Ders sırasında tahtadaki yazılara odaklanmaya çalıştı.
Ama kelimeler arasına kayıp harfler giriyordu sanki.
Zihni uyumlanmıyordu.
Bir soru geldi:
“Elis, sen ne düşünüyorsun bu konuda?”
Kendine geldi. Birkaç saniye herkesin ona baktığını fark etti.
Gülümsedi, başını salladı.
“Katılıyorum.”
Ne dediğini bilmiyordu. Ama başka bir şeye odaklıydı artık.Hocanın dersi bitirmesiyle rahat bir nefes verdi. Oturduğu sıradan hızlıca kalktı.Arkasında ona bakanlara aldırmadan kendini dışarı attı.Ciğerlerine dolan temiz havanın etkisiyle kendine gelmişti.Neden takılmıştı ki bir işarete bu kadar. Altı üstü bir resimdi. Bir tek onun rüyasına mı özeldi sanki.Okulun bahçesinde bulunan cafeye doğru yürüdü. Kendine en sevdiği kahveyi ısmarlayacaktı. O kahve, her zaman olduğu gibi zihnini biraz olsun durulturdu belki de.
Cafeye girerken gözleri yer aradı. Cam kenarındaki küçük masa boştu — onun köşesi.
Sırtını pencereye yaslayarak oturdu. İçini ısıtan kalabalık uğultu, dışarıdaki dünyadan bir anlığına da olsa uzaklaştırdı.
Kahvesini sipariş etti: orta boy latte, üzerine tarçın.
Ritüel gibiydi bu. Güvende hissettiren tek alışkanlığı.
Telefonunu çıkarıp ekrana baktı ama hiçbir bildirim ilgisini çekmedi.
Sosyal medya?
Anlamsız.
Mesajlar?
Gerekli değil. Tarçın kokusu burnuna ulaştığında garson bardağı önüne bıraktı. Teşekkür etti, sonra tekrar yalnız kaldı.
Kahveyi dudaklarına götürdü.
İlk yudum.
Ve o anda…
Cafenin girişindeki çan çaldı.
Elis göz ucuyla kapıya baktı.
Gelen adam, ceketinin yakasını kaldırmıştı. Siyah saçları hafif dağınık, elleri cebindeydi.
Yavaş adımlarla ilerledi.
Ve…
Göz göze geldiler.
Sadece bir saniye.
Ama yetmişti.
O gözler.
Rüyadaki gözlerdi.
Adam, bakışını kaçırmadan kafasını hafifçe eğdi, sonra gözlerini ondan ayırmadan başka bir masaya doğru yürüdü.
Hiçbir şey olmamış gibi.
Ama her şey olmuş gibiydi.
Elis, elindeki bardağı farkında olmadan biraz daha sıktı. Parmaklarının altında seramiğin sıcaklığı vardı, ama içi bir anda buz kesmişti. Elis, adamın gözlerini üzerinden çektiği o an sanki nefes almaya yeniden başlamış gibiydi. Kalbi hâlâ ritmini bulamamıştı.
Elindeki bardağı masaya bıraktı. Tarçın kokusu artık midesini bulandırıyordu.
Hiçbir şey söylemeden, çantasını alıp hızla ayağa kalktı.
Koltuk hafifçe devrildi. Arkalığı duvara çarptı — kısa bir ses çıktı ama umrunda değildi.
Kapıya yöneldi.
Adım adım.
Sert.
Net.
Kararlı.
Gözlerini adamın bulunduğu köşeye bir daha çevirmedi.
Ama ensesinde bir bakış hissetti.
Sanki adam ona hâlâ bakıyordu.
Sanki biliyordu.
Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Derin bir nefes aldı. Ciğerleri yanıyor gibiydi.
Avuç içleri terlemişti.
“Bu neydi şimdi?” diye geçirdi içinden.
“Ben… onu gerçekten tanıyor muyum?”
Yolun karşısına geçti. Birkaç adım sonra durdu.
Ve istemeden arkasına baktı.
Cafenin camından içerisi görünüyordu.
Ama o adam…
Yoktu.
Sanki hiç orada olmamıştı.Hızla oradan uzaklaştı.
Elis, her zamanki yolundan sapmıştı. Belki bilinçli değildi, belki de kahvesinin tadı kadar alışıldık şeylerden sıkılmıştı. Adımlarını taşıyan şey ayakları değilmiş gibiydi. Dar bir sokağa girdi.
Hava grimsiydi, günün ortası olmasına rağmen gökyüzü pusluydu.
Yerdeki taşlara baktı.
Ayağının altındaki döşeme... bir anlık ürperdi.
Bu taşlar.
Bu sokak.
Bu sessizlik.
Bir yerden hatırlıyordu.
Ama nasıl?
Kalbinin ritmi hızlandı. Gözleri bir noktaya takılı kaldı: sokağın köşesindeki lambaya.
Yanıyordu.
Oysa gündüzdü.
Boğazında bir düğüm oluştu.
Adım attı. Taş döşemenin birine geldiğinde, durdu.
O taş…
Bir rüya. Evet, dün gece.
O taşın tam ortasında, bir işaret vardı.
İnce, titrek çizgilerle karalanmış bir şekil: dairesel bir figür, içinde kıvrılan bir çizgi.
Aynısı.
Aynı işaret.
Otobüsteki kızın defterinde gördüğü şekil. Rüyalarına giren o şekil şimdi karşısındaydı.Ama bu nasıl olabilirdi. Elis’in gözleri kısıldı. Etrafına baktı.
Köşeyi döndü.
Kimse yoktu.
Ama bir his… biri az önce buradaydı.
Ya da hâlâ burada.
O an, rüyada hissettiği şeyin aynısı içini kapladı:
Sanki gözle görülmeyen bir çift göz, onu uzaktan izliyordu.