Bölümü okuduğunuz saati yazar mısınız?
(6 Ay Önce)
Evdeki dağınıklığı toparlayan Şirin'in günlük söylenmelerini dinliyordum yine.
-Kaç defa dedim şu eşyalarını orta yerde bırakma, diye...
Henüz daha yeni uyanmışken yarı açık gözlerimle önümde salladığı çubuğa baktım.
-Fırçanı atmışsın yere. Üzerine basıp kırdım.
Elime tutuşturduğu kırık fırçayı inceleyerek çöpe attım.
-Yenisini alırız...
Mutfak masasının etrafındaki sandalyelerden birine oturarak kahvaltılıklardan atıştırmaya koyuldum. Şirin de oturup eşlik ederken bana, telefonuma gelen bildirimle yarı uyanık gözlerim açılıverdi.
Erkek kardeşimdi mesaj atan.
"Akşam restoranda yemek yiyecekmişiz. Annem ikinizi de görmek istiyor. Saat 9 gibi almaya gelirim sizi."
-Ah, ne alaka şimdi?
-Kimmiş mesaj atan?
-Timuçin.
İsmini duyduğunda oturuşu dikleşen Şirin, tabiri caizse aptal aşıklar gibi saçlarıyla oynadı. Bu hali beni deli ediyordu. Kardeşim diye demiyordum ama Timuçin tam bir gerizekalıydı. Tıpkı diğer baş belası erkek kardeşler gibi.
-Ne diyor?
Fırsat kolluyordu Timuçin'le beş dakika da olsa sohbet edebilmek için. Gözlerimi devirdim telefonu uzatırken.
-Kendin sor istersen.
Sanki yasaklı bir madde uzatıyormuşum gibi geri çekti ellerini.
-Yok, istemem. Tersliyor beni hep.
Masadan kalkıp sarı saçlarını karıştırdım Şirin'in. Her zaman bir felsefe doğrultusunda ilerlerdim.
-Hiç bir erkek için değmez.
-Pardon sen ne düşünüyorsun acaba? Hiç evlenmeyecekmiş, çocuk falan yapmayacakmış gibi konuşma.
Güldüm. Bana kızıyordu ama onun bu saçma sözleri güldürüyordu işte. Dünyadaki herkes aşkı bulacak, diye bir kaide yoktu. Hem aşkı aramıyordum ki bulayım. Bir ihtimal karşıma çıkarsa da bendeki bu şansla platonik aşık falan olurdum herhalde. Bu zamana kadar aldığım ahların acısı başka yerden çıkmasa iyiydi...
-Timuçin mi doğru adam Şirin?
Yüzü kızardı adını duyunca. Hay Allah'ım! Ben mi göremiyordum bu çocuktaki cevheri? Neydi yani tüm cazibe? Polis olduğu için giydiği üniforma mı? Yoksa başka bir şey mi?
Anlayamıyordum işte.
O hep en sevilendi.
Her zaman taktir gören. Yaptığı her işte başarılı olan...
Bense ailemin nezdinde istedikleri okulu okuyup küçük şirketlerinin başına geçmeyi elinin tersiyle ittiren; beni doyurmaya yetmeyecek çizimle ilgilenen hayırsız evlattım.
-Bilemiyorum Eylül... Timuçin içimde baharları uyandırıyor. Bana karşı kaba ve kırıcı konuşabiliyor bazen kabul. Yine de ısınamaz mı sence zaman geçtikçe? Sanki onu düzeltebilirmişim gibi geliyor.
İki elimle alnımı ovuşturarak gözlerimi yumdum. Şirin'i her ne kadar sevsem de... Vaktiyle babası tarafından bana emanet edilmiş olsa da... Bazen bu kızın aptallığı sinirlerimi hayli yıpratıyordu. Onu sarsarak bağırmak istiyordum yüzüne. Uyan artık gerçek dünya böyle değil, diye. Biraz daha insaflı davrandım.
-Yalvarırım benimle pembe gözlüklerini çıkararak konuş Şirin. Tahammül edemiyorum "Kötü karakterli erkekler rehabilite edilebilir." zırvalığına.
Dudaklarını büzdü bir bebek gibi. Başını masaya yatırarak gözlerini yumdu. Sarı kirpikleri, yine sarı benzinde belli olmayacak kadar ince ve seyrekti.
-Hiç mi hayal kurmayalım? Soğuk nevale olmayı bırak... Sanatçısın sen neyden ilham alıyorsun?
Omuz silktim. Lavobadaki aynaya bakarak dişlerimi fırçalarken sorusunu düşündüm kısa bir süre. Resim çizerek geçimimi sağlayamadığım doğruydu. Ailemden özgür yaşamak istediğimi söyleyip kirayı bile onlara ödetiyordum. Ben de böyle olsun istemezdim ama zaten her istediklerini yerine getiren bir yavrucakları vardı. Ailenin aykırı üyesi olmak da bana düşmüştü haliyle.
Şirin'in sorusuna gelince...
-Aşktan olmadığı kesin.
Masaya yatırdığı başını kaldırdı ansızın. Yüzüme safça bakarken hatrıma daima çocukluğumuzu getiriyordu. Kıyamıyordum da üstüne gitmeye. Sadece huyum buydu işte. Aptal insanlar beni daima kızdırıyordu. Aniden parlıyor; sonra hiçbir şey yokmuş gibi düzeliyordum. Saman alevi misaliydi öfkem.
-Şirin... Büyüyemedin ha?
Güldü. Hemen peşine bakışları yere inerken son cümlemin onda üzücü bir etki bıraktığını fark ettim.
Bazen...
İçimden ne gelirse, aklımdan her ne geçerse dilime döküvermek istiyordum.
Karşımdaki kişinin ne düşüneceğini ya da ne hissedeceğini umursamadan. Mantıksız gelen hiçbir fikre tahammülüm yoktu. Evet, bir görüş bana saçma geliyorsa o görüşe de sahibine de saygı duymuyordum. Duyamıyordum. Saygı duyulmaya değer bulmuyordum.
-Sorun yok Şirin...
Yine de hepsinin sebebi içimdeki çocuğu henüz beş yaşındayken olgunlaştıran ailemdi. Yahut on sekiz yaşında kızını bana emanet edip ülkeyi terk eden Hikmet amcayı da esgeçemezdim.
Her ne olursa olsun Şirin'in suçu yoktu. Yanımda yaşıyor, evin işlerini görüyor, gününün tamamını dört duvar arasında sürdürüyordu. Televizyon, kitaplar, filmler ve diziler ona ihtiyacı olan adrenalini veriyordu.
Okuduğu okulun dahi bir katkısı olmamıştı hayatında. Gerçi benim okuduğum okulun da pek bir katkısı olduğunu söyleyemezdim.
İç çektim.
-... çocuk ruhlu olmak iyidir.
Buzdolabına stokladığım soğuk kahvelerden birini aldım elime. Oturup doğru dürüst kahvaltı dahi yapmadan kafaya dikince, Şirin yine söyleniverdi.
-Sağlığını hiç önemsemiyorsun. Akşam annen yine basenlerden kilo almışsın diyecek. Abur cuburla hayat sürdürülür mü?
Soğuk kahveyi birkaç yudumda bitirerek tezgâhın üzerine bıraktım çöpünü. Islak dudaklarımı elimin tersiyle silerken cevap verdim Şirin'e.
-Anneme gerek yok sen varsın ya.
Mutfaktan çıkıp odama girdim. Yatağa, çalışma masasına dökülü giysileri teker teker alıp dolaba bastım. Bir de bunları katlamakla mı uğraşacaktım? Hiç sanmıyorum...
Aynanın karşısında yansımamla denk gelince durdum. Sahiden kilo almış mıydım? 175 boyum vardı. Yıllarca annem sayesinde 57 kiloyla hayatıma devam ederken evden çıkışımın ilk ayında 65 kiloya tırmanmıştım. Rahatsız hissetmem mi gerekiyordu?
Görüntümün zamanında yarattığı derin buhranlardan kendimi kurtaralı çok olmuştu. Gözlerimden biri yeşil, diğeri kahverengi olduğu için okuldaki çocuklar "ucube" derlerdi. Yıllar geçtikçe bu tabirleri göğüslememem gerektiğini anladım. Onlar bana ucube diyorsa ben de onları üzebilirdim. Onlarda olan dudak ve zihin bende de vardı. Ama bende olan vicdan onlarda eksikti. İşin kötüsü şuydu ki: Bir süre sonra bendeki vicdan biriken öfkemin ve kinimin ardına saklanmıştı. Acımasızlaşmış, tahammülsüzleşmiştim.
Üzerime geçirdiğim beyaz oversize tişört ve kargo kot pantolonla beraber aynaya tekrar baktım. İncecik bir gömleği de omuzlarıma atarken istediğim görüntüyü elde etmiştim.
Lise yıllarında "ucube" tabiri yerini "Van kedisi"ne bırakmıştı. Üniversitede ise güzel sanatlarda olmanın verdiği şansla, ortaya model olarak oturmuşluğum çoktu. Defalarca kez gözlerimin resmedildiği dersliklerde arkadaş ortamımı da genişletebilmiştim.
Şimdiyse...
Mezun olunca hayata atılan arkadaşlarımın bir bir benden kopuşunu seyrettim. Kalıcı olan tek dostun Şirin olduğu gerçeği bir kez daha kendini hatırlattı bana. Her ne kadar atışıp tartışsak da Şirin'in yeri daima ayrı olacaktı.
Elime devasa resim çantamı alıp numaralı gözlüklerimi gömleğin göğüs cebine astım.
-Akşam gitmeyecek miyiz?
-Sen git.
Kapıyı açmak üzereyken durdurdu beni.
-Eylül... Yapma böyle. Sultan teyze ve Ümit amca senin için çabalıyor. Ne kadar uğraştıklarını görmüyor musun?
Kolumu silkerek kurtardım elinden. Çatık kaşlarımla yüzüne bakarken gözlerinin dolduğunu fark ettim. Ağzımı açıp konuşmama müsaade etmedi.
-Çok üzülüyorum onlara böyle davrandığın için... Evin kirasını bile onlar ödüyor. Dolabı onlar dolduruyor. Sen... Bencillik yapıyorsun. Bırak da insanlar üzerinde annelik babalık hakkını kullanabilsinler.
Dudakları titremişti son cümlesini kurarken. Annesini kaybettiğinden beri bir anne gibi görmüştü benim annemi. Keza babam da daima arkasında olmuştu. Zira Hikmet amca izini tamamen kaybettirdiğinden aile konumuna bizi yerleştirmişti. Kıyamadım.
-Tamam, tamam... Geleceğim. Atölyede uzun kalmam.
Göz pınarlarında biriken yaşları parmak uçlarıyla sildi. Böyle hassas insanlar daima kaybederdi. İstisnasız. Ve Şirin de bu kaidenin kasvetli boşluğuna dalanlardan biri olacaktı.
-Dikkat et kendine. Görüşürüz.
Diyerek kapattı kapıyı.
İç çektim.
Apartmanın serinliğini terk edip yazın göbeğinde sokağa çıkmanın bunaltısını yaşıyordum. En azından atölye serindi.
Gömleği çıkararak belime bağladım. Numaralı gözlüğümü yerleştirirken gözlerime, atölyenin yolunda hadsiz bir şekilde kolunu omzuma atan Bora'yla karşılaştım.
-Ben de nerede kaldı bu, diyordum.
Kolunu boynuma iyice sararak cevap verdi. Resim atölyesine katıldığımda tanıştığım Bora, oldukça yılışık ve gereksiz yere samimi olmasının dışında başarılı bir ressamdı. Şimdiden çeşitli ülkelere milyon dolarlık tablolar satmıştı. Yaşına rağmen hayli güzeldi performansı.
-Beni mi düşünüyordun yani?
Kolunu üzerimden çekip yürüyüşümü hızlandırdım.
-Seni neden düşüneyim?
Diye soruyla cevap verdim sorusuna. Elimdeki resim çantasına davranınca "dur" işareti yaptım diğer elimle.
-Ne yapıyorsun?
-Yardım edeyim.
-Uzak durarak yardımcı olabilirsin.
Güldü sesli bir şekilde.
-Bu kadar küstah takılarak neyi ima ediyorsun?
Sevdiğim tek bir yönü vardı: Son derece patavatsız olması. Ağzına ne gelirse söyleyebiliyordu dürüstçe. Kimi insan için rahatsız edici olan bu özellik beni zinde tutuyordu.
-Farklılaşma çabanın sebebi ailenin seni şımartması mı yoksa sana sıfır ilgi gösterdikleri için mi böyle hırçınsın?
Sorusu yürümemi tökezletmişti adeta. Saçma sapan çıkarımlarının kısmen doğru çıkması şaşırtıyordu beni.
Güldüm.
-Ah, şu gülüşün... Samimi söylüyorum senin gibisini görmedim. Bir kadında ya yüz ya fizik ya da zeka olur. Üçünü birden taşıdığın için hasta oluyorum sana.
-Sen neden böyle konuşkansın? Ailen çok mu bastırdı toplum içinde sessiz kal, diye. Yoksa doğuştan mı bu sevimsiz vasfın?
Gülüşü gittikçe artarken tekrar kolunun altına aldı beni. Neyse ki atölyenin girişine gelmiştik.
-Bana bak... Sana takılıyorum ama seni hizaya getirecek adamı da merak etmiyor değilim.
Yüzümü ona çevirip elimi gözlerine düşen saç tutamına götürdüm. Uzun kumral saçlarıyla tam bir İskandinav erkeği gibi görünüyordu Bora.
Yaptığım hareket yüzünde hazzın ifadesini belirtmişti.
-Nasıl olsa o adam sen değilsin. Bu kadar merak etme...
Beni... Dizginleyecek adam ha?
Hiç sanmıyorum.
Arkamdan bağırışıyla beraber girdi atölyeye.
-Ukala!
Uzun, sıcak ve yorucu bir çizim gününde herkes kendi çalışmasıyla ilgileniyordu. Bu topluluğun en konuşkanı Bora'ydı. Gerekli gereksiz her söze atlayıp tuhaf espriler yapıyordu. Fakat söz konusu resim eleştirmek olunca fazlasıyla acımasızdı.
"Fırçayı parmaksız gibi tutuyorsun!"
"Gözler şaşı olmuş."
"Ne bu, sokaktan geçen adama versek kalemi daha iyi çizerdi."
Bir de bana kibirli diyordu.
Kim neyi hak ediyorsa öyle davranacaktım. Umurumda bile değildi. Şişmiş egosunu söndürmek bana sadece zevk verirdi.
Eşyalarımı toparlayıp çizdiğim tuvalin üzerini örtmek istedim. O esnada yanıma gelen Bora, sivri dilinden bana da pay verdi.
Parmaklarını resmin üzerine değdirerek gözlerini yumdu. Çatık kaşlarıyla beraber girdi söze.
-Neye bu öfke? Kime? Fırça darbelerin sert... Resim çizerken yüzündeki ifadeyi görsen kendi yanına yaklaşamazsın.
Tuvaldeki parmaklarını hareket ettirerek alnıma değdirdi. Şaşkınca çektiği parmaklarından kalan sıcaklığın tesirini yok etmeye çalıştım.
-Duygularını bu kadar yansıtmak zorunda değilsin.
Üstünü örttüm tuvalin.
Verecek bir cevabım yoktu.
Ne vakit bu çocukla konuşsam eve dönene kadar düşüncelere sürüklüyordu beni. Tuhaftı. Dışarıdan gören herhangi birisi onun sadece flörtöz ve şapşal olduğunu düşünebilirdi. Değildi işte. Benim de ilk çıkarımım buydu fakat o sözleri ve tecrübesiyle beni yanıltmıştı.
-Gidiyor musun?
Başımı salladım onaylamak üzere.
-Bekle, birlikte gidelim eve kadar...
Diyerek eşyalarını toparladı. Burası onun atölyesiydi. Bu yüzden eşyalarını da burada bırakıyordu.
Atölyeden çıkıp evin yolunu yürümeye koyulduk. Sessizliğin gidişatı beni mutlu etse de, boğazımda bıraktı o mutluluğu.
-Bir şeyler mi içsek?
-Olmaz. Akşam işim var.
Telefonunu cebinden çıkarıp gözlerime baka baka rehberden rastgele bir ismin üzerine bastı. Daha ilk çalışta açılan telefondan genç olduğunu tahmin ettiğim bir kızın sesi çıktı.
-"Alo?"
-Akşam bir şeyler içelim mi?
-"Ah, olur. Nerede?"
Bu basit tekniğin adını sormayı dahi düşünmüyordum. Gülümsedi zafer kazanmış gibi.
-Adresi atarım, bir saate hazır ol.
-"Tamam Bora. Görüşürüz."
Telefonu kapatıp cebine koydu. Birden önüme geçerek geri geri yürümeye başladı.
-Anladın mı Eylül?
Şaşkınca kafamı salladım iki yana.
-Neyi?
-Hayat böyle basit ve kolay. Bunu zorlaştıran sen ve senin kuralların.
Bora'nın bir tavsiyesi daha beni düşündürmeye itecek sandığımda evimin önüne gelen arabayı görüp ittirdim Bora'yı.
-Anladım, anladım. Hadi git sen.
Afallayarak yanıma geçti ve benim baktığım yöne çevirdi gözlerini.
-Kim bu bıyıklı?
Diye sordu eliyle işaret ederek. Ve artık çok geçti. Çünkü bıyıklı diye eliyle gösterdiği kişi kardeşim Timuçin'di. Tam da şuanda boydan boya bizi süzüyordu.
-Kardeşim.
Dedim sessizce. İş işten geçmişti. Apartmandan çıkan Şirin de arabanın yanına geçince, tam bir kargaşanın içinde hissetmiştim kendimi.
-Selam, Eylül'ün kardeşisin değil mi, memnun oldum.
Bir elini Timuçin'e uzatırken diğer eli benim omzumdaydı. Erkek kardeşimin ciddi anlamda beni sahiplenme huyu vardı. Normalde iki ele avuca sığmaz, inatçı ve asi kardeş olarak sorun çıkarsak da, söz konusu yanımda gördüğü bir erkek olduğunda; ayarları tamamen bozuluyordu.
-Selam, adın neydi birader?
-Bora ben. Eylül'ün atöly-
-Anladım Bora. Ablamın omzundaki elini çekecek misin, yoksa ben el atayım mı?
Bora'nın elini kendim ittirdim. O ise şaşkın bir şekilde kardeşimin kendisini tehdit etmesini dinliyordu. O konuşkan adam dilini yutmuş gibiydi. İçimdeki gülme isteğini bastırarak:
-Timuçin!
Diye seslendim kardeşime.
-Düzgün konuş.
Tek gözü seğirirken arabanın kapısını açtı. Binene kadar gözlerini Bora'dan ayırmadı. 24 yaşındaydı ama hala benim erkek arkadaşlarımla mücadele derdindeydi. Çocukluktan beri kendine bu huyu düstur edinmişti.
Arkama dönüp Bora'ya el salladım. Hayret içerisinde kalan Bora, aynı şekilde el sallayarak karşılık verirken oturdum ön koltuğa.
Şirin'i de arka koltuğa yerleştirip direksiyonu tuttu. O konuşmadan evvel ben açtım ağzımı.
-Arkadaşlarıma böyle davranmandan hoşlanmıyorum.
-O da arkadaş gibi davranmıyordu ama.
Erkeklerin hisleri bazen gerçekten de isabetli olabiliyordu. Bora'yı zararsız bir tip olarak görsem de uzun süredir beni ayartma çalışmalarını sürdürdüğü gerçeğini de değiştirmezdi.
Kollarımı bağdaş yaptım.
-Her neyse. Seni ilgilendirmez.
-Bal gibi de ilgilendirir.
Dikiz aynasından Şirin'e baktı Timuçin. Yeşil gözleri ve kumral saçları, keskin bakışlarına ve onu daha da sert gösteren bıyıklarına zıt düşüyordu.
Şirin'in utanıp başını cama çevirdiğine yemin edebilirdim göremesem de.
-Sen ne yapıyorsun Şirin?
Sorusu panikletti onu.
-Ben... Ben mi? İyiyim, teşekkür ederim. Sen de iyisindir umarım.
Göz ucuyla yüzüne baktım Timuçin'in dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. Fakat Şirin'in görüş açısında değildi. Bile bile uğraşıyordu kızla.
-İyiyim.
Diye kestirip attı.
Restorana gidene kadar hiçbir şey konuşulmadı arabada. Gergindik hepimiz.
Ben anne babamla karşılaşacağım için; Timuçin ve Şirin ise benim olay çıkaracağımdan çekindikleri için.
Hiçbir zaman olayı başlatan ben olmamıştım.
İç çektim seslice.
Nihayetinde ulaşmıştık restorana. Girişteki x-ray cihazından geçerken Timuçin yeni polis olmanın verdiği özgüvenle kimliğini gösterip kenardan girdi içeri.
Girer girmez insanların gözünü almayı başardı. Kızların sessiz kıkırdamaları, cilveli bakışları mest ediyordu Timuçin'i. Övülmeyi, beğenilmeyi delilercesine seviyordu.
Anne ve babamın oturduğu masaya doğru ilerlerken Timuçin yaklaştı yanıma.
-Kilo almışsın.
Dedi sessizce. Kıyafetimi düzelterek sordum.
-Kötü mü duruyorum?
-Giysini sevmedim.
Diye ekledi sorumun dibine. Başımı yüzüne çevirip sinir bozucu sırıtışıyla karşılaşınca bıyığının kenarından çekiştirdim.
-Sen de Cengiz Han'a benzemişsin.
İkimiz de gülmeye başladık. Biliyordum ki o da stresliydi. Üzerindeki baskıyı bir tek ben anlayabilirdim. Nasıl ki benim üzerimde başarısızlık baskısı varsa onunkinde de başarı baskısı vardı. Timuçin yanlış yapamaz, hata edemezdi aileme göre. Bu da onu çocukluktan beri mükemmeliyetçi birine dönüştürmüştü.
Masanın önüne gider gitmez annem ayağa kalkıp arkamızda duran Şirin'e sarıldı.
Artık buna uyum sağlamıştık. Zira pozitif ayrımcılık yapılıyordu Şirin'e. Şikayetçi de değildim elbette.
-Sultan teyze, çok hoş görünüyorsun.
Tebessüm eden annem iki elinden tutup boyundan süzdü Şirin'i. Çiçekli elbisesi dönerek uçuşan Şirin prenses gibiydi yine.
-Güzel kızım sen de öyle...
Şirin babamla sarılırken annemle karşılaşma sırası bana geldi. Büyük bir mennuniyetsizlikle bakıp sarılmama karşılık verdi. Başı kulağımın yanındayken söylendi yine.
-Ne bu giysiler? Uygun mu buraya hiç?
-Atölyeden çıkıp geldim. Çalışıyordum.
Yüzünü buruşturarak gerginliğin ilk kıpırtılarını başlattı. Benim ardımdan Timuçin'e sarılırken sırtım dönük bir şekilde babama gittim.
"Yakışıklı oğlum, paşa gibi olmuşsun."
Histerik bir gülüşle ağzımı kapattım babama sarılmadan önce.
Yakışıklı oğlu ve berduş kızı...
Sinirlerimi bozmaya yeterince müsaitti bu ortam.
-Eylülcüğüm, hoşgeldin.
En azından babam sözleriyle değil sadece bakışlarıyla yargılıyordu.
-Hoşbuldum baba.
Nedense boğazımda bir yumru oluşmuştu. Yutkunmakta güçlük çekiyordum. Çocuk da değildim ki artık. 25 yaşındaydım. Neyin alınganlığıydı bu?
Masanın etrafına dizilerek garsonun gelmesini beklerken, annem Şirin ve Timuçin'le sohbete daldı. Önüme konulan menüdeki en pahalı yemeği almak istedim. Yük olmak istiyordum onlara. Ağırlık olmak istiyordum bilhassa anneme.
-Ne alacağınıza karar verdiniz mi efendim?
Diye soran garsona ilkin Timuçin cevap verdi.
-Ben karışık ızgara alacağım.
Elimi hafifçe kaldırıp cevap vermek üzereyken yanımda oturan annem indirdi elimi. Garsonun ve masadaki diğerlerinin gözü bizim üzerimizdeydi.
-O salata alacak. Teşekkürler.
Durumu tuhaf karşılayan garson masadan gidene kadar sessiz kaldım. Fakat öfkem de gururum da konuşmamı ve bu masadan kalkmamı istiyordu. Gözlerimi sık sık kırpıştırıp masaya koydum ellerimi. Timuçin ve Şirin susmam için ısrarcı bakışlarını yöneltiyorlardı.
Masadaki çatal adeta boğazıma saplıydı.
Böyle bir muameleyi hak etmediğimi düşünüyordum. Ama üzerinde yaşadığımız dünya bize her zaman hak ettiklerimizi vermiyordu. Kaşlarımı çatarak ayağa kalktım.
-Nereye?
Diye sordu annem yüzüme bakmadan. Tatsızlık çıkmasın diye bastırdım öfkemi.
-Lavobaya.
-Git de çeki düzen ver kılığına kıyafetine.
Masayı terk ederken şimdiden gözlerimden firar etmeye başlamıştı yaşlar.
Koca kız olmuştum ama annemin bu tavırları beni hala ağlatıyordu. Belki de annemin tavırlarına karşılık sessizliğimi gururuma yediremiyordum.
Lavobaya girmeden kenarına yasladım sırtımı. İki elimle yüzümü kapatıp ağlayışımı gizlemek istedim. Nafile bir çabaydı bu. Lavobada yüzümü yıkadım serin suyla. Gözlerimin etrafı ve burnum kızarmıştı. Belime bağladığım gömleği çıkardım. Üzerime geçirip birkaç düğmesini ilikledim. Saçlarımı intizamlı bir şekilde at kuyruğu yaparken yüzümün tamamen ortaya çıkması utandırdı beni. Bu saçların yüzümü saklamasına alışkındım çocukluğumdan beri. Gözlerime dik dik bakan insanlardan saklanmak için kolay bir yoldu.
Dışarıdan gelen gürültüyle beraber dikkatim tamamen dağıldı.
Lavobanın kapısını açtığımda, az önce bizden sipariş alan garsonun; uzun boylu, takım elbiseli bir adam tarafından azar işittiğini gördüm. Üzerine dökülen içkinin hesabını soruyordu sanki. Hafiften kulak misafiri olduğumda elinde telefonla oynadığı için karşıdan gelen adamı görmemişti. Bu dikkatsizlikle kırmızı şarabın tamamı adamın üzerine sıçramıştı.
Hiç muhatap olmadan yürüyüp geçmek istedim yanlarından. Fakat... Bir ses daha yükselince başımı çevirdim o yöne doğru.
Bu adam...
Bu adam hakikaten oydu.
Kömür karası sık saçları, keskin çene hattına serpiştirilmiş kirli sakalları, yapılı vücudu ve tıpkı o günkü kadar kibirli, soğuk bakışları yerini koruyordu. Çizilesi görüntüsü dimağımı açıp bana ilham tohumları ekerken afallayarak gözlerimi alamadım ondan.
Yıllar önce Şirin'in annesinin cenazesinde karşılaştığım adamdı bu. Hatırlıyordum da o gün bakmak için geri döndüğümde ortadan kaybolmuştu.
Ansızın bakışlarını bana çevirdiğinde ürperdim. Ensemdeki tüylerin her biri varlığını hissettirdi sanki. Öyle soğuk, öyle aşağılayıcı bir ifadesi vardı ki; hiçbir bakış beni böyle utandıramazdı.
Hatırlamış mıydı beni?
Yoksa... Değişmiş miydim lisedeki halimden?
Resmen gözlerimiz sabitlenmiş gibi ayrılmıyordu birbirinden. Bana doğru yürüyünce kalbim hızlıca çarpmaya başladı. Kulaklarımda bir basınç oluşturan yürüyüşü sonrası, gözlerini üzerimden çekti ve omzuma hafifçe sürtünerek yanımdan geçip gitti.
Dudakları arasından çıkan boğuk ve kadifemsi ses tonu gözlerimi yummama sebep oldu.
-Güzel gözler...
Burnumda erkeksi, maskülen bir parfüm kokusu, kolumda sürtünmenin tesiriyle tutuşmak üzere olan sıcaklık...
Boğazım kavrulmuştu.
Bu da neydi?
Bu adam kimdi böyle?
Kaşlarımı çattım ve garsonun yanına koştum. Ağlayarak işinden olan garsonun şahsi derdini umursayamadan sordum.
-Bakar mısın, az önceki adam kimdi?
Gözlerini silerek cevap verdi ağlamayla karışık.
-Kim olacak? Zengin züppesi Uraz Koraltın.
Uraz Koraltın...
-Güzel...