olursa olsun döneceğim. Senin için…”
Cümledeki “söz” kelimesi Aslı’nın içine bir sıcaklık gibi yayıldı. Gözleri kapandı, hayalinde onu gördü, askeri kıyafetinin içinde, rüzgâr saçlarını savururken o kararlı bakışlarıyla gülümsüyordu. Bu cümleleri okurken bir yandan ağlıyor, bir yandan gülümsüyordu.
Kalbinde bir yemin gibi yankılandı bu sözler.
Bir süre sonra Mert Ali tekrar yazdı:
“Şimdi gitmem gerek, devriye zamanı. Telefonu uzun süre açık tutamam. Ama bil ki, kalbim hep senin yanında.”
“Allah’ım seni korusun aşkım. Dualarım seninle.” “Korkma prensesim. Sen dua et, gerisini Rabbime bırak. Seni seviyorum.”
“Ben de seni.”
Mesaj geldiği anda bağlantı kesildi. Ekranda sinyal yoktu.
Aslı bir süre telefona baktı, sonra sessizce göğsüne bastırdı.
O an içinden bir dua yükseldi:
“Allah’ım, bütün askerlerimizi koru onları sağ salim sevdiklerine kavuştur.”
Bir yerlerde uzak bir dağın yamacında, aynı gökyüzü altında Mert Ali nöbetteydi.
Aslı gözlerini kapadı, sanki aynı göğe bakıyormuş gibi hissetti. O an ikisini birleştiren ne kelimelerdi, ne mesajlardı…
Yalnızca dua.
*
Nihayet Mert Ali görevden dönmüştü. Bu anı beklediği günler, haftalar sanki bir ömre bedel geçmişti. Bu defa çok daha fazla zorlandığını hissetmişti Aslı nedenini bilmiyordu ama her seferinde bu ayrılıkların katlanarak artmasından korkmuyor değildi. Oysa insan ayrılıklara alışmaz mıydı?
Onunla bir kez daha kavuştukları anda içi titremiş, nefesi kesilmişti. O günden sonra neredeyse her gün buluştular. Parkta yürüyüşler, çay bahçesinde sessiz oturuşlar, sahilde uzun bakışmalar… Her buluşmada ayrılığın acısını çıkarırcasına birbirlerine sarılıyor, kaybettikleri zamanın telafisini yaparcasına konuşmadan birbirlerine bakıyorlardı. Mert Ali içinde durum farksızdı. O, genç adam için sadece bir sevgili değil, dualarında, nefeslerinde yer eden, yana yana hasretini çektiği bir emanetti artık.
Bir cumartesi sabahıydı. Evde telaşlı bir hareketlilik hakimdi.
“Hayırdır anneciğim, yine döktürüyorsun?” dedi, mutfağın kapısında belirerek.
Rabia Hanım elinde kaşıkla karıştırdığı tencerenin başında kızını yanıtladı.
“Misafir gelecek ya, hazırlık yapıyorum.”
Aslı kaşlarını hafifçe çattı. Son zamanlarda evde yaşananlardan pek haberi yoktu.
“Kim gelecek ki?”
Annesi gülümseyerek döndü, elindeki havluyla ellerini sildi.
“Abinin arkadaşlarından birkaç kişi uğrayacak. Uzun zamandır sözleri varmış.”
Aslı’nın yüreği bir anda sıkıştı. Elindeki su bardağını tezgâha koyarken parmakları titredi. Sanki kalbi bir anlığına durmuş gibiydi.
“Abimin… arkadaşları mı?” diye tekrarladı sessizce. Zihninde şimşek gibi çakan tek bir isim vardı: Mert Ali.
Birden boğazı kurudu. Gözleri annesinin yüzünde dolaştı ama dudakları kıpırdamadı. İçinden bir ses, “Hayır, o değildir… akşam konuştuk, bir şey demedi. Belki de başka planları vardır,” diyordu. Ama diğer ses, fısıltı gibi inatçıydı: “Ya gelirse? Ya benim kim olduğumu öğrenirse?”
Kalbindeki telaş, yüzüne vurmuştu. Hızla mutfağın penceresine yöneldi, pencereyi açtı.
“Ne oldu kızım, rengin soldu birden.”
“Bir şeyim yok anne, iyiyim.”
Rabia Hanım gülümseyerek konuyu değiştirdi:
“Hadi kızım, sen de şu yeşillikleri yıka, sonra börekleri açarız.”
Aslı ellerini yıkamak için musluğa yöneldi ama içinden sürekli kaçış planları geçiriyordu. “Ne bahane bulsam acaba? Bugün evde olmamam lazım…”
Aklına gelen ilk bahaneyi hemen söyledi.
“Ama annecim benim bugün başka planlarım vardı, kızlarla buluşacaktık.”
Rabia Hanım kaşlarını kaldırdı, elindeki kaşığı tezgâha bıraktı.
“Hiç itiraz kabul etmiyorum kızım. Arkadaşlarını ara, başka bir güne ertele. Bugün bana yardım edeceksin.”
Aslı’nın omuzları düştü. Direnmeye gücü yoktu. Mutfakta yarım gün boyunca annesiyle birlikte çalıştı. Soğan doğradı, hamur yoğurdu, tepsileri hazırladı. Ama aklı sürekli Mert Ali’deydi. Elini her telefona attığında annesinin “Şunu uzat kızım!” sesiyle irkildi. Mesaj atmaya fırsat bulamıyordu.
Kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Kalbi öyle gergindi ki, bir şey yapmasa patlayacaktı sanki. Öğleye doğru artık başka bir çıkış kalmadığını anladı. Zihninde tek bir plan kalmıştı. hastalık numarası.
Elini karnına götürüp hafifçe büküldü.
“Anne… benim çok kötü karnım ağrımaya başladı, sanırım üşüttüm.”
Rabia Hanım hemen telaşlandı, o şefkatli annelik refleksiyle yanına koştu.
“Ah yavrucuğum, dur hemen sıcak su torbası yapalım. Misafirler gelinceye kadar odanda istirahat et.”
Aslı başını salladı, suçlulukla gülümsedi. Yatağına uzandığında, odadaki sessizlik kulağını çınlatıyordu. Bir yandan sıcak su torbasını gerçekten ağrısı varmışçasına karnına bastırıyor, diğer yandan kalbi deli gibi çarpıyordu.
Terlemişti. Hem sıcak suyun etkisinden hem de içindeki gerginlikten.
“Ya gerçekten gelirse…” diye fısıldadı kendi kendine. Kalbinde büyük bir karmaşayla gözlerini tavana dikti.
“Allah’ım, ne olur bugün gelmesin.” Telefonunu çıkarıp mesaj yazdı, belki de geleceklerin arasında o yoktu, boşuna evham yapıyordu.
“Naber sevgilim neler yapıyorsun?” diye yazmıştı ki tam o sırada dış kapının zili duyuldu. Aynı anda Aslı pikeyi başının üstüne çekip altına gömüldü.