3. Bölüm

1481 Words
3.Bölüm: Kanın Bedeli Sabah daha doğmamıştı. Gökyüzü kurşuni bir alacakaranlıkta asılı kalmış, dağların üstünden soğuk bir sis yürüyordu. Konak suskun görünse de sessizlik sadece kabuktu; içeride gerilmiş bir yay gibi bekleyen insanlar, her an kopacak bir fırtınanın ayak seslerini hissediyordu. Elif o gece uyumamıştı. İlk kaçışında yakalanmıştı ama bu, vazgeçmesine değil, akıllanmasına sebep olmuştu. Bu kez aynı hatayı yapmayacaktı. Dilan’ın verdiği anahtarı Boran fark etmişti, evet… ama Elif bir şey daha fark etmişti: Boran, onu yakalarken kızın ayak izlerine değil, nöbetçinin baktığı yöne gitmişti. Demek ki nöbet düzenini değiştirmişti. Demek ki bu kez başka yoldan çıkmak gerekiyordu. Oda loştu. Kapının önünde artık kadın değil, iki erkek duruyordu. Bu yüzden kapıdan çıkmak imkânsızdı. Ama Elif gece boyunca bir şeyi dinlemişti: rüzgârın nereden geldiğini. Pencerenin mazgalında rüzgâr başka esiyordu. Bir yerden içeri hava sızıyordu. Elif sessizce pencerenin altındaki kilimi kaldırdı. Eski konakların çoğunda olduğu gibi bu odanın da eski gizli bir havalandırma boşluğu vardı, duvarın dibinden geçen dar bir geçit. Çocuk olsa rahatça sürünür giderdi, ama Elif zayıf yapılıydı. Omuzlarını içeri çekti, bohçayı dişleriyle tuttu, dizlerinin üstünde sürünerek ilerlemeye başladı. Taş duvar tenine sürtüyor, kireç kokusu nefesini yakıyordu. Dışarıdan horoz sesleri, uzaklardan köpek havlamaları geliyordu. Konak henüz uyanmamıştı; bu onun tek şansıydı. Boşluk onu arka avlunun duvarına yakın bir yere çıkardı. İncecik bir mazgal… dışarıda sabahın ilk griliği. Elif bohçayı attı, ardından kendini güçlükle itti. Dizleri taşlara sürtündü, avuçları yarıldı ama umursamadı. Dışarı çıktığında soğuk hava yüzüne tokat gibi çarptı. “Nefes al… koş!” dedi kendi kendine. Konak duvarının arka tarafı diğer tarafa göre daha alçaktı. Çünkü kimsenin oradan kaçacağını düşünmüyorlardı. Buradan dağ yoluna ulaşmak mümkündü ama dikenli teller vardı. Elif bir anlık cesaretle paltonun kolunu çıkardı, dikenlere dolanan kumaşı feda etti, vücudunu tellerin altından sıyırdı. Kumaş yırtıldı, eli çizildi ama tellerin öbür tarafına geçtiğinde artık konaktan dışarıdaydı. Koşmaya başladı. Toprak yokuştu, gece soğuğu çiyi don’laştırmıştı, ayakları kayıyordu ama durmadı. Arkada horultuyla uyanan bir köpek sesi duyunca kalbi hızlandı. Konak çok geçmeden fark edecekti. En geç sabah namazıyla birlikte avlu hareketlenir, kadınlar uyanır, kapıya bakar, “gelin yok” derlerdi. Oysa Elif çoktan dağ yoluna sapmıştı. Dağ yolu, çıplak ayaklarıyla bastığında buz gibiydi. Elif’in sol omzu sızlıyordu, ilk kaçışında Boran’ın yere itişi morluk bırakmıştı. Nefesi kesiliyor, göğsü yanıyordu ama özgürlük kokusu burnuna çarpıyordu artık. İstanbul’un egzozlu özgürlüğü değil bu; bu, dağın, rüzgârın, kimsenin seni tanımadığı bir yolun özgürlüğüydü. Arkasında konak kararmış bir gölge gibi küçülürken, içeride kıyamet kopuyordu. Kapıyı ilk fark eden, tespih çeken o yaşlı kadın oldu. Kapı aralık kalmıştı, kilit yerinden çıkmış gibi sallanıyordu. “Hey! Gelin hanım yok!” diye bağırdı. Bir anda avluya erkekler doluştu. Boran gömleğini bile tam düğmelemeden giymeden koşarak çıktı. “Ne diyorsun sen Hatçe?” diye haykırdı. “Yok diyorum oğlum! O kız kaçmış!” Boran’ın yüzüne bir anda kara bir gölge indi. Çenesindeki damarlar çıktı. Etrafındaki adamlara döndü: “Kapıları kapatın! Atları hazırlayın! Dağa çıkan tüm patikaları tutun!” Kardeşi Dilan, odasının kapısından korkuyla baktı. Boranla ve Elifin evliliği kesinleşmeden Rüzgarın yanında kalmasını Boran istemedi. İçini bir suçluluk ürpertisi kapladı. Birkaç gece önce verdiği anahtar yüzüne tokat gibi çarptı. Ama bu kez o değildi… Elif başka yol bulmuştu. Gene de Boran bunu bilmezdi ki. Avludaki gençlerden biri nefes nefese koşup geldi: “Ağa! Tellerin orda bez parçası var, oradan geçmiş!” Boran dişlerini sıktı. “Şunu iyi dinleyin!” diye gürledi, sesi avluda yankılandı. “Bu kız benim nikâhlı karımdır. Onu kim saklarsa, kim kayırırsa, kim görüp söylemezse töreye karşı gelmiş sayılır. Bulun onu!” Erkekler silahlarını kuşanıp dağ yoluna dağıldılar. Ama iş bununla bitmedi. Köyde haber, rüzgârdan hızlı yürür. Bir saat geçmeden, “Ağa’nın kenti gelini kaçtı” lafı tüm aşirete yayılmıştı. Kahvelerde, harmanda, tandır başında konuşulan tek şey buydu. “Şehirli kız işte,” diyen de oldu, “Boran fazla sıkmış,” diyen de oldu. Ama yaşlıların yüzü gerildi. Çünkü bu, sadece bir kadının kaçışı değildi. Bu, Ağa’nın otoritesine sıkılmış bir kurşundu. Otoriteye kurşun sıkılırsa, kanla temizlenirdi. Öğlene doğru konak avlusuna siyah cübbeli, yüzü asık üç ihtiyar geldi. Bunlar aşiretin söz sahibi yaşlılarıydı. Gölge gibi yürüdüler, kimse konuşamadı. Boran onları avluda karşıladı. “Hoş geldiniz.” En yaşlı olanı, kalın kaşlarının altından baktı. “Hoş mu geldik, sanmam Boran. Senin karın kaçmış.” “Geri getireceğim.” “Bu mesele geri getirmekle bitmez. Aşiretin gelini kaçarsa, bu ‘Boran artık sözünü dinletemiyor’ demektir. Senin kız kardeşin Dilan da bu işe karıştı diye duyduk.” Boran’ın omuzları gerildi. “Dilan benim kardeşim, ona söz söyletmem.” “E o zaman,” dedi yaşlı adam, sesi keskinleşerek, “töreyi sen uygulayacaksın.” “Ne töresi?” “Rüzgar… o gece bu yangını başlatan oğlan. Bir de ona yardım eden… kimse adına bakmadan söylüyoruz… kız kardeşin Dilan. İkisinin de kanı dökülmeden bu leke çıkmaz.” Dilan içeriden bu sözleri duyunca dizleri çözüldü. “Yok artık…” diye fısıldadı. Rüzgar köyün öte yakasındaydı. Bir zamanlar Boran’ın gözünün önünde büyüyen, sonra gözü kara çıkıp Dilan’ı kaçırmaya kalkışan o genç. Boran’ın öfkesinde hep onun adı vardı zaten. Ama Dilan… Dilan artık onun nikâhındaydı. Rüzgar’ın Boran bir an nefes alamadı. Sanki göğsüne taş bastılar. Dilan’ı Rüzgara vermişti, böylece onu dışarıdan gelecek bir namus suçlamasından koruyacaktı. Ama şimdi aynı töre Dilan’ın canını istiyordu. “Başka yolu yok mu?” diye sordu Boran, sesi bir anda alçalmıştı. Yaşlı adam kafasını salladı. “Törenin sözü bir olur. Başta sen ‘Bu kadına benim evimde merhamet olmaz’ demedin mi? İşte şimdi aynı söz seni bağlıyor.” Boran dişlerini sıktı. Gözleri bir anlığına Dilan’ı aradı. Kız, kapının eşiğinde duruyordu, elleri titriyordu. Boran’ın bakışlarıyla karşılaştığında yıllardır abisi olan adamı değil, hükmeden Ağa’yı gördü. “Abi… yapma,” dedi fısıltıyla. “Ben sadece…” “Sus,” dedi Boran, sesi taş gibi. “Senin yüzünden oldu çoğu.” O sırada dışarıdan başka bir atlı geldi, nefes nefese: “Ağa! Dağ yolunda iz bulduk ama kız yok! Biri alıp götürmüş!” Avluda bir uğultu yükseldi. “Kim götürmüş?” “İzler kuzeye gidiyor. Bizimkilerin değil… başka at nalı. Muhtemelen Asım’ın adamları.” Bu isim avlunun havasını değiştirdi. Asım. Boran’ın amcasının oğlu. Bir zamanlar aynı sofrada oturdukları, sonra aşiret reisliği meselesinde kanlarının bozulduğu adam. Boran başa geçince Asım içten içe kabullenememiş, kendi kolunu ayrı tutmuştu. Açıktan ihanet etmemişti ama fırsat kolladığı herkesçe biliniyordu. Ve şimdi Elif, onun elindeydi. Elif gözlerini açtığında bir çadırın içindeydi. Çadır dediği öyle sefil bir şey değildi; keçi kılından, içi kilimlerle döşenmiş, sobası yanan, ama askeri düzenle kurulmuş bir oba çadırıydı. Ayağındaki çizikler sarılmıştı. Yanında iri yapılı, sert yüzlü bir kadın oturuyordu. “Ner… neredeyim?” diye kısık sesle sordu Elif. Kadın, “Sesini çıkarma,” dedi. “Ağa konuşacak.” Çadırın kapısı açıldı. İçeri, yüzünde uzun bir kesik izi olan, gövdesi kalın, bakışları karanlık bir adam girdi. Üzerinde koyu bir şalvar, belinde silah, çenesinde sert bir gülümseme. “Asım…” dedi kadın saygıyla başını eğerek. Asım, Elif’e tepeden bakarak inceledi. “Demek şehirli gelin bu ha.” Elif geri çekilmek istedi. “Beni bırakın. Ben kimseye zarar vermedim.” Asım alayla güldü. “Zarar mı? Sen daha ne yaptığının farkında değilsin kız. Sen bu aşiretin en güçlü adamını rezil ettin. Kaçtın. Onu zayıf gösterdin. Senin yüzünden şimdi herkes ‘Boran eskisi gibi değil’ diye konuşacak.” “Ben sadece özgür olmak istedim.” “Özgürlük…” Asım omzunu silkti. “Bu dağda özgürlük yok. Bu dağda güç var. Güç kimdeyse sözü o söyler.” Elif’in gözleri doldu ama bu kez ağlamadı. “Boran beni zorla aldı. Ben onun karısı değilim.” “Asıl mesele o zaten,” dedi Asım, gözleri parlayarak. “Sen onun nikâhlısısın. Sen elinde olduğun sürece o dağılmak üzere olan itibarını toparlar. Ama sen bende olursan…” Cümlenin sonunu söylemedi. Çadırın dışına döndü, adamlarına seslendi: “Gidin, Boran’a haber uçurun. Deyin ki: ‘Asım Ağa, senin gelinini buldu. Şimdi elinde tutuyor.’ Deyin ki: ‘Ya aşiret reisliğini bırakırsın, ya da kız ölür.’” Elif’in kalbi sıkıştı. “Öldüremezsiniz beni!” diye bağırdı. Asım ona yaklaştı, eğildi. “Öldürmemek için sebep ver o zaman. Belki seni İstanbul’a bile yollarım.” Sonra fısıldar gibi ekledi: “Ama önce Boran’ın diz çöküşünü göreceğim.” Haber akşamüstü konak avlusuna ulaştığında Boran bir anda elindeki fincanı duvara fırlattı. Fincan paramparça oldu. “Alçak!” diye gürledi. “Cesaret edemez!” Yaşlılar birbirlerine baktı. Bu artık iki adamın kavgası değil, aşiretin geleceğiydi. Çünkü Boran reisliği bırakırsa güç dengesi değişecek, yıllardır onun etrafında toplanan kollar dağılacaktı. Ama işin daha da acı yanı vardı: Dilan ve Rüzgar için ölüm hükmü çoktan ağızdan çıkmıştı. Töre geri alınmazdı. Boran avlunun ortasında durdu, yumruklarını sıktı. İçinde iki dağ çarpışıyordu. Bir dağ “Dilan’ı koru” diyordu, öteki “Reisliği bırakma.” Üçüncü bir ses de Elif’i hatırlatıyordu; gözlerindeki o ateşi, “Ben sofraya değil mezara otururum” deyişini. Dilan ağlayarak yanına koştu. “Abi ne olur! Asım’ın eline düşmesin o kız! Sen bırakırsan o bizi paramparça eder!” Boran ona baktı. “Senin canın da törede… bunu biliyorsun, değil mi?” Dilan’ın yüzü bembeyaz oldu. “Ben… ben seni satmadım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD