1. Bölüm
1. Bölüm: Habersiz Berdel
İstanbul’un köklü ve varlıklı ailelerinden biri olan Karahanlar’ın konaklarında büyüyen Elif, hayatı boyunca hiçbir eksiklik görmeden yaşamıştı.
Göz alıcı güzelliği, sakin mizacı ve şehirli zarafetiyle çevresindekilerin hayranlığını kazanmıştı.
Onu evlatlık edinen Karahan ailesi, geçmişinden söz etmemiş; Elif de “asıl” ailesini hiç merak etmemişti.
Ta ki o güne kadar…
Bir sabah konağın kapısına iki yabancı geldi.
Üzerlerinde yorgun yol tozları, bakışlarında hem hüzün hem kararlılık vardı.
Biri yaşlı, biri gençti. Gerçek ailesi olduklarını söylediler. Elif neden evlatlık verdiklerini sordu. Babası ona 7 kardeştiniz bir tek sen kız çocuğumdun kız evlattın hayatın kurtulsun istedim bakamazdım o kadar boğaza Zeynep hanımlarında çocuğu olmuyormuş istediler ben de verdim.
“Anan ölüm döşeğinde,” dediler.
“Son isteği seni görmek.”
Elif’in kalbi sarsıldı.
Bir anda içinde yıllardır bastırdığı o merak canlandı:
“Gerçek annem…”
Oysa bilmiyordu; o yol, bir annenin kollarına değil, törenin zincirlerine çıkacaktı.
Bir kaç gün sonra
Elif, çantasına birkaç parça eşya yerleştirirken kalbi darmadağındı.
“Bir-iki günlüğüne gideceğim, annemi göreceğim, sonra dönerim,” dedi Karahan Hanım’a.
Kadın, onu büyütmüş bir anne gibi baktı gözlerine.
“Elif… bazı yollar vardır, dönüşü olmaz kızım,” dedi.
Ama Elif bu uyarının anlamını henüz bilmiyordu.
Uçaktan indiğinde karşısında duran iki yabancı onu hemen tanıdı.
Biri gençti, yüzü sert, sesi buyurgandı.
“Ben Rüzgar, bu da babamız Halil Ağa,” dedi.
Arabanın içinde sessizlik hüküm sürdü.
Beton yollar geride kaldı, toprak kokusu ciğerlerini doldurdu.
Dağlar yükseldikçe Elif’in içinde bir sıkışma başladı.
Sanki bu yol onu geçmişine değil, cezasına götürüyordu.
Köye vardıklarında kadınlar sessizce başlarını eğdi, erkekler göz ucuyla baktı.
“Hoş gelmişsin Elif kız,” dedi yaşlı bir kadın.
“Anan içeride seni bekliyor.”
Odaya girdiğinde, ince bir nefesle yaşayan solgun bir kadınla göz göze geldi.
“Anam…” diye fısıldadı Elif.
Kadın gözlerini zar zor açtı, titreyen elleriyle onun elini tuttu.
“Kızım… geldin ya…” dedi, ardından gözleri kapandı.
O an, Elif’in içindeki dünya yıkıldı.
Ama bilmediği bir şey vardı: bu, sadece başlangıçtı.
Ertesi sabah köyde garip bir telaş vardı.
Kadınlar kına yoğuruyor, erkekler dışarıda sessizce konuşuyordu.
Elif, “Rüzgar evleniyormuş,” diye duydu.
Biraz şaşırmış ama kardeşinin mutluluğuna sevinmişti.
Ta ki önüne beyaz bir gelinlik konulana kadar.
“Bu ne demek oluyor?” diye sordu şaşkınlıkla.
Babasının yüzü taş kesildi.
“Rüzgar, Aşiret Reisi Boran Ağa’nın kız kardeşi Dilan’ı kaçırdı,” dedi.
“Töre kan ister ama biz berdel istedik. Kan dökülmesin diye seni verdik.”
Elif’in dudaklarından sadece tek bir cümle dökülebildi:
“Beni… sattınız mı?”
Halil Ağa’nın gözleri donuktu.
“Biz seni töreye verdik kızım. Bu, namus meselesidir.”
O gece, Elif ağlamaktan bitap düştü.
Ama kimse duymadı.
Köyün meydanında kına tepsisi dolaşırken, o sessizce ellerini açtı:
“Allah’ım… bu mudur kaderim?”
Nikâh günü geldiğinde, Elif’in karşısında duran adam, Boran Ağa, yılların soğukluğunu taşıyordu.
Gözlerinde bir duvar vardı.
Ne sevgi, ne nefret… sadece töre.
“Ben seni istemiyorum,” dedi Elif kısık sesle.
Boran gözlerini ondan kaçırmadan, “Ben de istemedim,” diye karşılık verdi.
Ama ikisi de biliyordu: artık geri dönüş yoktu.
Nikâh memuru “Kabul ediyor musunuz?” dediğinde, Elif’in sesi çıkmadı.
Babasının tok bakışı, köyün fısıltıları, kadere yazılmış suskunluk…
Bir “Evet” çıktı ağzından, kendi isteği olmadan.
O an, Elif’in hayatı İstanbul’un ışıklarından törenin karanlığına savruldu.
Artık bir ağanın karısı, bir törenin tutsak geliniydi.
Kına gecesi, ellerine sürülen kırmızıyla birlikte son bir dua mırıldandı:
“Ya beni kurtar, ya da beni al.”