14. Bölüm: Yerle Bir Olan Kalpler
Elif'in tercihi, ormanda çınlayan bir sessizlik gibiydi. Parmağındaki broşu çıkarması ve onu sıkıca avucunun içine alması, cevabın ta kendisiydi. Boran'ın yüzündeki umut ışığı, bir anda sönüverdi. Yerini, derin ve karanlık bir ıstırap aldı.
"Öyle mi?" diye fısıladı, sesi adeta kırılmış cam parçaları gibi. "Demek seçimin bu."
"Boran, lütfen anla," diye başladı Elif, gözyaşları yanaklarından süzülürken. "Bu, seni sevmediğim anlamına gelmiyor. Ama ona bir söz verdim. Ona dönmem gerekiyor."
"Bana da sözler verdin!" diye haykırdı Boran, artık dayanamayarak. Sesindeki acı, ormanın sessizliğini yırtıyordu. "Aşiretime, bana, buraya 'evim' dedin! Hangisi daha değerli, Elif? Gerçek olan burada yaşadıkların mı, yoksa geçmişte verdiğin söz mü?"
Elif, başını öne eğdi. Cevap veremiyordu. Verdiği kararın ağırlığı altında eziliyordu. Boran, onun bu suskunluğunu anlayışla değil, bir ihanet olarak yorumladı. Sırtını döndü, bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordu. Dayanamıyordu. Onun, başka bir erkeğin hatırasını taşıyan broşu kendisine tercih edişini biraz daha görmek, kalbindeki yarayı daha da derinleştiriyordu.
"Git öyleyse," dedi, sesi artık donuk ve uzak. "Git ve hiç arkana bakma. Ama şunu bil, Elif. Burada bıraktığın her şey, bir daha asla aynı olmayacak. Ben asla aynı olmayacağım."
Ve o anda, Elif için her şey berraklaştı. Boran'ın sözleri, onun bu topraklara, bu insanlara ve en çok da ona ne kadar derinden bağlandığının acı bir kanıtıydı. Ama artık geri dönüş yoktu. Adımını attı, Boran'dan uzaklaşarak, ormanın derinliklerine doğru ilerledi. Her adımı, kalbine çakılan bir kazık gibiydi. Arkasında, belki hayatının en büyük aşkını ve belki de gerçek benliğini bulduğu yeri bırakıyordu.
Yolculuğu, bir ruhun yerle bir oluşuydu. İstanbul’a vardığında, artık tanınmayacak haldeydi. Yorgun, bitkin ve içi paramparçaydı. Büyüdüğü topraklara ayak basmanın verdiği o ilk sıcaklık hissi bile, içindeki buzları eritmeye yetmemişti. Onu büyüten annesi Zeynep hanımı bulduğu anda, ona sarıldı. Ama orada bile, aklı hep Boran’daydı annesini görmüş ve şimdi Ömer'e gidiyordu. Gerçek annesini görüp geleceğine ve onunla evleneceğine söz vermişti. Boran'la evleneceğini bilmeden, bu sözü vermişti bir zamanlar. Şimdi ise bu söz, onu boğan bir zincirden farksızdı.
İstanbul'a döndüğünde, şehrin gürültüsü ve kalabalığı ona yabancı geliyordu. Köydeki sessizliği, uçsuz bucaksız gökyüzünü, yıldızların altında Boran'la geçirdiği geceleri özlüyordu. Doğruca Ömer'in evine gitti. Kapıyı çaldığında, kalbi hızla çarpıyordu. Belki de bu kavuşma, içindeki boşluğu doldurabilirdi.
Kapı açıldı. Ömer, tam da hatırladığı gibiydi. Aynı bakışlar, aynı gülümseme. Şaşkınlıkla bir an baktı, sonra kollarını açtı.
"Elif! Sonunda döndün!"
Elif, hiç tereddüt etmeden onun kollarına atıldı. Gözleri buğulu, sesi titreyerek, "Ömer, özledim seni," dedi. Onun kollarındayken, her şeyin düzeleceğine, acılarının dinip hayatının normale döneceğine inanmak istiyordu.
Ama Ömer'in sırtını okşayışındaki mekaniklik, onu ilk ürperten şey oldu. Sanki bir görevi yerine getiriyor gibiydi. Elif, başını onun omzundan kaldırdı ve gözlerinin içine baktı. Orada, beklediği coşku, heyecan yoktu. Hafif bir tedirginlik ve belki de... rahatsızlık vardı.
"İçeri gir," dedi Ömer, yumuşak ama bir o kadar da mesafeli bir sesle. " annen aradı. Döndüğünü söledi. Uzun bir yolculuk olmuş, yorulmuşsundur."
Elif, içeri girdi. Ev, her zamanki gibiydi. Ama havada, farklı bir koku, farklı bir enerji vardı. Salona geçtiler. Ömer, ona bir şeyler ikram etmek için mutfağa gitti. Tam o sırada, kanepenin üzerinde, kadınsı bir hırka gördü Elif. Kalbi bir an için durdu. Sonra, yavaşça yaklaştı. Hırkayı eline aldı. Bu, onun değildi.
"Ömer?" diye seslendi, sesi giderek incelerek.
Ömer, mutfaktan çıktı. Elindeki bardakları masaya koydu. Elif'in elindeki hırkayı görünce, yüzündeki tüm ifade silindi. Donup kaldı.
"Bu kimin, Ömer?" diye sordu Elif, artık titreyen bir sesle.
Ömer, derin bir nefes aldı. Kaçamak bakışlarla etrafa bakındı, sonra gözlerini Elif'e dikti. O gözlerde artık ne bir sevgi ne de pişmanlık vardı. Sadece, yakalanmış olmanın soğuk rahatlığı.
"Elif, dinle beni," diye başladı.
Ama Elif dinlemek istemiyordu. İçgüdüleri, ona olacakları çoktan fısıldamıştı. "Kimin?" diye tekrarladı, sesi artık bir çığlık tonundaydı.
"Adı Dilara," dedi Ömer, omuz silkerken. "Sen gittikten sonra... yani, uzun süre oldu. İş yerinden."
Her kelime, Elif'in kalbine saplanan bir hançerdi. Yutkundu, boğazı düğümlenmişti. "Ne... ne kadar zamandır?"
Ömer, cevap vermeye gerek bile duymadı. Yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu. Uzun zamandır.
"Beni... beni hiç sevmedin mi?" diye fısıldadı Elif, dünyası başına yıkılırken.
Ömer, bir an için sustu. Sonra, acımasız bir dürüstlükle, "Elif, sen iyi bir kızsın," dedi. "Ama biz... biz zıt kutuplardayız. Sen hep ciddi, hep sorumluluk sahibi, hep 'doğru' olanın peşindeydin. Ben... ben daha farklıyım."
"Karahan Holding'in tek varisi olduğum için benimle sevgili oldun, değil mi?" diye sordu Elif, artık her şeyi anlamıştı. Parçalar yerine oturuyordu. Onun için düzenlenen balolar, ailesinin onayı, her şey bir oyunun parçasıydı.
Ömer, hafifçe sırıttı. Bu, bir cevaptan daha acımasızdı. "Ailenin serveti, ilişkimize hiç fena olmayan bir renk katıyordu, evet. Ama sen gidince... Dilara daha eğlenceli, daha... rahat biri. Onun ailesi de oldukça varlıklı, bu arada."
Elif, olduğu yerde çakılıp kaldı. Tüm o güçlü kadın imajı, tüm o aşiretleri peşinden sürükleyen "Hanım" figürü, bir anda eriyip gitmişti. Kendini küçük, aptal ve inanılmaz derecede aldatılmış hissediyordu. Boran'ı, o sıcak, samimi, koşulsuz sevgisini, sırf bu bencil, çıkarcı adam yüzünden terk etmişti.
"Seni..." diye homurdandı, ama devam edemedi. Nefesi kesiliyordu. Odadan fırladı, dışarı çıktı. Sokakta, nereye gideceğini bilemeden, sersem bir halde yürümeye başladı. Gözyaşları, artık boşalırcasına akıyordu. Sadece Ömer'e olan öfkesinden değil, kendine olan öfkesinden, yaptığı korkunç hatadan dolayı.
Boran'ın yüzü gözlerinin önüne geldi. Ona "Seni, sen olduğun için sevdim," dediği an. O, Elif'i, sıfatları, geçmişi, parası olmadan sevmişti. Oysa Ömer, onu sadece bir "Karahan" olduğu için istemişti. Ve o, gerçek hazineyi, sahte bir pırlanta uğruna elinin tersiyle itmişti.
Kendini bir parkta buldu. Bir banka çöktü. İçi öyle boş, öyle yalnızdı ki... Boran'ın köyündeki her an, her bakış, her dokunuş, şimdi daha da değerli ve daha da acı verici hale gelmişti. Siyamend Amca'nın ona duyduğu saygı, köy kadınlarının sevgisi, çocukların güveni... Hepsi gerçekti. Oysa buradaki her şey, İstanbul'daki hayatı, Ömer'le olan ilişkisi, hepsi bir yalandan ibaretti.
Çantasını açtı. İçinde, Ömer'in broşu duruyordu. Onu avucuna aldı. Soğuk metal, artık hiçbir anlam ifade etmiyordu. Onu fırlatıp atmak istedi, ama yapamadı. Bu broş, artık bir aşkın hatırası değil, kendi aptallığının ve kaybettiklerinin bir simgesiydi. Onu saklayacak, kendine her daim bu korkunç hatayı hatırlatacaktı.
Sonra, çantasının en dibinde, Boran'ın verdiği haritayı hissetti. Onu çıkardı. Katlı kağıdı açtı. Üzerinde Boran'ın notları, onu güvende tutmak için çizdiği yollar vardı. Gözyaşları, kağıdın üzerine damladı. Onu ne kadar çok sevdiğini, ne kadar değer verdiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Ve onu ne kadar kırdığını...
Şimdi ne yapacaktı? İstanbul, artık onun evi değildi. Buradaki hayat, bir kabustan farksızdı. Köye, Boran'ın yanına dönmek mi? Nasıl yüzüne bakabilirdi? Ona nasıl affettirebilirdi? "Geri döndüm, çünkü sevdiğim adamın beni sadece param için sevdiği ortaya çıktı," mi diyecekti? Bu, Boran'ın ona duyduğu saf sevgiye yapılacak en büyük hakaretti.
Karanlık çöküyordu. Elif, bankta oturmuş, iki dünya arasında sıkışıp kalmış, her ikisinde de yerle bir olmuş bir halde, ne yapacağını bilmez bir şekilde etrafa bakınıyordu. Boran'ın kırık kalbi ve Ömer'in ihaneti arasında sıkışıp kalmıştı. Ve şimdi, dünyada gidecek hiçbir yeri yok gibi hissediyordu. Tek istediği şey, Boran'ın kollarında olmak ve ondan özür dilemekti. Ama belki de bu, asla sahip olamayacağı bir lükstü artık. Kaybettiği şeyin büyüklüğünü anlamıştı ve bu anlayış, onu içten içe kemiriyordu.