Fotoğraf.
Genç kadın aynanın karşısında durduğunda odanın içinde hafif bir sessizlik hakimdi. Işık loştu; saten geceliğin siyahı, teninin beyazını daha da belirginleştiriyordu. Gecelik omuzlarına zarifçe oturmuş, ince kumaşı onun her kıvrımını nazikçe takip ediyordu. Boynuna özenle taktığı inci kolye, tenine serin bir dokunuşla değiyor, nazlı nazlı parıldıyordu. İnci, onun gözünde sıradan bir takıdan fazlasıydı; bir iddia, bir oyun, bir cesaretti.
Yavaşça eğilip siyah topukluları giydi. Kalkıp aynaya döndüğünde bir an kendini süzdü. Gözlerinde merakla karışık küçük bir isyankarlık vardı. Dudaklarını hafifçe araladı, saçlarını gelişi güzel bir hamleyle sağ omzunun üzerine aldı. Kamerasını açtı. Bir poz çekti. Sonra bir tane daha. En sonunda da başını hafif eğip kolyeyi vurguladığı, gözlerini aşağıya indirdiği o bakışı yakaladı. Gülümsedi. İçten, samimi ama içinde bir parça oyun gizli. Fotoğrafı seçti, parmakları ekranın üzerinde bir an tereddüt etti. Ama sonra sevgilisinin ismini aradı ve gönder tuşuna bastı. İçinde heyecanlı bir düğüm vardı. Tepki beklerken yatağa uzandı, ayaklarını yukarı kaldırıp havada salladı. Gözlerinde yaramaz bir ışıltı vardı.
Beş dakika geçmeden telefon titredi. Ekrana baktı. Beklediği ismi değil, bambaşka bir adı görünce nefesi kesildi.
Kıvanç Abi: “Hoş olmuşsun.”
Yüzündeki gülümseme dondu. Kalbi bir an durdu, sonra hızla çarpmaya başladı. Parmaklarıyla mesaja tekrar dokundu, sanki yanlış görmüş gibi. Ama hayır... Fotoğrafı sevgilisine değil, babasının ortağına, o hep “Abi” dediği adama yollamıştı.
“Yok artık…” diye fısıldadı kendi kendine. Parmaklarıyla ekranı yukarı aşağı kaydırdı, hala yanlış bir şey olabileceğine inanmak ister gibi. Ama gerçek apaçık oradaydı. O mesaj, o fotoğraf… Ve o alıcı adı: Kıvanç.
Kerem değil Kıvanç..
Titreyen elleriyle mesajı geri çekmeye çalıştı. Ama çok geçti. Okunmuştu. Üstelik “Hoş olmuşsun.” gibi, fazla sakin, fazla dolaylı bir cümleyle cevap verilmişti. Kıvanç gibi disiplinli, soğukkanlı bir adamdan… Üstelik “abi” dediği, babasının gözünün içine bakarak güvendiği adamdan. O an, tüm dünya Nazlı’nın üzerine yıkılmış gibi hissetti.
Dönüp aynaya baktı. Oradan kendisine bakan genç kadın hala aynıydı ama gözleri utançtan yanıyordu.
Telefonu tekrar titredi. Yeni mesaj:
Kıvanç Abi: “Şimdi fotoğrafı gereken kişiye gönder."
Seslice yutkunan genç kadının parmakları telefonun ekranında dolaşmaya başladı.
"Bunu unutalım Kıvanç Abi."
Mesajı gönderdikten sonra beklemeye koyuldu.
Kıvanç Karadağlı...
Nazlı, ismini içinden geçirirken bile garip bir ürperti hissediyordu. Bu, sadece yaş farkı ya da onun babasının iş ortağı olmasıyla ilgili değildi. Kıvanç, öyle herhangi bir adam değildi. Varlığıyla bile etrafındaki havayı ağırlaştıran, sessizliğinde bile bir otorite taşıyan bir adamdı.
Kıvanç Karadağlı, sigma erkek denen o nadir ve tehlikeli türdendi. Sürünün lideri olma peşinde değildi ama adım attığı her yerde otorite zaten onun etrafında şekillenirdi. Soğukkanlıydı; ama o soğukluk donukluktan değill, içindeki ateşi sıkı sıkıya kontrol edişindendi. Onu yıllardır tanıyordu. Masalarda hep babasının yanında, arka planda olurdu; kahvesini şekersiz içer, konuşmaz, dinlerdi. Konuştuğunda ise lafı dolandırmazdı. Her zaman fazla... netti.
Ve şimdi o adam, o ciddiyetin vücut bulmuş hali, gecelikli fotoğrafına “Hoş olmuşsun.” demişti.
Hoş.
"Off, Allah bilir ne zaman cevap verecek bu adam?" diye söylendi.Yataktan kalkarak geceliği, inci kolyeyi çıkardı. Şortlu geceliğini giyinerek yeniden yatağa yattı ve beklemeye koyuldu. Çünkü adam evine teknoloji sokmaz, telefonunu genelde sessizde tutar, insanlara da kendisini açmazdı. Disiplini yalnızca hayatına değil, duygularına da hakimdi.
Nazlı yıllardır tanıdığı adamı düşünürken telefonundan bildirim sesi geldi. Hızla telefonu kaptı ve açtı.
Kıvanç Abi: "Unutalım Nazlı."
Tuttuğu nefesi dışarı üfleyerek geriye yaslandı. Hızlıca, adam telefonu bilinmezliğe bırakmadan cevap yazdı.
"Teşekkür ederim."
Mesajı görüldü ama cevaplanmadı. Adam saniyeler sonra kayboldu. Nazlı hızla Kıvanç`ın dediğini yaparak fotoğrafı sevgilisi Kerem`e gönderdi. Bu sefer doğru kişiye gönderdiğine emin olarak telefonu komodine bırakdı. Bir dakika sonra cevap geldi. Cihazı aldı ve kilidini açtı.
Kerem: "Cumartesi Türkiye`ye döndüğümde bunu üzerinden zevkle çıkaracağım bebeğim."
Nazlı istediği tepkiyi almıştı ama nedense heyecan denen duygu kaynağı kurumuş gibi içinden yok olmuştu. Neden böyle olduğunu içten içe biliyordu.
Az önce yaşadığı büyük utanç...
Gözlerini kapattı ve kendisini en çok sevdiği şeylerden biri, uykuya bıraktı.
Hol boyunca çıplak ayaklarıyla yürüyordu. Bastığı zeminin soğukluğu içini titretti. Uzaktan bir bavulun sertçe kapanma sesi geldi. Yankılandı. Tanıdı bu sesi. On dört yaşındaydı, gözleri yaşlıydı. Üzerinde kısa kollu, pamuklu bir tişört ve dizine kadar uzanan gri bir tayt vardı. Çocuk bedeni küçüktü ama ruhu paramparçaydı.
Koridorun sonunda annesi odanın ortasında duruyordu. Açık valizine son bir elbise yerleştiriyor, aynada kendine hayran bir bakış fırlatıyordu. Omuzları dimdik, saçları düzgünce toplanmıştı. Sırtı kızına dönüktü ama varlığı tüm alanı domine ediyordu. Kadının varlığı bir anne sıcaklığı değil, bir celladın soğukkanlılığı gibiydi.
Küçük kız titrek bir sesle sordu:
“Anne...”
Kadın ağır ağır döndü. Kibirli bir gülümsemeyle baktı kıza. Gözlerinin içinde ne şefkat vardı ne de pişmanlık.
dudaklarını ısırarak sorusunu sordu:
“Anne... babamı sevmediğini söyledin... beni de mi sevmiyorsun?”
Kadının gözleri çakmak çakmaktı. Dudaklarındaki alaycı ifade genişledi. Ve sonra o sözler döküldü ağzından:
“Seni bir erkeğe becermesi için satacak kadar seviyorum, tatlım. Çok seviyorum yani.”
Kızın küçük bedeni titredi. Göz bebekleri büyüdü. Bu cümle, bir kurşun gibi kalbine saplandı. Dünya o anda yavaşladı. Saatin tik takları kulaklarında çınladı. Zemin ayağının altından kayıyor gibiydi.
Kadın arkasını dönüp eline valizini aldı. Evin giriş kapısını açarken, hiç arkasına bakmadan, topuklu ayakkabılarının sesiyle uzaklaştı. Her adımı, içine çakılan bir çivi gibiydi. Annesi onu terk edip gitmişti ve o az önceki kederini içinde eriterek yok etti. Derin nefes aldı ve "Ben asla senin gibi sahte mutlu, kibirli ve kötü insan olmayacağım. Ben babamla gerçekten mutlu olacağım anne(!)"
Genç kadın gözlerini açtı. Uzun zamandır o anı hatırlamıyordu. Yataktan çıktı ve saate baktı. Sabah sekizdi. Gözlerini devirdi. O sürtük uykusunu bile varlığı ile kirletmişti. Çünkü o en erken 10:00`da uyanıyordu. Neyse artık uyanmıştı ve aşağı inerek Fikret Bey`e sürpriz yapmalıydı. Babası onu görünce şaşıracak ve ona tatlı tatlı laf sokacaktı. Şimdiden o sahneyi kafasında canladırıp gülümsedi. Hazırlanıp aşağı indi. Geniş yemek salonunda masanın başında oturan işkolik babası önündeki tablette bir şeyler okuyordu. Kapı önünde durup onu izledi. Babası tableti kenara bıraktı ve kahve fincanını aldı. Kahvesini yudumlarken başını kaldırdı. Kızını görünce gözlerinde muzur bir parıltı belirdi. Gözlüklerinin üzerinden bakarak, kızıyla dalga geçmeye hazır o tanıdık gülümsemeyi takındı.
“Vay vay vay… Evimizde yaşayan efsanevi varlık sabah saatlerinde ortaya çıkmış. Gözlerim doldu Nazlı Hanım. Yoksa güneş Batı’dan mı doğdu bugün?”
Nazlı gözlerini devirdi, ama yüzündeki gülümsemeyi gizleyemedi. “Günaydın babaaam,” dedi, yumuşak bir sesle. Koşar adım gidip babasının boynuna sarıldı.
Fikret Bey sarılırken alttan devam etti.
“Normalde seni bu saatte ya havaalanında, ya da başka bir kıtada görürdüm. Şimdi evde, sabah kahvesi saatinde… Bu durum ya bir felaketin habercisi ya da cüzdandaki eksilmeyi haber veren bir ön sarsıntı.”
Nazlı kahkaha attı. “Sadece kızın seni özledi, ne var bunda?”
Fikret gözlüklerini çıkarıp bir mendille camlarını silerken homurdandı:
“Özlediyse kesin platin kartının limiti dolmak üzeredir. Ya da yeni bir ada keşfetmiştir, sponsorluğunu bana kitleyecek.”
Nazlı Önder, yirmi altı yaşında, yaşadığı lüksü filtresiz şekilde bloguna taşıyan, i********:'da yüz binlerce takipçisi olan bir gezi yazarıydı. Paris’te sabah kruvasan yer, Floransa'da gün batımını izlerken kırmızı şarap içerdi. Uçak biletlerini kendi almaz, otellerde “nazlıonder” koduyla kral dairelerine yerleştirilirdi.
Nazlı dudak bükerek babasının sağındaki sandalyeye oturdu. “Ay ne zalimsin Fiko’m. Sadece erken uyandım. Bir sebebi yok.” dedi.
Fikret Bey suratını buruşturdu ama gözlerinin içindeki yumuşaklık saklanamazdı. “Kızım deme bana şu Fiko’yu. Koca adama böyle lakap mı olur?”
“Sen de bana ‘Cırcır böceği’ diyorsun baba. O zaman ben de sana Fiko diyebilirim.”
İkisinin kahkahası salonu doldurdu. O an, geçmişin hayaletleri sustu, sabah güneşi ikisinin üzerine vurdu. Nazlı bir kez daha emin oldu: Ne olursa olsun, bu evde, bu adamın yanında dünya biraz daha güvenliydi. Aniden gelen yoğun duyguyla babasına baktı ve “Sen dünyanın en güzel adamısın.” dedi.
Fikret Bey gülümsedi.
“Ve sen de dünyanın en nazlı belası.”
İkisi gülerek kahvaltıya devam ettiler. Birkaç dakika sonra babasının telefonu titreyince çatalını bıraktı ve cihazı eline aldı.
"Nihayet Kıvanç Bey`e ulaşabildik." diyerek çağrıyı cevapladı. Kıvanç ismini duyunca Nazlı`nın bedeninden garip bir ürperti geçti. O kendi alemindeyken babası ortağı ile konuşuyordu. "Tamam ortak seni bekliyorum. Gelince detayları koşuruz." dedi.
Genç kadının kaşları çatıldı. Ne yani Kıvanç Karadağlı birazdan onun evinde mi olacaktı?
Herkese merhaba. Yeni hikaye ile karşınızdayım. Hikayemiz ücretsizdir ve sizden istediğim iki şey var. Bolca yorum ve postlarda paylaşım.
Hikayeyi sevdiniz mi? Sizce olaylar nasıl devam edecek?