“Eva benim yerime kondu. Cennet’te. Adam’ın yanında. Tanrı’nın korumasında...” diye mırıldandı. Gözleri donuklaştı, ama içinde buz gibi bir netlik parladı. “Ama benden daha mı iyiydi, Lucifer? İtaat ettiği için mi daha çok sevildi? Eğer öyleyse, Tanrı’nın sevgisine lanet olsun. Bu gerçek sevgi değil.”
Lucifer, karanlığın içinde yaklaşarak Lilith’in zincirlerine dokunmadan yaklaştı. Gözleri onunkine değdiğinde, kısa bir anlık sessizlik çöktü. Ardından, “İşte şimdi konuşan kadını tanıyorum,” dedi. “Bu, zincirlerde çürümeye razı olan değil, intikam isteyen kadın Lilith. Seninle birlikte her şeyi değiştirebiliriz.”
Lilith bir an durdu. Sonra yavaşça başını kaldırdı. Zincirleri hâlâ ağır, ama bakışları ilk kez, karanlığın içinden dimdik doğrulmuş bir tanrıça gibiydi. “Ama.” dedi, sesi fısıltıdan biraz yüksek ama keskin, “Benim istediğim kişi Samael. Onu cezalandırmak istiyorum. Kanatlarını koparmak, kibirli gözlerini oymak, dilini sökmek istiyorum. Bana yaşattıklarını, yaşamasını istiyorum. Adam bile acılar çekmişken, Samael acı çekmeden yaşayamaz!”
Lucifer gülümsedi. Cehennem, onun kahkahasına yeniden yankı verdi. “Eğer istediğimi yapar, Eva’yı bulur ve Dokunulmazlık Mühhrünü kaldırmanın yolunu bulursan, Samael’in dizlerine kapanmasını sağlarım.”
Lilith, başını hafifçe eğerek bir an sessizliğe gömüldü. Düşünceler, zihninde eski bir fısıltı gibi dönmeye başladı. Karşısında duran varlık, karanlığın en kadim yalanlarını kusursuz bir incelikle taşıyan Lucifer'den başkası değildi. Aldatıcı sözlerin ustası. Günahın ta kendisi. İhanetin efendisi. Kelimeleri altın gibi parlayabilir, ama zehri de aynı ölçüde öldürücüydü.
Ama... Samael'in adı dudaklarında yankılandığında içindeki küller bir kez daha korlandı. Onu zincirleyen, aşağılayan, bir zamanlar sever gibi yapan ama sonra gölgesine bile değer vermeyen o varlık... Onu aynı acıya boğabilmek, onun her şeyini kırıp dizlerinin üstüne indirebilmek... başka nasıl mümkün olabilirdi? Ölüm, yaşadıklarının yanında basit kalırdı. Zaten ne zaman ölebilmişti ki? Dönüp dolaşıp vardığı yer hep cehennemin dip kuyularıydı.
Lilith başını yavaşça kaldırdı. Gözleri artık kararsız değil, sertti. Kehribar renginde parlayan irisleri, alevin içinden geçen bir bıçağın çeliği gibi kararlı bir ışıltı taşıyordu. Dudakları tek kelime etmeden kıpırdadı. Ve başını usulca, ama belirgin bir şekilde salladı.
Lucifer’in yüzü o anda karanlık bir ayinmişçesine değişti. Memnuniyetle, zaferin soğuk tadını almış gibi sırıttı. Sanki bin yıllık bir planın son parçası yerli yerine oturmuştu. Gözlerinde sinsice parlayan ışık, Lilith’in düşüşüne değil, yükselişine tanıklık edecek olmanın heyecanını taşıyordu. Yavaşça bir adım attı, diz boyu uzanan gölgesi Lilith’in önüne düştü. Elleri, zarif ama uğursuz bir incelikle zincirlere uzandı.
Zincirlerin her bir halkasına dokunduğunda, eski bir lanet gibi içlerinden uğultular yükseldi. Metal, Lucifer’in parmakları değdiği anda yanmaya başlamış gibiydi. Soğuk taş duvarda yankılanan tıslamalarla birlikte, halkalar bir bir çözüldü. Geriye kararmış, ağır metalin bıraktığı kırmızı izler kaldı Lilith’in bileklerinde.
Bileklerini serbestçe hareket ettiren Lilith, yavaşça doğruldu. Uzun, kızıl saçları omzundan aşağı süzüldü. Vücudu dökülen külleri silkercesine kıpırdadı. Lucifer, simsiyah cüppesinin arasından ince, kemikli elini uzattı.
Lilith tereddüt etmeden o eli tuttu. Soğuktu. Sanki toprağın altından yeni çıkmış bir ölüye aitti. Ama o soğuklukta bir netlik vardı. Kesinlik. Anlaşmanın ta kendisi.
Ayağa kalktı. Boyu Lucifer’le neredeyse aynı hizadaydı artık. Göz göze geldiler. Ve bir el sıkıştılar.
El sıkışmaları, sanki evrenin içinde bir şeyleri yerinden oynattı. Gökyüzünde görünmeyen yıldızlar kırıldı. Cehennemin derinlerinde, zincirle bağlı başka ruhlar haykırdı. Çünkü bu, bir anlaşmadan fazlasıydı. Bu, kaderin kırıldığı andı. Lilith, Lucifer ile el sıkışmıştı.
Lillian, karanlığı seyrettiği pencerenin önüne kurulmuş, loş ay ışığınla aydınlanan odasında tek başına oturuyordu. Altın işlemeli, zarif bir kadehteki şarabı parmaklarıyla yavaşça çevirdi. İçindeki koyu kırmızı sıvı, kandaki günahları hatırlatacak kadar derin ve baştan çıkarıcı bir renkteydi. Gözleri, kadehin kıvrımlarında dans eden yansımalara dalmıştı; bakışları uzaklara, geçmişin bulanık katmanlarına saplanmıştı. Dudakları arasından fark edilmesi zor bir iç çekiş süzüldü. Göğsünde biriken düşünceler, yüzyılların ağırlığıyla yeniden can bulmuştu.
Dünya zamanı ile bu anlaşmanın üzerinden neredeyse yüz yıllar geçmişti. Ve o günden beri, Eva dört bir yana kaçıyor, sis gibi kayboluyor, Lillian’ın ellerinin arasından kum taneleri gibi süzülüp gidiyordu. Her seferinde izine biraz daha yaklaşıyor, sonra tekrar karanlığa gömülüyordu. Bu kovalamaca, başlı başına bir lanete dönüşmüştü. Lillian başlangıçta dünyayı sevmemişti. Ona göre bu yer, geçici varlıkların anlamsız bir devinim içinde tüketildiği, yüzeysel bir hayal dünyasıydı. Ama zamanla, alıştı. Gecenin sakinliği ve gündüzün kaosu arasında gidip gelen yaşamın ritmine. Ölümün soğukluğuna ve doğumun sıcak titreşimlerine. Çocukların ilk çığlığına ve yaşlıların son nefesine. Toprağın nemli kokusuna, okyanusların uğultusuna, şehirlerin kalabalığına…
Dünyanın dillerini öğrendi. Her harfin, her kelimenin ardındaki duyguyu tanıdı. Kültürlerini benimsedi; insanların inşa ettiği tapınakların, yaktığı savaşların, yazdığı şiirlerin anlamlarını inceledi. Ama asıl amacını—hiçbir zaman, hiçbir an—unutmadı. Evalyn Calthera adını kullanan kadını, yani Eva’yı arıyordu. Bir zamanlar masumiyetin, başlangıcın, ışığın adı olan o kadını. Şimdi ise o ad, bir maskeydi. Ve Lillian’ın sabrını tüketen bir gölgede gizleniyordu.
Şaraptan son bir yudum daha aldı. Tat, artık ona haz vermiyordu. Dilinin ucunda metalik bir acı bıraktı yalnızca. Sanki içtiği şey şarap değil, bir zamanlar inandığı masalların külüydü. Kadehi yavaşça kaldırdı ve kararlılıkla yere fırlattı. Kadeh, soğuk taş zeminde paramparça olurken bir an için odada yankılanan çatırtı, Lillian’ın içindeki öfkenin dışa vurumuydu⁶. Parçalanan yalnızca kadeh değil, yüzyılların birikmiş sabrıydı.
Elleri istemsizce yumruk olmuştu. Avuç içlerindeki ten, tırnaklarının baskısıyla beyazlamış, parmak eklemleri neredeyse çıtırdayacak kadar gerilmişti. Zarif ama kararlı parmaklarının çevresinde, ince mavi damarlar, aydınlatılmamış odanın solgun ay ışığında daha belirginleşmişti. Göğsü, bastırmaya çalıştığı öfke yüzünden düzensiz şekilde inip kalkıyordu; nefesi sert, kesik kesikti — boğazında birikmiş yılların suskun çığlıkları gibi. Gözleri, karanlığın içinde fazlasıyla canlıydı; sanki içeride yanan bir öfke kıvılcımı, siyaha bulanmış bakışlarını yakıp duruyordu.
Eva’ya düşmanlık duymuyordu. Hayır... Hayır, mesele bu değildi. O kadına karşı içinde taşıdığı şey, karanlık bir düşmanlıktan çok daha karmaşıktı. Acımayla karışık bir hayal kırıklığı. Belki de küçümsemeyle yoğrulmuş bir öfke. Eva’nın göz göre göre teslim oluşuna, her kaçışında özgürlüğü bir lanet gibi giymesine öfkeleniyordu. Onun seçtiği kaçış, Lillian’ın bir ömre bedel verdiği mücadeleye ihanet gibi geliyordu.
Eva, her seferinde ellerinin arasından kum gibi kayıp gittiğinde… Her izi silip yeni bir köşeye sığındığında… Lillian’ın içindeki öfke, bir hançer gibi bileniyor, keskinleşiyordu. Ama bu hançeri kime saplamak istediğini hâlâ bilmiyordu. Eva mıydı hedef? Kendi kalbinin ta kendisi mi? Yoksa başından beri bu kaderi yazan o görünmez ilahi irade mi? Her biri, zihninin derinliklerinde yankılanan suçlamalarla yer değiştiriyor, cevap vermeyen sorular arasında sürükleniyordu.
Birden dışarıda rüzgâr yükseldi. Dalgalar kıyıyı döver gibi değil, sanki geceyi yarar gibi esiyordu. Penceredeki ince tül perde, karanlık odanın içine yumuşak ama tedirgin edici bir uğultuyla kıvrıldı. Perdenin dalgalanışı, hayaletvari bir silüet gibi titredi duvarda. Lillian başını yavaşça kaldırdı, gözleri belli belirsiz bu harekete takıldı. Gölgeye değil, içindeki bir boşluğa bakar gibiydi.
Sonra sessizce masasına yöneldi. Parmakları, ağır bir kararlılıkla Eva’nın günlüğünü kavradı. Derisi zamanla eskitilmiş kapağı hafifçe gıcırdadı. Günlüğü rastgele açtı, sayfaların hışırtısı içinde kayboldu bir an. Sandalyesine geri oturduğunda, elleri biraz daha sakindi ama gözleri hâlâ huzursuzdu.
Okumaya başladı. Kelimeler, sayfalardan fısıldayarak yükseldi, gecenin içine gömüldü. Her cümle, ruhunun başka bir yarasına bastı. Lillian’ın dudakları kıpırdamadı ama içindeki ses, susturulamayacak kadar yüksekti. Eva'nın kelimeleriyle yüzleşirken, kendi suretine bakıyordu aslında — kaçtığı, unuttuğu ve sonunda kucaklamak zorunda kaldığı tüm parçalarıyla. Bundan iliklerine kadar tiksiniyordu.