“Evalyn Calthera, kaldığı handa ona dair bir şey bulamadık.” Dişi iblisin sesi, kadife gibi pürüzsüz ve melodikti; yankısı, odanın taş duvarlarında ince ince süzülüyordu. Ancak bu zarif tınıya rağmen, sesinde bir gram duygu, bir damla endişe yoktu. Boşluk gibiydi — ne tehditkâr ne de teskin edici. Soğuk ve tarafsız.
“Han sahibi,” diye devam etti iblis, “kadının sadece bir gece kaldığını söyledi.”
Lillian, yüzünde gölge gibi gezinen sabırsız bir ifadeyle ellerini hizmetkârının kollarından çekti. Siyah köklü parmakları hafifçe titredi. Ardından bir adım geri atarak, ince parmaklarını kollarına doladı ve göğsünde kenetledi. Üzerine giydiği siyah renkli ipek geceliğin kumaşı, hareketle birlikte teninde bir yılan gibi kıvrıldı. Sesi, duvarları kazıyan keskin bir merakla yankılandı:
“Yine bir iblis sorunu mu?”
Naemara, başını hafifçe eğerek, duvarın loş ışığında parıldayan sarı saçlarının bir tutamını kulağının arkasına zarifçe itti. Hareketi, sanki bir ritüelin parçasıydı — sakin, ölçülü ve tedirgin edici şekilde kusursuzdu. Gözleri, efendisinin bakışına karşılık verirken içinde bir şeyler yanıp sönüyor gibiydi: tedirginlik değil, alışkanlık. İtaatin kemikleşmiş hali.
“Bu sefer farklı,” dedi alçak bir tonla. “Kendine Azazel’in Elçileri diyen bir tarikat için Boğdan bölgesinde görülmüş.”
Boğdan… Lillian’ın zihninde gri sisli dağlar, batık göller ve çam kokulu, sessiz ormanlar belirdi. Geceleri karanlığın uğramadığı yer yoktu orada; ve Boğdan’da karanlık, yalnızca yokluk değil, yaşayan bir varlıktı. Ama insanlar, her daim açgözlü varlıklardı. İnançları onlara yetmemiş olacak ki, şeytanlardan medet ummuşlardı.
Naemara devam etti: “Oraya gittiğimde, tarikatın gizli buluşmalar için seçtiği, rutubetli taş kemerlerle inşa edilmiş eski bir kilise salonundaydım. Zemin, kurumuş kanla kararmıştı. Ahşap sıralar parçalanmış, ikonalar tuzla buz olmuştu, duvarlardaki freskler üzerine lanet gibi karalanmış semboller kazınmıştı. Tüm müritler katledilmişti. Hem de her biri.”
Bir anlık sessizlik oldu. Lillian’ın dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım belirdi; ne gülümseme ne de öfke — tam ortası. Düşünüyordu. Evalyn Calthera her seferinde kadını şaşırtmayı başarıyordu. Bir insan bu kadar güçlü olmamalıydı.
Naemara'nın sesi tekrar yükseldi: “Kurban edilmek istenen çocuklar ise, yakındaki bir manastıra emanet edilmişti. Sığınakları hâlâ sağlam. Ancak…” Gözlerini hafifçe kıstı, sesindeki alçak tını neredeyse bir uyarıya dönüştü. “En son kaldığı köşkü yerle bir ettiğimizden beri, bir yerde tek bir geceden fazla kalmıyor, efendi Lilith.”
Lillian’ın gözleri, Naemara’nın dudaklarından dökülen isimle birlikte bir anlığına büyüdü. Kaşları neredeyse fark edilmez bir şekilde çatılırken, içindeki öfke usulca kabaran bir gelgit gibi yükselmeye başlamıştı. Lilith. Bu ismi duymak, yıllardır gizli kalmış bir yaranın tekrar açılması gibiydi; kızgınlığı, buz gibi bir sessizlikle yüzüne yansımıştı. Damarlarında dolaşan kadim lanet, derisinin hemen altında kıpırdanıyor gibiydi.
Ay ışığı, kalın taş duvarların arasından süzülen ince bir ışık şeridi olarak odanın ortasına düşüyordu. Odanın loşluğunu delen bu solgun parıltı, Lillian’ın gözlerindeki kızıl parıltıyı kısa bir an için ortaya çıkardı. Naemara, efendisinin yüzüne bakmaktan çekinirken, içerideki hava giderek ağırlaşmıştı; sanki her şey, az sonra patlayacak bir fırtınanın sessizliğine bürünmüştü. Lillian sonunda derin bir nefes aldı ve öfkesini geride bıraktı.
Evalyn Calthera’nın yaşadığı yeri bulduğu zamanı düşündü. Gecenin iblisleri, uzun süren iz sürme ve kanla mühürlü tılsımların kırılmasıyla bu başarıya ulaşmışlardı. Ancak evin çevresi sıradan değildi. Toprağın altına gömülü eski melek dili ile yazılmış koruma duaları, havaya karışan yoğun bitki aromaları, kapının üzerindeki tılsımlı mühürler vardı. Her şey kadim ve unutturulmak istenmiş bir bilginin yankısı gibiydi. Dualar, doğanın diliyle konuşurcasına taşlara oyulmuştu. Bu koruma sıradan iblisleri uzak tutuyordu. Lillian’ın en sadık hizmetkârı Naemara bile oraya doğrudan girememişti.
Bu yüzden, Lillian’ın emriyle bir başka yol seçilmişti: genç bir kız. Günahsız, bozulmamış kanla kutsanmış narin bir beden. Naemara, o kızın zihin kapılarını zorlayarak bedenine yerleşmiş, yardım arayan zavallı bir yolcu kılığına bürünerek Evalyn’in evine yaklaşmıştı. İblisler insan bedenlerini konak olarak kullanmayı severlerdi. Naemara’nın amacı belliydi: içeri sızmak, kadını savunmasız yakalamak ve içeriye daha büyük bir güç davet etmek. Şeytanı içeri bir kez davet etmek yeterli olurdu. Fakat işler beklendiği gibi gitmemişti.
Evalyn, daha kapıyı ilk açtığı anda, gözlerini Naemara’nın bedeninde değil, içinde sakladığı karanlık varlıkta gezdirmişti. Gözlerinde tekinsiz bir parıltı belirmişti. Hiç tereddüt etmeden güç alanını devreye sokmuş, onu dışarıya fırlatmıştı. Ardından başlayan takip, sessiz sokaklardan, derin orman kıyılarına kadar sürmüştü. Geceyi yaran çığlıklar, parlayan mühürler, iç içe geçen gölgeler… Bir insan olmasına rağmen Evalyn Calthera, bir iblisi püskürtecek gücü taşıyordu.
Lillian o anı hatırladığında, çenesindeki kaslar istemsizce gerildi, dişleri birbirine kenetlendi. Naemara geri döndüğünde hâlâ tam olarak iyileşmemişti; bedeninin bazı parçaları, o uğursuz geceyi hatırlatırcasına yenilenmemişti. Ama fiziksel hasardan çok daha derin bir yara vardı: Gururu… Onarılamaz şekilde hırpalanmış, gururunun bir kısmı o gecenin karanlığında bırakılmıştı. Lillian için bu, sadece bir yenilgi değil, kendi kudretine inancını sınayan bir utançtı.
O geceden sonra Evalyn Calthera, adeta sis gibi yer değiştirmişti. Gölgeye karışan bir izdi artık. Ne bir şehirde uzun süre kalıyor, ne de aynı yüzle görünüyordu. Gecenin içindeki iblis fısıltıları bile onun izini yalnızca parça parça bulabiliyordu. Yıllarca izini kaybettirmeyi başarmıştı. Fakat şimdi… Tekrar ortaya çıkmıştı. Hem de Lillian’ın gözlerinin önüne adeta meydan okur gibi serilmişti.
Soğuk gece, camlara buz gibi nefesini üflüyor, dışarıdaki çıplak dallar rüzgârla birlikte çıtırdayarak kırılacakmış gibi esniyordu. Ama içerideki sessizlik, dışarıdaki rüzgârdan bile daha keskin, daha tehditkârdı. Gecenin içinden sızan o keskin soğuk, Lillian’ın içinde yükselen sabırsız öfkeye karşılık veriyor gibiydi. Her şey birer işaretti. Kadını tekrar kaybetmek gibi bir niyeti yoktu. Bu sefer işi şansa bırakmayacaktı.
Köşk hâlâ eski izleri taşıyordu. Duvarlardaki çatlaklar, kırık aynalar ve kararmış mumlar, yaşanan her gölgeli anın yankısını taşıyordu. Lillian’ın parmakları, ahşap rafların tozunu dağıtarak ilerlemişti o gün. Ve sonra bulmuştu… Günlükler. Deri kaplı, kenarları yıpranmış, içi ince, eğri ama tutkulu bir el yazısıyla dolu defterler. Evalyn’in sesi gibiydi sayfalar: hem titrek hem güçlü. O günden beri onları okuyordu. Her gece, başka bir sayfa…
Okudukça Lillian, kadının iç dünyasının yalnızca ihanetlerle değil, mücadeleyle de şekillendiğini fark etmişti. Travmalarla örülü, kayıplarla bezeli bir içsel harabe… Neredeyse empati duyacaktı. Neredeyse. İçinde, bir zamanlar kurbanları için hiç tanımadığı o yumuşak duygu kıpırdanıyordu. Hatta bazı zamanlar, şeytan cinayetlerini bile göz ardı edebilecek bir ilgi hissediyordu. Ne acı. Bu kadının kalemi, kan kadar etkiliydi.
Naemara'nın sessizce duruşu, dikkatini dağıtmıştı. Ama artık onun varlığı önemsizdi. Lillian soğuk bir kararlılıkla sırtını döndü ve ağır adımlarla masasına yöneldi. Masanın üzerinde, diğer nesnelerin arasında öne çıkan defteri parmaklarının arasına aldı. Kapağındaki çizikler parmak uçlarını gıdıklarken, ince bir gülümseme dudaklarına yerleşti.
En azından elinde bir avantaj vardı.
Evalyn Calthera’nın yazdığı sayfalar, yalnızca duygularla dolup taşmıyor, aynı zamanda karmaşık büyü teknikleriyle ve bazı kişisel zaaflarıyla da örülüydü. Her satır, onun zihninden kopup gelen bir damlaydı. Bu bir günlük değildi yalnızca — bir ölümlünün, kalbindeki fırtınaları açıkça dile getirdiği, en derin sırlarını kâğıda döktüğü bir itiraftı. Bir insanın düşeceği en büyük hata; içini ifşa etmesiydi. Özellikle de düşmanı dinliyorsa.
Ve Lillian artık onun içini az da olsa biliyordu.