"Piyon."

1057 Words
Sonunda. Çokta yardımseverdir ya! Neyse, beni sokak serserilerinden kurtaran oydu. Gerçi arkadaşımın düşmanı düşmanımdır ama her neyse! “Ofisin...” diye tekrarladım, göz ucuyla onu süzerken. İçimde bir ses “Gitme!” diye bağırıyordu. Ama planın bu aşaması tam da bunun üzerine kuruluydu. Yıldıray’ın beni sahiplendiğini hissetmesi gerekiyordu. Ve o an gözlerindeki o aç kurt bakışı, planın istediğim gibi ilerlediğini söylüyordu. “Tamam,” dedim kısık sesle. “Ama sadece kahve.” “Tabii ki,” dedi o iğrenç güven verici tonuyla. “Sadece kahve.” Ayağa kalktım. Aslında kalkarken içimden “Hollywood seni bekliyor Güneş!” diye bağırıyordum. Rolüm şahane gidiyordu. Ama dışarıdan kırılgan bir yaprak gibi titriyordum. Yani umarım öyle görünüyordum, yoksa daha çok üşüdüğüm için titriyordum. Yıldıray, sokağın köşesinden aşağı doğru yürüdü. Ben de arkasından, hafif sendeleyerek ilerledim. “Sendele, Güneş…” dedim kendi kendime. “Drama, drama, drama…” evet. Bunu yapmalıydım. Hatta belki, biraz sonra üşümüş gibi yapar, ellerimi kollarıma falan sarardım. Rüya'nın dedikleri zihnimde çınladı. 'O bize ait olan her şeyi almayı sever.' Öyle hissetmeliydi. Ona bu zevki vermeliydim. Caddeyi geçtikten sonra ara bir sokağa saptık. Sokak lambaları daha loş, hatta bir tanesi yanıp sönüyor. Tam klişe korku filmi atmosferi yaratıyordu. “Bravo yönetmen,” dedim içimden. “Ofis burada,” dedi, eski bir apartmanın kapısında durarak. Demir kapı karanlıkta uğursuz bir davetiye gibi duruyordu. Burası, bizim mahallenin hemen bir ötesindeydi. Anahtarı çevirdi, kapı gıcırdayarak açıldı. Ama öyle masum bir gıcırtı değil, bildiğiniz korku filmlerindeki gıcırtılardan. Galiba korkudan kafayı yiyordum. “Buyur,” dedi elini içeri doğru uzatarak. İçeri girdim. Karanlık ve garip bir şekilde sıcak. Bizimkilerin sahip olduğu evin sıcaklığı yoktu. Ev sıcacıktı ama bir karda, kısa kolluyla duruyormuş, çıplak ellerle kartopuyla oynuyormuşum gibi hissettiriyordu. “Ofis üst katta,” dedi merdivenlere yönelerek. Tam ben merdivenlere elimle dokunacaktım ki, karşı duvarda bir aile fotoğrafı gördüm. Ortada küçük bir çocuk, iki yanında anne-baba. Ama fotoğrafın ortasında çocuğun yüzü çizilmiş, karalanmıştı. “Burada büyüdüm,” diye açıklama yaptı Yıldıray, gözümün fotoğrafa takıldığını fark etmiş gibi. “Ailemin evidir aslında. Şimdi ofis gibi kullanıyorum. Yani güvenebilirsin.” o zaman yüzünü karaladığı kişi kendisi miydi? Neden böyle bir şey yapmıştı? Gözlerim annesine değdiğinde gözlerim kısıldı, sanki bir yerden hatırlıyor gibiydim. Ayrıca bir insan “güvenebilirsin” diyorsa %100 güvenmemek gerektiğini biliyordum. Özellkile bu Yıldıray gibi biriyse... Üst kata çıktık. Küçük ama sıcak bir oda. Bir köşede deri koltuk, diğerinde geniş bir masa. Duvarlarda raflar dolusu kitap. Ama kitapların çoğu hukuk, psikoloji üzerineydi. İlgimi çekti. "Ne kadar çok kitabın var." diye mırıldandım. "Evet, okumayı seviyorum. Kafam dağılıyor." Bir kitap gözüme çarptı: “Manipülasyonun Psikodinamiği” Manipülasyon üzerine kafayı bozmuş bir manyağın teki falan olmalıydı. “Latte sever misin?” diye sordu. “Her türlü kafeine aşırı açım şu an,” dedim hafif titreyerek. Üzerime baktı ve "Sana battaniye getireyim." diyerek içeri girdi. Kısa bir süre sonra kırmızı bir battaniye ile gelip kucağıma bırakınca "Teşekkür ederim." diye mırıldandım. “Ne demek,” dedi ve mutfak kısmına geçti. “Az önce bardaki şey…” diye seslendim, rol yapmanın tadını çıkararak. “Çok kötüydü değil mi?” “İnanılmaz aşağılayıcıydı.” dedi, kahveyi hazırlarken. “Ama ben… insanları yüzlerinden okurum. O çocukların hiçbirinde gerçek dostluk yok. Bundan emin olabilirsin.” Bu adam beni “insan yüzü okuma dersi” ile etkilemeye çalışıyordu. “Elbette…” dedim sessizce. “Şey… yani... biraz kırıldım sanırım.” “Biraz mı?” dedi, ciddi ciddi. “Senin yerinde olsam yerle bir olurdum.” İçi boş teneke benzetmesinden sonra bunlar bana masaj gibi geliyordu. Ama rolüm gereği daha da çökmem gerekiyordu. “Terk edilmiş gibi hissediyorum,” dedim, boğuk bir sesle. Yıldıray kahveleri getirip masaya bıraktı. “Kendine bu kadar yüklenmene gerek yok Güneş. Bu kadar erken kurtulduğun için mutlu olmalısın.” dedi, karşıma otururken. “Bazen insanlar kendilerini hak etmeyeni, kaybettiklerinde anlarlar.” “O zaman umarım bir gün anlarlar,” dedim dramatik bir nefesle. "Çünkü çok anlayacaklarını sanmıyorum. Ben...ben sadece...of!" diyerek saçlarımı karıştırdım. O anda bana doğru eğildi. Yüzüme dikkatle baktı. “Gözlerinde başka bir şey var,” dedi yavaş ve derin bir sesle. “Acı değil, öfke değil… ama ikisinin karışımı. Ve… plan.” Kalbim durdu. Ne?! “Plan mı?” dedim saf saf. “Ben aptal değilim.” dedi gözlerini kısmış halde. “Sen oraya öylece gidip rezil olmaya gitmedin. Sen… bir şeyi onlara göstermek istedin.” Beni gözleriyle soydu resmen! Allah aşkına benim göremediğim neyi görüyordu bu sosyopat! Ama anlamış olabilir mi? Hayır, sakin ol Güneş! PANİK YOK! “Hangi plan?” dedim, sesimi olabildiğince bozuk hale getirerek. Anladı mı lan?! Ne kadar çabuk?! Yıldıray kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerini benden ayırmadan konuştu. “Onları kıskandırmak istedin.” İşte! Tam kullanabileceğim türden bir yanlış anlama. Kafasında neler kurmuştu salak! Şu an üzgün ve masum olan bir kız rolü oynamıyor olsaydım, kesinlikle kahkaha atardım. Bir de bundan deli manyak diye bahsediyorlardı... Başımı hızla salladım. “Hayır! Asla!” “Yalan söyleme,” dedi yumuşakça. “Bırak… burada yargılayan kimse yok.” Bir an sustum. Sessizlik, gerilim, gerilim dolu hava… tam Oscar sahnesi. “Belki…” dedim kısık bir sesle. Yıldıray gözlerini kısmış halde beni inceliyordu. “Onların olayı bu. İlk önce seni aralarına alıp sonra da kırıp dökmek. Dinlemeden, umursamadan." “Sen neden bana yardım ediyorsun?” diye sordum. Bir an sessizlik oldu. Sonra yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Çünkü…” diye başladı, sesi bu defa çok daha samimi… ya da samimi taklidi. "Bende zamanında, onlar tarafından haksızlığa uğradım." bunu demesiyle üzerime bir balyoz yemişim gibi hissettim. İrkildim. Eskiden bizim grup ve Yıldıray yakın mıydı yani? Bana bundan hiç bahsetmemişlerdi. Yıldıray bendeki bu değişimi görünce gülümsedi. "Anlatmamalarına şaşırmadım." dedi ve devam etti. "Ama bende eskiden bir zamanlar, onlara senin kadar yakındım. Ama sonra anladım ki..." elindeki kahve bardağını kırarcasına sıktı. "Onların artı bire ihtiyacı yok. Onların sadece bir piyonuydum." Onların artı bire ihtiyacı yok. Onların sadece bir piyonuydum. Onların artı bire ihtiyacı yok. Onların sadece bir piyonuydum. Onların artı bire ihtiyacı yok. Onların sadece bir piyonuydum. Olduğum yerde kalkaladım. "Nasıl yani?" diye mırıldandım. "Eskiden arkadaş mıydınız?" "Arkadaştan öte." diyerek mırıldandı ve sol baş parmağını gösterdi. Derin bir kesik iziydi. "Alperen'le kan kardeşi olacak kadar ileri gitmiştik." dediğinde dudaklarım şokla aralandı. “Biraz dinlen,” dedi sessizce. “Ben aşağıda birkaç iş halledeceğim. Kapı açık. İstersen çıkarsın.” Ayağa kalktı. Ben koltukta kalakaldım. Bana bu kadar önemli bir şeyi anlatmamaların sebebi neydi? Yoksa bende mi...bende mi bir piyondan ibarettim?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD