⚜️ 1
Lilith baş kaldırdığında ilk günahını işlemişti. Kocası Adam’a eşitlik talep etmişti. Yaratılış özleri aynıydı sonuçta. Ruhunun özü, gökyüzünün karanlık yüzünden ve yıldızsız gecelerin sessizliğinden alınmıştı. Adam ile aynı anda, aynı topraktan yaratılmıştı. Ne aşağıdaydı, ne yukarıda… Eşitti. Ve işte tam da bu yüzden ilk günahı işlemişti. Eşitlik istemişti.
Adam, ona itaati emrettiğinde Lilith’in damarlarında öfke kabardı. Tanrı’nın buyruğundan çok kendi özgür iradesine sadıktı. İtaatin cennetinden, özgürlüğün sürgününe yürüdü. Cenneti terk etti; ardında yalnızca kırılmış kanatlarının sessiz izini ve yankılanan bir kelime bıraktı: Hayır.
Tanrı, Lilith’in gidişiyle, insanlığın annesini Adam'ın ikinci eşini yarattı. Bu kez kaburgasından; erkeğin kalbine en yakın yerinden. Adı Eva oldu. Eva narindi, uysaldı. Tıpkı bir çiçek gibi. Tanrı’nın sözüne ve Adem’in gölgesine sadıktı. Ancak sadakat, kusursuzluğun garantisi değildi. Aden Bahçesi’nin gölgelerinde sürünen bir başka düşmüş, isyan etmiş ruh, Lucifer. Fısıltılarıyla Eva’yı yasak olanın cazibesiyle cezbetti.
Yasak ağaç… Yasak meyve… Ve Tanrı’nın sesi susarken, cennet sarsıldı. Eva elini uzattı. elmayı ısırdı. Ve böylece Eva da ilk günahını işledi.
Fakat iki günah birbiriyle aynı değildi. Lilith özgürlüğün, Eva ise sadakatin bedelini ödedi. Biri dışlandı, diğeri lanetlendi. Lilith, kadınlığın asi yüzü olarak gölgelerde yaşarken; Eva, günahın kaynağı, kötülüklerin annesi oldu.
Lilith, eşitlik ve özgürlük arayandı ama bunun bedelini dışlanarak ödemişti.
Eva, itaat eden ve günahın yükünü taşıyandı.
İtaat et ya da itaat etme günahlar her daim günahkarları bekliyordu. Bu kanımızda vardı. Günah özümüzdü. Günahkarlar ise bizdik.
Lillian Elorian, eski taş binanın en üst katındaki çalışma odasında tek başına oturuyordu. Gecenin ağır ve derin sessizliği duvarlara sinmiş, zaman neredeyse duraklamış gibiydi. Pencerenin dışında, dolunay bulutların arasından zaman zaman yüzünü gösteriyor, duvardaki kitap sıralarına solgun bir parıltı düşürüyordu. Rüzgâr, penceredeki kırık cam kenarından sızarak içerideki mum alevlerini titretirken; gölgeler tavan boyunca dans ediyordu.
Masa lambasının solgun, kehribar tonlu ışığı yalnızca belli bir alanı aydınlatıyordu—ve o ışığın tam ortasında, Evalyn Calthera’nın deri kaplı günlüğü duruyordu. Defterin kapağı zamanın yıpratıcı dokunuşlarına rağmen hâlâ görkemliydi; kenarları hafifçe kıvrılmış, üzerindeki gravür solsa da hâlâ ayakta duran bir simge gibi.
Lillian, bir sandalyeye ters oturmuştu. Kalın, koyu bordo kadifeden döşenmiş koltuk, vücudunun altında hafifçe gıcırdadı. İnce uzun bacaklarını masanın köşesine uzatmış, sol eliyle başını desteklerken sağ eliyle defterin sayfalarını dikkatle çeviriyordu. Her parmak hareketi yavaş, bilinçli ve neredeyse törenseldi.
Kehribar rengi gözleri, sayfalarda yazılı cümleler arasında dolanırken ışığın altında yaramazca parlıyordu. Gözlerinin içinde dans eden sarı hareler, mum alevlerinin yansısıyla daha da canlı görünüyordu; sanki satır aralarındaki sırları sezmişçesine kıvrık kaşlarının altında hafifçe kıpırdanıyordu.
Bir sayfada duraksadı. Evalyn’in el yazısı, o satırda daha titrek, daha dağınıktı. Mürekkep bazı yerlerde dağılmış, bazı kelimeler aceleyle silinmişti. Bir tereddüt, belki de bir pişmanlık... Lillian, başını hafifçe yana eğdi, dudaklarının kenarına sinsice bir gülümseme yerleşti.
“Kötülüklerin annesi, benim sanıyordum Eva,” diye mırıldandı, sesi neredeyse fısıltıydı ama odada yankılandı. “Ama insanoğlunun yaptıklarına her şahit olduğumda sana hak vermiyor değilim.”
Uzaktan bir saat, gece yarısını bir kez daha hatırlatır gibi tok bir sesle on ikiyi vurdu. Her darbe, Lillian’ın kalbinde değil ama zihninde yankılandı; can sıkıntisi geceyle birlikte daha da derinleşiyordu.
Perde aralığından içeri süzülen gece havası, serin ve taşıdığı çiğ kokusuyla odanın durağan sıcaklığını yararak içeri doluyordu. Rüzgâr, içeride asılı duran ağır havayı kıpırdatıyor, kitap raflarının arasında saklanan yılların tozunu uyanmış gibi havalandırıyordu. O eski kitapların yoğun, deri ciltle karışmış keskin kokusu, gece rüzgârının nemli dokunuşuyla birleşince odada tanımlanması güç bir ağırlık oluşuyordu—sanki geçmiş, sayfaların arasından sızarak bugüne karışıyordu. O an, zamanın çizgisi bulanıklaşmıştı.
Karanlıkta yalnızca masa lambasının loş, kehribar rengi ışığı yanıyordu. Mum alevi gibi titreyen ışık, odanın yalnızca merkezini aydınlatıyor; köşeler, tavana doğru uzanan gölgelerle daha da derinleşiyor, bilinmezliğe açılan karanlık cepheler gibi uzuyordu.
Lillian Elorian, bu karanlığın ortasında dingin bir kararsızlıkla oturuyordu. Üzerinde, vücut hatlarını belli belirsiz sarıp sarmalayan, siyah renkte, ince dokulu bir gecelik vardı. Kumaşı o kadar hafifti ki, odadaki hava hareketiyle birlikte zarifçe dalgalanıyor, tenine neredeyse bir sis gibi yapışıyordu. Geceliğin bol yakası bir omzundan düşmüş, solgun tenini gecenin serinliğine açık bırakmıştı. Cildinde zaman zaman ürperen tüyler, içerideki soğuğun değil; okuduğu satırların, sayfalarda gizli yalanların ve geçmişin yankılarının eseriydi.
Ateş kızılı saçları, özensiz bir zarafetle ensesinde toplanmıştı. Gevşek topuzun arasından kaçan birkaç tutam, alnının kenarından yüzünün iki yanına düşmüş; gölgede kalan yanaklarına yumuşak kıvrımlarla dokunuyordu. Saç telleri, mum ışığında zaman zaman alev gibi parlıyor, sonra tekrar geceye karışıyordu.
Lillian’ın bakışları sabitti, ama gözlerinde derin bir devinim vardı. Kehribar rengi gözleri, sayfalarda gezindikçe içeriden bir kıvılcım gibi yanıyor, her kelimeyle parlayan bir anlamı kovalıyordu. Dudaklarının kenarında neredeyse fark edilmeyen bir kıpırtı vardı; ironik bir gülümseme ya da geçmişi sorgulayan, sessiz bir “gerçekten mi?” ifadesi...
Defterin sayfaları arasında ilerlerken, parmak uçları sayfanın dokusunu hissedercesine yavaşça ilerliyor, zaman zaman satırların kenarına takılıyor, sanki orada yazılı olmayanları da duyuyormuş gibi duraksıyordu. Odadaki loşluk, sessizlik ve rüzgârın perdeyle oynayan sesi, hepsi bir araya gelip Lillian’ın etrafında görünmez bir fanus örüyordu.
Bazen okurken gözlerini kapatıyor, Evalyn’in kelimelerini kendi zihninde yankılatıyor, onların alt metinlerini çekip çıkarıyor gibiydi. Bu yalnızca bir okuma değildi. Bu bir sezgi, bir işgal, hatta bir ayin gibiydi. O anın büyüsünü sadece mum ışığı değil, geceye özgü o görünmeyen yoğunluk kuruyordu. Sanki odadaki her gölge, Evalyn’in yazdığı kelimeleri dinliyor, Lillian’ın dudaklarındaki kıvrımı izliyordu.
“Lilith, eşitlik ve özgürlük arayandı ama bunun bedelini dışlanarak ödemişti. Eva, itaat eden ve günahın yükünü taşıyandı.” diye mırıldandı, parmak uçlarıyla o satırlara tekrar dokunarak.
Kısa bir an, zaman dondu. Odanın derinliklerinden gelen rüzgâr aniden kesildi. Sanki odadaki hava, Lillian’ın mırıldandığı kelimeleri duyup kulak kesilmişti. Defterin sayfaları aniden titredi—rüzgâr yoktu oysa—ve bir yaprak yavaşça kendiliğinden çevrildi.
Lillian’ın gözleri kıstı. Dudaklarındaki o alaycı kıvrım sönmedi ama içindeki keskin dikkat uyanmıştı. Oturduğu pozisyonu değiştirmeden, sol eliyle başını daha sıkıca destekleyip yeni açılan sayfaya eğildi.
“Adam’ ı hatırlıyorum. Oğullarımız Cain ve Abel’i,” yazıyordu o sayfada, Evalyn’in daha titrek, daha kişisel bir yazısıyla. “Kabuslarımdalar.”
Lillian’ın parmakları bu kez durdu. Soluk aldı ama bu bir refleks değildi; sanki ciğerlerine değil, zihnine nefes çekmiş gibiydi. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti. Başını hafifçe yana çevirdi, mum alevine göz ucuyla baktı—titriyordu, ama bu sefer rüzgârdan değil.
“Her gece... Gördüğüm kabuslardan rüya görmenin ne demek olduğunu unuttum.” diye devam ediyordu satırlar. “Hiçbir şeyi değiştirme şansım yok. Tanrı’nın beni terk ettiği gün zaten hiçbir şeyi geri alamayacağımı anlamıştım.”
Lillian, kendi saçlarının gevşek topuzuna dokundu; sanki Eva arasındaki ince perde yırtılmış gibiydi. Kehribar gözleriyle deftere tekrar eğildi. Dudaklarından kelimeler mırıltılar halinde sessizliğe dökülüyordu.
“Adam, Lilith’den nefret ediyordu. Aden’den düştüğümüz andan itibaren Lilith’in laneti olduğunu, hilesine geldiğimi söylemişti bana. Ama bana fısıldayan şeytanın Lucifer olduğuna emindim.” yazıyordu satırlarda, “Lilith beni kandırmak isteseydi, yılan kılığına girmeyeceğini içten içe biliyordum. Belki de bir kadın olduğum için.”
Lillian arkasına yaslandı. Sandalyenin arka ayakları gıcırdayarak dengeyi bozdu ama düşmedi. Gözleri, o son satırda takılı kaldı.
“Belki de bir kadın olduğum için.”