Keyifli okumalar...
Gözlerimi daha açamadan beynime işleyen tıkırtılar, uyanmama neden oldu. On beş gün sonra ilk defa vücudum rahat bir yerde oluğunu hissediyordu. Kolumu kıpırdattığımda, sanki kolumun bir şeye bağlı olduğunu hissettim. Göz kapaklarımı aralayıp, çatık kaşlarımla önce koluma baktım.
Damarıma takılan iğnenin ucuna takılan şefaf renkli, incecik boruyu takip ederek yukarıya baktım. Serum takılmıştı. Vücudum güçsüz düşmüştü. Bu pratik, zekice bir yöntemdi. Daha şimdiden kendimi zinde hissediyordum.
Dirseklerimin üzerine yükselip sol çaprazıma baktığımda, Renat'ı görmemle donakaldım. Sessizce yutkunup onu izlemeye başladım. Tıkırtıları o yapıyordu. Elinde kırık beyaz renkli plastik bir levha vardı. Bu levha okuldaki yazı tahtalarının minion versiyonuydu. Levhayı duvarda çakılmış olan çiviye geçirip, köşelerini simmetrik olacak şekilde ayarladı.
Elinde iki kalem vardı; biri kırmızı, biri sarı. Kalemleri levhanın alt kısmındaki yuvarlak çıkıntının içine bıraktı; kırmızı olanı sağ, sarı olanı sol köşeye. Geri çekilip bir kaç saniye levhaya baktıktan sonra, üzerindeki mavi renk tişörtün yakasını çekiştirerek yönünü bana çevirdi. Zümrüt gözleri kahve gözlerimle buluştuğunda, göz hareleri donup kaldı.
Ellerini siyah salaş eşofmanının ceplerine koyup, başını hafif sağa yatırdı.
"Günaydın. Kıyafetlerin dolapta, sağ çaprazında duran kapı banyo kapısı. Duş al. Sol çaprazındaki dolabın üçüncü çekmecesinde iki eşya var, hazır olduktan sonra onları alıp yanıma gel..." dedi bir çırpıda. Sol bileğindeki saate bakıp, konuşmaya devam ederek kapıya yöneldi. "Bunlar için sadece altı dakika, altı saniyen var..."
"Neden beş ya da on dakika değil de, altı dakika altı saniye?" Diye sorduğumda, kapıyı açıp duraksadı. Arkasını dönmeden cevaplayıp, hızla odadan çıktı.
"Altı dakikan kaldı..."
Yüzümde "bu ne ya?"ifadesi oluşurken, doğrulup oturdum. Duvardaki siyah, daire şeklindeki saate baktım. 07:24.
Yani yedi buçukta yanında olmam lazım. "Nasıl yetişirim?"diye düşünmek yerine hemen yataktan çıkıp dolaba yaklaştım. Açıp içinden kırmızı bir tişörtle, siyah kot pantolon alıp banyoya yöneldim. O kadar acele ediyordum ki, dolabın kapağını bile kapatmadan resmen uçtum. Belliydi bu adamda bir gariplik olduğu. Yoksa neden hiçbir kız onuna evlenmesin ki?
Banyoya girip kapıyı kapattıktan sonra, dolapları açıp temiz havlu buldum. Getirdiğim kıyafetler ışık hızıyla askıya asıp, üzerimde harap olmuş elbiseden kurtularak duşakabine girdim. Hemen hızlı bir duş alıp çıktım. Havluyu elime alıp hemen vücudumu kuruladıktan sonra, nemli havluyla saçlarımı toplayıp getirdiğim kıyafetleri üzerime geçirdim. Başımdaki havluyu alıp kirli sebeptine attıktan sonra, elim ayağım birbirine dolaşarak fönü bulup çalıştırdım. Saçlarımın önemli olan yerlerini, diplerini kurtup kalanını nemli bırakarak fönü kapattım. Hızlı şekilde banyodan çıkıp saate baktığımda 07:29'du. Sadece 27 saniyem kalmıştı.
Hızla odadan çıkıp merdivenleri buldum. Tutunarak olabildiğince hızlı şekilde inerken saniyeleri sayıyordum. Merdivenler bitmek bilmiyordu ve bana hangi kata ineceğimi de söylememişti ki??
Gördüğüm tanıdığım tek kat olan, zemin kata ulaştığımda hemen salona doğru ilerledim. Etrafa bakındığımda hiç kimse yoku . Bari nereye gitmemi söyleseydi. Bir de saniyelerle yarışıyordum.
Arkamı döndüğümde, onun sert göğsüne çarpıp, küçük bir çığlık atarak geriledim. Ellerini cebinden çıkarmamış, dümdüz şekilde bakıyordu. Sık siyah kirpikleri yemyeşil gözlerini sanki koruma gibi çevrelemişti. Teni bembeyazdı, sakalları, saçları, kirpikleri ve kaşları teninin tam zıttıydı. Kapkaraydı. Kömür karası. Dün baygın şekilde güçlükle seçebildiğim adamı, bu gün şaşkınlıkla inceliyordum.
"Altı saniye geç kaldın." Dedi. Yavaşça sağa dönüp yemek masasın doğru ilerledi. Şaşkındım. Yani onu sorgularken kaybettiğim saniye, gecikme saniyemle aynı mıydı? Bu gerçekten inanılmaz. Bunu nasıl hesaplayabiliyor? Bir yerden bir yere gitme süresi de değil ki, duştan çıkma dakikamı nasıl hesaplıyor?
Masanın baş köşesine oturduğunda, dirseklerini masanın üzerine yaslayıp, ellerini yukarda birleştirdi. Başını hafif yan döndüğünde, yanına gitmemi istediğini anladım. Yavaşça ilerleyerek sağ tarafındaki sandalyeye yaklaştım.
"Orada değil! Sol yanımda oturacaksın!" Dedi sert bir tonda.
Ne fark eder ki? Manyak mı ne?
Yine de onun evidir, bir bildiği vardır veya misafiri gelecektir diye düşünüp, arkasından dolanarak sol tarafındaki sandalyeye yerleştim. Ellerimi dizlerimin üzerine koyup, ürkek bakışlarımı yüzüne diktim.
"Söylediğim iki eşyayı almadın mı?" Dediğinde, kafama dank eden düşünceyle alt dudağımı kemirdim.
"Şey..... ben.... son saniyelerim olduğu için, yetişemem korkusuyla unutmuşum." Diye mırıldandım. Bir robot edasıyla boynunu bana doğru çevirdiğinde, zümrüt yeşili gözleri gözlerime sabitlendi.
"Getirmen gereken iki eşya, sol tarafındaki sandalyenin üzerinde." Dedi, soğuk bir sesle.
Ne dediğini önce kavrayamasam da, başımı sola çevirip sandalyenin üzerine baktım. Gerçekten de iki eşya vardı; siyah kaplama, altın geçişli kalem ve siyah kaplama, bildiğimiz not defteri. Defteri ve kalemi elime alıp, kaşlarımı kaldırarak ona baktım. Önündeki zift gibi kahvesini yudumdayıp, çatalı eline alarak tabağına kahvaltılıklar koymaya başladı.
"Not defterin, kuralları not edeceksin. En önemlilerini odandaki levhaya yazacaksın. Her sabah uyandığında okuyacaksın ve asla," diyerek öldürücü bakışlarını gözlerime dikti. "Asla o kuralları çiğnemeyeceksin. Anlaşıldı mı?" Dedi, yine donuk bir sesle.
Duyguları alınmış sanki. Şimdi psikologun neden beni onun yanına gönderdiğini anlıyorum. Galiba onunla yaşamak, on beş gündür yaşadıklarımdan daha zor olacak.
Başımı yavaşça olumlu anlamda salladığımda, bakışlarını üzerimden çekip kahvaltısına devam etti.
"Ne zaman evleneceğiz?" diye sordum birden bire. Neden sordum acaba?
Bakışlarını önündeki tabaktan ayırmadan, "Daha değil." Dedi. Ne demek daha değil? Ne zaman o zaman? Haa, yoksa sadece aynı evde mi yaşamak istiyor? Tabii evlenmek falan bahane, gayet de sağlıklı beyefendi ve sevgiliye ihtiyacı varmış.
"Ne zaman peki?" Dedim, bir kaç saniye sonra. Ses tonum en az onunki kadar düzdü. Hiç öyle beni öldürecek bir tipi yoktu. Dolayısıyla ondan korkmama da sebep yoktu.
Elindeki çatalı ters çevirip tabağa bıraktıktan sonra, ağzındaki lokmaları yutup bakışlarını gözlerime dikti.
"Sen ne zaman istersen," dedi. Ne yani evlenmeyelim desem evlenmekten vaz geçer mi? Beni bırakır mı?
"Kendini hazır hissettiğinde, alıştığında." Diye ekledi. Zümrüt gözleri hâlâ gözlerime sabitlenmişti.
Başımı onaylar anlamda sallayıp gözlerimi kaçırdım ve kahvaltı yapmaya başladım. Serum biraz iyi gelmişti, fakat günlerdir açtım. Acaba bana yapılan işkenceden haberdar mıydı? Bakışlarım masanın diğer tarafında duran dosyaya kaydığında, ne olduğunu gerçekten merak ettim. Ona baktığımda tam karşıya bakıp, sanki bir şey düşünüyor gibiydi. Konuşanlardan değil de, susanlardan korkuyorum. Konuşanlar dobra, susanlar sinsidir. Akıllarında kaç tilki dolanır bilemezsin.
"Ben doydum," deyip, ayağa kalkmak istediğimde bakışlarını üzerimde hissettim.
"Otur." Dedi, sesi dümdüz ve soğuk çıkmıştı. Yavaşça geriye oturduğumda bana bakan gözlerine kenetlendim. "Çok zayıflamışsın, biraz daha ye." Dedi.
Zayıfsın demedi, zayıflamışsın dedi.
"Nereden biliyorsun önceki halime nazaran zayıf olduğumu?" Dedim, gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Sert bir soluk verip gözlerini kaçırarak, kahvesini eline alıp yudumladı. Hızla ayağa kalktığında onunla birlikte ayağa kalktım.
Masanın üzerindeki dosyayı alıp, arkasını dönerek ağır adımlarla salondaki sehpaya yaklaştı. Eğilip telefonun alarak arkasını döndüğünde tam arkasında duruyodum. Ve tabii ki, bir cevap bekliyordum.
"Bana yapılan işkenceden haberin vardı öyle değil mi?" Diye sordum, sesimde sinir vardı ama yüzümde yoktu. Yutkunup başını yavaşça olumlu anlamda salladı.
Bana doğu bir adım attığında, ben de geriye doğru adımladım. Bu birbirine uyumlu adımlarımız, kalçam masaya dokunduğunda durdu. Elindeki telefonu cebine atarken, yavaşça yanıma yaklaştı. Ellerini iki yanımdan masaya koyduğunda, geriye doğru eğildim. Başı öne eğikti, gözlerime bakmıyordu. Sıktığı sert parfüm kokusu ciğerlerime nüfuz ettiğinde yüzümü buruşturdum. Hiç sevmediğim bir kokuydu.
"Çok konuşuyorsun, Cennet." Dedi. Başını yavaşça kaldırıp, bakışlarını gözlerime diktiğinde, kalbim küt küt atmaya başladı. Ne bu tavırlar? Herkes Psikolog bey kadar kibar değil ama sanırım tek onunla konuştuğum için, diğerleri bana çok kaba gelmeye başladı.
"Bir kaç ay içinde bu evin gelini olacaksın. Esiri demiyorum, gelini diyorum..."dedi, sert fakat yüksek çıkmayan bir ses tonuyla.
Dişlerimi birbirine sıkıp, başımı dikleştirerek yüzümü ona doğru yaklaştırdım.
"Benim kararımı sormayacak mısın? Belki ben seni istemiyorum?" Dedim, kaşlarımı çatarken.
Kaşlarını hafif kaldırdığında, dudaklarına varla yok arasında bir gülümseme oturttu.
"Dün sana sordum, hatırlıyor musun? 'Benim için mi geldin?' Diye sordum. Sen de onayladın. Yani sen bu eve, kim olduğunu bilmediğin bir adamla evlenmeye hazır şekilde geldin. Buna rızanı verdin, kimse seni zorlamıyor. Anladın mı?.." dedi, sert bir tonda.
Hatırladığımda alt dudağımı dişlerimin arasına alıp kemirdim. Haklıydı. Onaylamıştım ama kendimde değildim ki. Bir de sanki başka şansım varmış gibi soruyor. Ne deseydim beyefendi? Beni bırak 50 milyonunuzu getireceğim mi deseydim? Çalışır öderim mi deseydim? Ben niye ödüyorum ayrıca? Ne güzel hayat ya, başkaları o parayla keyif yapsın, ben de burada ölümlerden ölüm beğeneyim.
"Cevap?" Diye sorduğunda, daldığım yerden çıkıp kaşlarımı kaldırdım.
"Ben o an kendimde değildim. Ama şimdi iyiyim ve o an seni onayladığım için fazlasıyla pişmanım. Ben senin malın değilim, bana benimsin deme." Dedim, gözlerinin içine bakarak. Acaba beni ne zaman öldürecek?
Biraz daha yaklaştığında, yine geriye doğru eğildim.
"Malım değilsin, ben öyle bir şey söylemedim. Ayrıca senin bu evde köle veya esir olmayacağını da belirttim. Bu eve gelin olmak için getirildin, köle olmak için değil. Ben senin dilinden anlamam zaten, iş açtılar başıma..." deyip, ellerini masadan çekip bir adım uzaklaştığında, derin bir nefes aldım.
Ne demek bu ya?
Masanın üzerine bıraktığı dosyayı alıp, tekrar arkasını döndüğünde aklımdaki tek soruyu sordum.
"Ya sana hiçbir zaman alışmazsam? Ya seni istemezsem, sevmezsem?..." dedim ve anında durdu.
"O zaman 50 milyonumuzu getirip, sonra istediğin yere cehennem olup gidebilirsin." Deyip, adımlamaya devam etti. "Ben şirkete gidiyorum, bu gün evde kal. Evi gez. Akşam 5 gibi dönerim." Diye adımlarken, yavaş adımlarla onu takip ettim. Kapısının önündeki askıdan, kahve rengi kabanını eline alıp üzerine giyinirken konuşmaya devam etti. "Akşam geldiğimde detayları konuşuruz, şimdi acelem var." Deyip, hızla kapıdan çıktı.
Ne bu öküzlük acaba?
Cennet.... sen psikolog beye iyi alıştın, herkes onun gibi konuşmaz. Alış artık.
Kapı kapandığı anda gözlerimi kapatıp başımı geriye attım.
"Ya ben yapmadım ki! Nereden bulayım ki o parayı? Valla canıma tak edecek, gerçekten bir şirkete dalıp 50 milyon çalıp sana vereceğim, kurtulacağım!" Diye söylenerek, kendimi salondaki L koltuğun üzerine attım.
Ellerimi saçlarımın arasına geçirip, dirseklerimi dizlerime yaslayarak, tam karşıdaki cam duvardan bahçeye baktım. Rüzgar ağaçtan kopan çaresiz yaprakları, acımasızca sürüklüyordu. Sürüden ayrı düşeni kuzu da kurta yem olur hep. Bu yüzden insanın bir aileye ihtiyacı vardır. Ailen olduğunda kendini şanslı hissetmezsin ama olmadıklarında ne kadar şanssız olduğunu farkedersin.
Bir şeyleri kaybetmeden kıymetini anlamaya meyilli değiliz. Fakat, ben kaybetmedim. Çünkü, hiç var olmadılar aslında. Şu an çıkıp gelseler bile, kabul etmem zaten. Ben en zor günlerimi tek başıma atlatmışken, şimdi maket gibi yanımda dikilmelerine ihtiyacım yok.
Yavaşça ayağa kalkıp, ağır adımlarla bahçe kapısına yaklaştım. Kapıyı tüm gücümle yana doğru itip, çıplak ayağımı hala yemyeşil kalan çimenlerin üzerine attım. Uçuşan bembeyaz perdelerin arasından, yemyeşil bir alana doğru ilerledim. Çıkan ani rüzgar tüm vücudumu diken diken ederken, dünden daha fazla üşümediğime karar verdim. Neden beni o kadar geç içeriye almıştı ki? Geleceğimden haberi yok muydu zaten?
Etrafa göz gezdirerek, çimenlerin üzerinde usulca yürüdüm. Yavaşça arkamı dönüp dış cepheden eve baktım. Bembeyaz bir villa işte. Peki ya içinde beyazları seven biri yaşıyor mu gerçekten? Koyuların adamı mı o? Kıyıların kadını mıyım ben? Sığınacağım bir liman mı o? Yoksa o limanlar çoktan yandı mı? Yanaşan tüm gemiler kaçtı mı?
Yavaşça ilerleyip yan yana koyulmuş tekli koltuklardan birine oturdum. Üzerindeki şalı alıp sırtıma atarak, kollarımı göğüs hizamda birleştirdim. Tam karşımda uçsuz bucaksız mavilik ve yeşilliklerin birleşme noktası duruyordu. Güneş yoktu. Hava öyle tutkundu ki, gökyüzü de benim gibi dolmuş görünüyordu. Ama ikimiz de sakindik şimdilik.
Onu bir buluta benzettim. Her an biriyle çarpışıp, ürkütücü şimşekler çaktırmaya hazır bir buluta.
Görüş alanıma giren takım elbiseli korumalar, sohbet ederek bahçede dolanmaya devam ediyorlardı. Yüzlerini bana döndüklerinde beyaz gömleklerinin üzerinden bellerine taktıkları silahları gördüm. Gerçekten merak ediyorum; kolay mı birini vurmak, öldürmek?
Korumalardan biri beni gördüğünde, diğerinin dirseğinden tutarak kendi ile beraber yönünü çevirdi. Bir şeyler konuşarak başka yöne doğru yürüdüler.
Ekim ayının tam ortalarındayız. Hava hafif rüzgarlı. Kısa kolluyla gezmeyi unutacağımız aylara gelmiş bulunmaktayız. Yapraklarını döken ağaçların arasında, onları 365 gün yeşil olan çam ağaçları kamufle ediyor. Çoğu insan da böyledir. Kimisi tüm yıl boyunca olduğu gibidir, kimidi de mevsimine göre davranır işte.
Soğuk iyice içime işlediğinde hızla ayağa kalkıp içeriye geçtim. Saat daha çok erkendi. Ben akşama kadar evde nasıl kalacağımı, ne yapacağımı bilmiyordum ki. Yalnız mı yaşıyor bu evde? Daha Saruhan ailesinin başka bir ferdini de göremedim.
Merdivenlere yöneldiğim sırada alt kata da inen merdivenler olduğunu farkettim. Yukarıya çıkmaktan vazgeçip aşağıya inen merdivenlere yöneldim. Ev tamamen siyah beyazla boyanmıştı. Sanki siyah beyaz filmlerin içinde gibiydik. Bir insan neden kendini renklerden mahrum bıraksın ki? Her şey siyah beyaz.
Simsiyah burgulu merdivenlerden yavaşça aşağıya indim. Yukarıya çıkan merdivenler beyazdı ve buraya inenlerin neden siyah olduğunu merak etmiştim. Aşağıya indiğimde gördüğüm manzara karşısında ağzım açık kaldı. Yukarıdaki salon büyüklüğünde bir odaydı. Odanın bir kenarında büyük bir havuz vardı. Havuzun içindeki ışıklar gündüz olduğu için kapatılmıştı. Havuzun tam karşısında bir oda vardı resmen. Siyahla döşenmiş büyük, daire şeklinde bir yatak, etrafında simsiyah komodinler ve aynı renk gece lambaları. Yatağın sağ köşesinde, duvara yaslanmış şekilde duran büyük bir gardırop. Buraya sızan bir nebze güneş ışığı bile yoktu. Led ışıklar vardı sadece. Onun odası mıydı? Kendini kendi karanlığına mı boğuyordu? Güneşi, renkleri, temiz havayı sevmez mi?
Sana ne? Sevmesin. Kendi bilir.
Komodinin üzerinde duran kadın resmi dikkatimi çekti. Yavaşça yatağın etrafından dolanıp komodine yaklaştım. Fotoğrafı elime alıp, resimdeki kadına dikkatle baktım. Sarı uzun saçları, yemyeşil gözleri ve çok güzel gülüşü olan bir kadındı. Odadaki tek renk bu resimdeki kadının saçlarının sarısı, gözlerinin yeşili ve dudaklarının kırmızılığıydı. Renat'a çok benziyordu.
Çerçeveyi yerine bırakıp, merdivenlere yöneldim. En üst kata çıktım. Ne güzel değil mi? Benim odam en tepede, onunki en dipte. Bunun nedenini sorsam ne der acaba? Gerçi o gıcık benden uzak olsa daha iyi.
Diğer odalara da göz gezdirip, tekrar kendi odama döndüm. Odama? Evet artık bu odada yaşayacağıma göre, odam diyebilirim. Bana yaptıkları büyük haksızlığı umarım bir gün anlarlar ve pişman olurlar. Gerçi pek pişman olacak bir halleri tavırları da yoktu ama her neyse.
Benim odam hariç her yer siyah beyazdı. Bunun nedenini anlayamasam da, en azından benim içimi de karartmadığı için ona
teşekkür etmeliydim.
Aklıma bana verdiği defter ve kalem geldi. Çekmecede iki eşya olduğunu söylemişti. Yavaşça köşedeki dolaba yaklaşıp üçüncü çekmeceyi açtım. Ama içinde hiçbir şey yoktu.
"Oha Renat! Onları unutacağımı nasıl anladın sen?" Diye söylendim kendi kendime. Kesinlikle bir insanın evinde değilim. Nasıl bir yaratık olduğunu bilmiyorum ama normal bir insan olmadığına eminim.
Yatağın tam karşısında, pencere önündeki iki tekli koltuktan birine oturdum. Koltukların arasındaki sehpanın üzerinde ahşap rengi bir sehpa vardı. Üzerindeki kitabı görünce sevinip elime aldım. Sayfaları ışık hızıyla çevirirken, arasında bir şey olduğunu farkettim. Kuru bir çiçek.
Çiçeğini elime alıp kokladıktan sonra, çiçeğin altındaki sayfayı okudum.
Melekler onu bir lütuf olarak görüyordu. Cenetten az önce inmişti sanki. Upuzun, yelpazeye benzeyen kirpikleri, kocaman gözlerinin etrafına özenle dizilmiş gibiydi. O güzel gözler, bence de bu kadar sık korunmayı hak ediyorlardı.
Daha önce gülüşüne rastladım. Ama benim için hiç gülmedi, bana gülmedi. Ben hariç herkese gülen o eşsiz güzellikteki kadın, bir tek bana gülümsemedi.
Ben de kendime halime güldüm. Onun da yerine ben güldüm. Ve sonunda delirdim. Bir gülüş uğruna delirdim...
Kaşlarım çatılırken, kitabı kapatıp hızla sehpanın üzerine bıraktım. Neydi bu böyle? Neden bu kitap burada? Neden o sayfada çiçek var? Kim okumuş bu kitabı?
Madem odama bir kitap bırakıyorsunuz, neden bu kitap?
Sert bir soluk verip ayağa kalktım. Hızla odadan çıkıp zemin kata indim. Sofrayı toplamak için gittiğimde, zaten toplanmış olduğunu farkettim. Demek ki, dün beni kapıdan kovan kadın evdeydi.
Mutfak olduğunu düşündüğüm yere girip, bakındım. Burası mutfaktı ama kadın ortalıkta yoktu. Sanki evde görünmez birileri var ve onlar beni seyrediyor gibi hissetmeye başladım.
Koltuğa geçip televizyonu açtım. Art arda bir kaç film izlediten sonra saate baktım. Saat 5'e geliyordu. Tuvalete uğradıktan sonra, tekrar mutfağa girip dolapları karıştırdım. Bardak alıp tezgahın üzerin bırakarak, buz dolabını açtım. Meyve suyu alıp bardağı doldurduğum sırada dış kapının sesini duydum. O geldi.
Ağır ağır attığı adımlar sanki yerleri titretiyordu. Elimdeki şişenin ağzını kapatıp buz dolabına koydum. Bardağı önüme çekip parmaklarımı etrafına sararak, mutfak kapısına bakmaya devam ettim. Resmen heyecandan kıvranıyordum. Adım sesleri sanki bana işkence yapar gibi ağır ağır ilerliyordu.
Fakat kapıdan içeriye giren kişi, Renat değildi. Uzun boylu siyah saçlı, siyah sakallı, vücutlu ve ürkütücü bir adamdı. Beni görünce yemyeşil gözleri anında parlamaya başladı. Baştan aşağıya simsiyah giyinmişti.
Gözleri Renat'ın gözleri gibi yemyeşildi. Zümrüt yeşili ve daha koyuydu. Herhalde abisiydi. Ama ona benzemiyordu. Sadece göz renkleri aynıydı. Yavaşça içeriye girdiğinde, elimdeki bardakla birlikte ortada duran tezgahtan uzaklaştım. Kalın parmaklarını siyah mermer tezgahın üzerine kaydırarak, ağır adımlarla bana doğru yaklaştı.
"Kimsiniz?" Dediğimde, adımlarını bir metre mesafe koruyarak durdurdu. Başını dikleştirip, siyah kalem kaşlarını yukarıya doğru kıvırdı.
"Bu gün nasılsın?" Diye sordu. Bu ses, bu eda fazla tanıdıktı. O muydu? Beni sorgulayan psikolog mu?
"Sence nasıl görünüyorum?"dedim, başımı dikleştirerek. Hafif bir tebessüm edip, başını yana yatırdı.
"Çok güzel görünüyorsun." Dedi. Bu oydu. Ona ne kadar öfkeli olduğumdan haberi yok muydu acaba?
Kaşlarımı çatıp, bakışlarımı yeşil gözlerinden kaçırdım. Elimdeki bardağı dudaklarımın arasına götürdüğümde, bana doğru yaklaştığını farkettim. Tam önümde durup bana biraz daha yaklaştığında, elimdeki bardak kayarak yeri boyladı.
"Ne yapıyorsun sen?"dedim telaşla. Uzun boyundan dolayı başını aşağıya eğip gözlerime baktı. "Renat da gelir zaten, aradı birazdan orada olurum dedi." Diyerek elimi enseme götürdüm. Yalan söylüyordum ve bu biraz şeye benziyordu. Hani evde yalnız olursunuz ve korktuğunuzda anne, baba dersiniz ya. Tam da yaptığım öyle bir şeydi.
Yüzünde kendinden emin bir ifade varken, belimden kavrayıp beni kendine çekti. Bunu ikinci defa yapıyordu. Koluyla bedeninin arasına hapsolmuşken, ona garip şekilde baktım.
"Ben seni arayıp, öyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum..." diyerek parmaklarının sırtını yanağımda gezdirdi. Ne demekti bu şimdi?
Ona şaşkınlıkla bakmaya devam ettiğim sırada, yavaşça kulağıma yaklaştı. Kendi kokusuna karışan ayaz kokusu ciğerlerime dolarken, buz gibi teni beni iliklerime kadar üşüttü.
"Ben Renat, Renat Saruhan..."