Keyifli Okumalar...
Kapattığı telefonu masaya bırakan Fikret Bey, dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz bir tebessümle, kızının çay bardağını doldurdu. Sonra göz ucuyla ona baktı.
"Dün gece geç yattın. Işık sabah üçe kadar yanıyordu. Uykusuzluk mı, yazışma mı?"
Nazlı bir an duraksadı. Kalbi hızlı atmaya başladı. Kıvanç'ın mesajı bir çığlık gibi aklına geri döndü. Boğazı kurudu ama belli etmedi. Babasının dikkatinden hiçbir şey kaçmazdı. Bu yüzden cevabı dikkatle seçmeliydi.
"Yazışma... Kerem'le," dedi kısaca.
Fikret Bey başını eğip çayından bir yudum aldı. "Hmm." dedi sadece. Ardından, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti.
"Kerem yakında dönüyor değil mi? Cumartesi geliyordu sanırım."
Nazlı başını salladı. "Evet. Özledim onu."
Yalanın telaffuzu bile içini sıktı. Kerem'i seviyordu evet, ama bu sevgi güvenli bir liman gibiydi; heyecan değil, huzurdu. Oysa Kıvanç Karadağlı'nın bir tek mesajı tüm dengesini alt üst etmişti.
Fikret Bey, masasının kenarındaki ince, koyu kahverengi deri kaplı dosyayı açtı. Altın yaldızlı kalemini çıkardı, hızlıca birkaç satır not düştü. Notunu bitirdikten sonra başını kaldırdı, karşısında kahvaltı eden kızını bir an dikkatle izledi. Sonra yumuşak bir gülümsemeyle
"Bugün için planın var mı güzelim?" diye sordu. Nazlı tam cevap verecekken masaya bıraktığı telefonu titredi. Ekranda beliren ismi görünce gülümsedi ama içinde minicik bir suçluluk da yeşermişti. Fakat suçlulukla birlikte Kıvanç'ı görmekten kurtaran mutluluk da can bulmuştu.
"Melis arıyor." dedi heyecanla. Fikret Bey kafasını salladı.
"Sanırım seni an itibariyle son görüşüm çünkü Melis'in ağına takıldıysan zor eve gelirsin." dedi. Nazlı kıkırdayarak yerinden kalktı, babasının yanına gidip yanaklarını öptü. Fikret Bey'in her sabah tıraş olması, yüzüne sabun kokusunun sinmesi Nazlı'nın çocukluğundan kalma bir alışkanlıktı. Babasının teni hâlâ pürüzsüzdü; ne kadar yaş alsa da ona dair bazı şeyler hiç değişmemişti.
Küçükken ilk kez babasının birkaç günlük sakalı yanaklarına batınca ağladığı için Fikret Bey şaşkınlıkla eğilmiş, gülmeye çalışmış ama kızının gerçek korkusu karşısında gülümsemesi donmuştu. Sonra hızla lavaboya koşmuş, tıraş bıçağını eline almıştı. Üzerindeki gömleği bile çıkarmadan, aynanın karşısında kızının gözleri önünde tıraş olmuştu.
Yüzündeki son köpüğü yıkayıp geri döndüğünde, Nazlı başını sallamış, kollarını babasının boynuna dolamıştı.
O günden sonra Fikret Bey bir daha asla sakal bırakmadı. Şimdi, o anıyı hatırlayarak yeniden babasının yanaklarını öptü. O eski sabun kokusu yine burnuna geldi.
"İyi ki tıraş oluyorsun baba," dedi usulca.
Fikret Bey kaşlarını kaldırdı, şaşkınlıkla kızına baktı.
"Nereden çıktı şimdi bu?"
Nazlı başını iki yana salladı, dudaklarında anlamlı bir tebessümle
"Hiç... Sadece sabun kokuyorsun. Ve bazen o koku, dünyanın en güvenli yeri gibi geliyor." dedi. Fikret Bey elini salladı.
"Hadi Nazlı Belam o deli kız helikopterle evin çatısına inmeden cevapla şu aramayı." dedi tatlı sitemle. Nazlı kahkaha atarak telefonu aldı ve yukarı çıktı. Merdivenleri tırmanırken yeniden gelen aramayı açtı.
"Nihayet açtın şunu kızım." diye sitem eden ses kulakların dolduğunda güldü.
"Sana da günaydın Melis."
"Günaydın tatlım. Ne yapıyorsun?" diye sordu Melis. Hattın diğer ucundan gelen hışırtılara bakılırsa bir şeylerle uğraşıyordu.
"Ben odama çıkıyorum da sen sanki bavul topluyormuşsun gibi geldi." dedi gözlerini kısarak. İçinden bir ses bu çılgın kızın kendisini bir yere sürükleyeceğini fısıldıyordu.
"Evet tatlım. Bavul topluyorum. Sen de yukarı çıkıyorsun ve bavulunu topluyorsun."
"Nereye gidiyoruz?"
"Port Montenegro'ya gidiyoruz yavrum." dedi coşkuyla. Nazlı güldü. "Deniz, yatlar, gece hayatı, lüks ve tabii ki yakışıklı, seksi adamlar."
Genç kadın da hayat doluydu ama Melis kadar çılgın değildi. Onun etrafında olan kişiler onun yaydığı ışıkla büyüleniyor, hayran oluyorlardı. Şimdi çılgın arkadaşı Melis ona Kıvanç Karadağ ile karşılaşma ihtimalinden kurtuluyordu. Odasına girdi ve kenarda hazır duran sehayat bavulunu aldı. Üstünü değişmedi çünkü seyahat için gayet uygundu. Bavulunu almadan odadan çıktı. Aşağı inerken karşısında çıkan hizmetçiye "Bavulumu alıp arabama yerleştirin lütfen." diye talimat vererek babasının yanına gitti. Onunla elinden geldikçe çabuk vedalaştıktan sonra dışarı çıktı. Arabasına bindiğinde sevdiği şarkıyı açtı.
Dua Lipa – "Levitating"
Şarkıya eşlik ederken arabayı kendisi için açılmış kapıdan geçerek yola çıktı. Bir süre sonra özel jet pistine geldiğinde Melis'in kendisini orada beklediğini gördü. Arkadaşı elini kaldırarak onu selamladı. Nazlı arabadan inmeden yanına yaklaşan bir görevli bavulunu bagajdan aldı ve jete doğru götürdü.
****
Jet havalandığında, şehir bir minyatüre dönüşmüş, hayatın dertleri bulutların altında kalmıştı. Gökyüzü, onlara ait özel bir salıncak gibiydi artık. Gümüş tepsilerde servis edilen soğuk şampanyalar, uçuşun bir kutlama olduğunu hatırlatıyor; fonda çalan zarif caz melodileri, bu yolculuğun sıradan bir kaçış değil, başlı başına bir ritüel olduğunu hissettiriyordu.
Saatler sonra, Karadağ semalarında alçalmaya başladıklarında, pencereden görünen manzara nefes kesiciydi. Porto Montenegro, denizin kıyısına işlenmiş bir mücevher gibi parıldıyordu. Yat limanının çevresinde dizilmiş beyaz taş evler, palmiyelerle çevrili yürüyüş yolları ve uzaklarda görünen dağ silüetleri... Her şey zamanın yavaş aktığı başka bir dünya gibi görünüyordu.
Jet pürüzsüz bir inişle yere değdiğinde, içeride kısa bir sükût oldu. Sonra Melis kolunu Nazlı'nın bileğine doladı, heyecanla başını yana eğdi.
"Ve şimdi sahne bizim."
Uçaktan ilk çıkan Nazlı oldu. Ayakları, merdiven basamaklarına dokunduğu anda, yüzüne çarpan Karadağ'ın tuzlu rüzgârı ona özgürlüğü fısıldadı. Saçları hafifçe savrulurken gözlerini kapattı ve bir an durdu. Bu anın ne kadar özel olduğunu biliyordu.
Arkasından inen Melis, güneş gözlüğünü takarken başını geriye attı. Pistte bekleyen siyah Bentley'e doğru yürürken, etraflarındaki birkaç görevli hayranlıkla onlara bakıyordu. Sanki jetten iki kadın değil de, modern çağın tanrıçaları inmişti gökyüzünden.
Bentley'in kapısı açıldığında, Porto Montenegro macerası resmen başlamıştı.
Gün, Port Montenegro kıyılarında nar çiçeği tonlarına bürünerek çekildiğinde, şehir altın bir dantelle örtülmüş gibi görünüyordu. Yat limanının ışıkları yavaş yavaş yanarken, deniz bir kadife gibi parıldıyordu. Gecenin kalbi atmaya hazırlanıyordu. Nazlı ve Melis, kaldıkları butik otelin deniz gören süitinde hazırlanıyorlardı.
Genç kadın ince askılı siyah elbisesinin fermuarını çekerken aynaya baktı. Omzundan dökülen dalgalı saçları, hafif ışıltılı göz makyajı ve dudaklarındaki şarap tonu rujla, bir aşk masalının unutulmaz kahramanı gibi görünüyordu. Melis, bronz tenine yakışan saten yeşil elbisesiyle kapının önünde dönüp bir poz verdi.
"Yıldızlar bile bize özenecek bu gece," dedi, kahkahayla.
Nazlı çantasını aldı, gülümsedi. "Hadi yıldızların tahtını devralalım."
Bentley, onları limana yakın, yalnızca davetle girilen bir gece kulübünün önünde bıraktı. Kapıda bekleyen görevliler, onların adını listede görünce hemen yolu açtı. İçeri girdiklerinde, mekânın loş ışıkları, derin ritimli bir müzikle buluşmuştu. Tavandan sarkan kristal avizeler, denizin üstündeki ay ışığını taklit eder gibi titriyordu. Ortamda ağır parfümler, pahalı gülüşler, cilalı yabancılıklar vardı... ama aynı zamanda baştan çıkarıcı bir özgürlük de.
DJ kabininde genç bir kadın, Yunan tanrıçalarını andıran bir kostümle elektronik tınıları geceye fısıldıyordu. Dans pistinde ise vücutları sanat gibi işlenmiş, podyum yakışıklılığında adamlar, adeta mitolojik tanrıları canlandırıyorlardı. Bronz tenleri ışıkta parlıyor, her hareketleri sahne gibi izleniyordu.
Melis'in gözleri parladı. "Bak şunlara! Apollon kendini geliştirip gece hayatına atılmış!"
Nazlı, dudaklarının kenarındaki gülümsemeyi saklayamadı ama aklına Kerem gelince içinde bir boşluk hissetti. Ona buraya geleceğini haber vermemişti çünkü Kerem böyle şeyleri pek önemsemezdi. Evet Nazlı Önder özgür, güçlü, ayakları yere basan biri olmak için yıllarını vermişti. Başarmıştı da. Ama insanın içindeki bazı özlemler, ne kadar güçlü olursa olsun susturulamıyordu. Sevildiğini duymak değil, sevildiğini hissetmek istiyordu. Kerem onu seviyordu belki. Ama sevgisi, Nazlı'nın kalbine dokunamıyordu artık. Uzaktaydı, başka bir ülkede, başka bir hayatın içinde. Aralarındaki mesafe sadece kilometre değil, hislerle ölçülen bir uçurumdu.
Sahiplenilmek istiyordu, ama kısıtlanarak değil, bir yuvaya ait olmanın huzurunu istiyordu. Melis kulağına yaklaşarak "Bırak güzelim o adamı. Keyfini kaçırmasına izin verme." dediğinde düşüncelerinden kurtulmuştu. Kafasını çevirdi ve arkadaşı ile göz göze geldi. Melis hiçbir şeyi önemsemeyen biri gibi görünse de kendisini en çok anlayan kişiydi. Gökyüzü mavisi gözlerindeki anlayışı gördü ve gülümsedi.
"Onu seviyorum ama sanki aramızdaki heyecan kaybolmuş." dediğinde Melis yanağını öptü ve yanından geçen adamın elinden gülümseyerek içkisini aldı. Adam onun sevimli gülümsemesine karşılık olarak sırıttı ve bara doğru gitti. Aldığı içkiyi arkadaşına uzattı.
"Al şunu ve o sevimsizi unut gitsin. Baksana etrafına onlarca seksi parça var." diyerek şakıdı. Nazlı kadehi eline aldığında buzlar bardağın içinde hafifçe şıngırdadı. Serin camın tenine değdiği anda ürperdi, ama bu ürperiş içindeki kırgınlığa iyi geldi. İçki, egzotik meyvelerle harmanlanmış bir martiniydi.
Melis göz kırptı, "Daha gece yeni başlıyor," dediği anda DJ setinin ritmi hızlandı.
Nazlı bakışlarını kalabalığın üzerine gezdirdi. İçkisinden bir yudum daha aldı, sonra saçlarını savurarak piste doğru yürümeye başladı. Kalabalığın arasında zarif adımlarla süzüldü. Gözlerini kapatarak dans etmeye başladı. Melis onun hemen ardından gelmişti, ellerini Nazlı'nın ellerine kenetledi. İkili birlikte dönerek dans etmeye başladı. Kahkahaları müziğe karıştı. Kalabalık arasında birkaç bakış üzerlerine kaydı, ama Nazlı artık kimseyi umursamıyordu. Kendini müziğin ritmine bırakmış hayat özünü ortaya çıkarmıştı.
*****
Sükut Salonu.
İsmi bile bir tehdit gibiydi; yüksek sesle söylendiğinde mekânın huysuz ruhunu rahatsız ederdi sanki. Beton duvarlar her sesin yankısını yutar, her kelime sanki fısıltıya dönüşürdü. Tavandan sarkan tek bir endüstriyel lamba, odanın merkezindeki sandalyeye bir spot gibi vuruyor, geriye kalan her köşeyi gölgelerin içine saklıyordu.
Loşluk, burada en keskin silahtı.
Bir adam oturuyordu sandalyede. Bağlı değildi. Ama elleri dizlerine yapışmış, avuçlarının içi terden ıslanmıştı. Çenesi titriyordu, alnı ter içinde kalmıştı. Ne zaman geleceğini bilmiyordu. Ama gelirdi. Her zaman gelirdi.
Ve o an geldi.
Kapalı kapının ardında yankılanan ilk nota, içeriye giren korkunun ayak sesiydi.
Astor Piazzolla'nın “Oblivion”u yükseldi. Hüzünlü bir bandoneon sesiyle, zarif bir şiddetin habercisi gibi. Bu, Kıvanç Karadağlı’nın sahneye çıkış müziğiydi. Adamları o melodinin tonundan, gecenin kanla mı, sessizlikle mi biteceğini anlardı. Bu gece müzik yavaş, süzülen bir melodiydi. Ama içinde fırtına saklıydı.
Kapı yavaşça açıldı.
Kıvanç Karadağlı içeri adımını attığında odaya başka bir hava doldu. Gömleğinin üzerine giydiği sedef düğmeli siyah ceket, saçlarının kusursuz geriye taranışı, yüzündeki ifadeden çok daha net konuşan dumanlı gri gözleri… Ne sabah sisi, ne bulut rengi. Daha çok, yanmak üzere terk edilmiş bir yangının küle dönmüş son hali gibi. Dingin görünüyordu, ama içinde köz hala sıcaktı.
Bakışları, bir yabancıyı tanıdık hissettiren tuhaf bir belirsizlik taşıyordu. Sert ya da öfkeli değildi. Ama sanki bütün ihtimalleri içinde saklayan bir boşluk gibi, izleyeni hem içine çekiyor hem de ürkütüyordu.
Onun varlığı şiddet değildi; ama şiddeti yöneten soğukkanlılıktı. Adımlarının sesi yoktu. Ama bastığı zemin titreşiyordu sanki.
Göz ucuyla sorguya alınan adama baktı. Adamın rengi bembeyazdı. Ellerini dizlerinde sıkıyor, yutkunmaya çalışıyordu ama ağzı kupkuruydu. Kıvanç gülümsedi — gözleri gülmedi.
Yanındaki koltukta duran ince eldivenlerini taktı. Her hareketi bir ritüel gibiydi. Müzik, hala usulca çalıyor, sorguya alınan adamın sinir uçlarında dolanıyordu.
Kıvanç, sorgu masasının ucuna parmak uçlarıyla dokundu. Yavaşça adama eziyet edercesine sandalyeye oturdu.
Parmaklarını birbirine kenetledi. Bakışları karşısında terleyen adamın gözlerine saplandı.
"Tam on sene Halil. On senedir benimle çalışıyorsun." dedi. Sesi sakindi ama ağırdı. Halil boncuk boncuk terlemeye başladı.
“Yemin ederim ben bir şey yapmadım… Sadece - ”
Kıvanç parmağını kaldırdı. Konuşmamasını işaret etti. Ardından bir dosya önüne bırakıldı. İçinde hesap defterleri, GPS kayıtları ve bir fotoğraf:
Adam, rakip gruptan biriyle bir otel lobisindeydi.
Genç adam başını hafif yana eğerek ona keskin bakış attı ama konuşamadı. Çünkü cebindeki telefon titredi. Genelde Sükut Odasında iken telefonuna bakmazdı ama bu sefer istisna yapması gerektiğini fısıldayan yanına kulak verdi. Sakin bir şekilde telefonu cebinden çıkardı ve parmak izini okutu. Ekran aydınlandığında gördüğü mesajla burnundan derin bir nefes aldı, tutup bırakmadan önce gözlerini kapattı.
Sonra başını yavaşça kaldırdı. Arkasına dönmeden, sadece alçak ama kesin bir sesle adamlarına “Devam edin.” diye talimat verdi.
****
Genç kadın sabaha karşı otel odasına girdiğinde üzerindeki yorgunluğu hissetmiyordu. Üzerindeki siyah elbiseyi yavaşça sıyırdı. Kumaş, bedenini okşayarak yere süzüldü. Altında kırmızı dantel iç çamaşırı vardı.
Hem cesur hem de kadınlığının altını çizen bir seçim.
İncecik askılar, göğüslerinin zarafetini ortaya çıkarıyor, kalçasının kıvrımını göz önüne seriyordu. Bir süre aynadaki yansımasına baktı. Bakışlarını kalçalarından beline, oradan göğüslerine, ardından da gözlerine taşıdı. Gözlerinde garip bir parıltı vardı. Aklına gelen şeyi yapmak için iç çamaşırlarını sıyırırken, vücudu odanın hafif loşluğunda mermer gibi parladı. Adımlarını sabit ama estetik bir ahenkle dolaba doğru yöneltti. İpek gecelikleri arasında elini gezdirdi. Parmağı koyu lacivert olanında durdu.
Geceliği üzerine geçirdi. Kumaş vücudunu tanıyormuş gibi üzerine oturdu. Dizlerinin birkaç karış üzerinde biten bu zarif parça, incecik askıları ve göğüs dekoltesiyle dikkat çekiyordu. Şifonyerin çekmecesinden bir kutu çıkardı. Kolyeyi çıkardı ve onu boynuna taktı. Beyaz inciler, lacivertin üzerinde yıldız gibi parladı.
Sonra, ayakkabılığa yöneldi. Lacivert topuklularını seçti. İnce bantları ayak bileklerini sarmalarken, duruşuna başka bir özgüven geldi. Telefonu ayarladı. Işığı hafif ayarladı. Perdeleri araladı, şehrin gece silueti fon oldu.
Poz verdi.
İlk karede gözlerini kapatmış, başını hafif yana eğmişti; boynundaki inciler tüm dikkatleri üzerine çekiyordu. İkinci karede bir omzundan askı düşmüştü; zarif bir isyan gibi. Üçüncüde, bir elini kalçasına koymuş, diğerini saçlarının arasına daldırmıştı.
Bakışı netti.
Cesur ve baştan çıkarıcı...
Fotoğrafı çektikten sonra telefonu aldı ve Kerem`in ismini buldu. Gönderdikten sonra üstünü çıkardı. Doğrudan banyoya girdi. Suyun altında Kerem`in attığı fotoğrafa vereceği tepkiyi düşünmeye başladı. Kısa süren duşun ardından banyodan çıkıp kurulandı ve şortlu geceliğini giyindi. Saçlarını toplayarak odanın balkonuna geçti. Rahat koltuklardan birine oturup telefonuna baktı.
Hiçbir bildirim yoktu.
Kerem cevap vermemişti.
Bir an sessiz kaldı. Derin nefes alarak kendisine düşünme fırsatı vermeden hızlıca o ismi yazdı. Fotoğrafı seçti ve gönderdi. Telefonu avucunda sıkarak kafasını geri attı. Ondan ne zaman cevap geleceğini bilmiyordu. Gelecek miydi onu bile bilmiyordu. Düşüncelerinde boğulmuşken daha iki dakika dolmadan elindeki aygıt titremişti.
Kıvanç Karadağlı:
"Ölmek için çok gencim."
Merhaba.. Bölümü nasıl buldunuz? Yorumlarınızı bekliyorum. Biliyorsunuz bu hikayenin tek kazancı yorum ve post paylaşımıdır.