Kaçış

3643 Words
&& Berzan Karahan, ofisinin derin sessizliğinde oturuyordu. Oda, siyahın en keskin tonuyla kuşatılmıştı. Duvarlardan koltuklara, perdelerden masanın üzerindeki dosya düzenleyicisine kadar her şey siyahtı. Bu renk, Berzan’ın ruhunu da temsil ediyordu. Soğuk, güçlü, mesafeli ama içten içe yanmayı bilen bir karanlık gibi. Masasının üzerindeki kalın dosyaları dikkatle inceliyordu. Her sayfa, Karahan’ın gücüne ve düşmanlarının sinsiliğine dair yeni bir bilgi taşıyordu. Gözleri satırların arasında gezinirken kapı nazikçe tıklandı. “Gir.” Sesi soğuktu. İçeriye girecek kişinin kim olduğunu biliyordu. Kapı açıldı. İçeriye, Berzan’ın “kardeşim” diyecek kadar yakını olan tek adam girdi: Demir. Boynu dövmelerle kaplıydı. Kollarındaki izler, hem geçmişinin hem de gücünün hikâyesini anlatıyordu. Gözlerinde ise sokakların acımasızlığı ile yetişmiş bir adamın karanlığı vardı. Sertti, sessizdi ama sadakati sorgulanamazdı. O, Berzan Karahan’ın sağ koluydu. Berzan sandalyesinden kalktı. İkisi de bir an duraksadı. Ardından bir sarılma gerçekleşti. Ne fazla sıcak ne de tamamen mesafeli… Sadece gerçek bir bağlılığın göstergesi olan o soğuk ama içten kucaklaşma. “Hoş geldin, kardeşim.” Berzan’ın sesi her zamanki gibi tok ve kararlıydı. Yerine geçip koltuğuna oturdu. Gözlerini Demir’den ayırmadı. Demir de karşısındaki deri koltuğa oturdu. Yüzündeki çizgiler, içinde taşıdığı öfkeyi ve çözülmemiş hesapları belli ediyordu. “Yapanı hâlâ bulamadık.” dedi sessizce ama öfkesini bastıramayan bir tonla. Berzan, dosyayı yavaşça kapattı. Gözlerini kısıp bir an düşündü. Ardından başını kaldırdı. Sözleri odadaki havayı ağırlaştıracak kadar keskindi: “Bulacağız. Hem de çok yakında. Bu topraklarda bizden habersiz bir taş bile yerinden oynayamaz. İçimizde bir hain var. Ya bizden biri ya da içeriye sızmış bir yılan. Karşı aşiret gölgemizi bile kaldıramıyor artık. Dikkatli ol Demir. Bu kez sadece düşmanı değil, dost görünümlü düşmanları da temizleyeceğiz.**” Bir sessizlik çöktü odaya. Siyah duvarlar bile bu sözlerin ağırlığı altında susmuş gibiydi. Demir başını hafifçe eğdi. “Emrin neyse…” diye mırıldandı. Berzan gözlerini tekrar dosyalara çevirdi. Dudaklarının kenarında çok hafif, belli belirsiz bir tebessüm belirdi. “Bu savaş henüz başlamadı. Ama bittiğinde ayakta sadece biz kalacağız.” && Lina’nın gözünden Gece olmuştu. Yine aynı duvarlar, aynı sessizlik. Kendimi yatağın köşesine çekmiş, dizlerimi karnıma bastırmıştım. Ellerim titriyordu. Üşümüyordum ama içimde tarifi zor bir ürperti vardı. Faria’dan hâlâ haber yoktu. Zaman geçmiyordu. Saatler bu dört duvarın arasında donup kalmış gibiydi. Pencereden gelen rüzgâr, tülün ucunu kıpırdattı. Başımı kaldırdım. Küçük pencereye doğru baktım. İçimde bir şeyin hareket ettiğini hissettim. Gölgeye benzer bir şey pencerenin taşına kondu. Ayağa kalktım. Kalbim hızla atıyordu. Pencereye yaklaştım. Ve onu gördüm. O kuş… Faria’nın gönderdiği kuş… Yine oradaydı. “Faria…” dedim neredeyse fısıltıyla. Kuş, gagasındaki kâğıdı pencerenin içinden odaya bıraktı ve sessizce uzaklaştı. Ellerim titreyerek kâğıdı aldım. Nefesimi tutarak açtım. Gözlerim satırlara takıldığında kalbim sıkıştı. “Yarın planını artık uygula. Seni kurtarmaya geliyorum.” Cümle gözlerimin önünde asılı kaldı. Gerçek miydi bu? Faria gerçekten geliyordu. İçimde heyecanla karışık bir korku yükseldi. Zaman kaybetmemeliydim. Kâğıdı ağzıma attım, dişlerimle parçaladım, çiğneyip yuttum. Hemen komodinin üzerindeki bardaktan bir yudum su aldım. Boğazımdan aşağı kayarken içimdeki tedirginlik hafifledi. Her gelen kâğıdı böyle imha ediyordum. İz bırakmak ölüm demekti. Suyu yerine koyup yatağın kenarına geldim. Yavaşça çektim. Arkasında yıllardır kazımaya devam ettiğim o küçük oyuk vardı. Eğildim. Ellerim hemen boşluğu buldu. Parmak uçlarım duvarın içine girdi. Her gece biraz daha derinleşen yumuşak tabakayı kazımaya başladım. Tırnaklarıma gri tozlar doldu. Avucumun içine düşen tanecikleri bir kumaş parçasına boşalttım. İki yıldır bu duvarı kazıyor, bu tozları biriktiriyordum. Planım belliydi. Bu tozları akşam çorbasına karıştıracaktım. Nöbetçi çorbayı içecek, boğazı kuruyacak, öksürecek, dikkati dağılacaktı. O anı bekliyordum. O an geldiğinde kaçacaktım. Başımı duvara yasladım. Gözlerimi kapattım. Nefesim kesik kesikti. Ama içimde bir umut vardı artık. Faria geliyordu. Ve ben hazırdım. —————— Gözlerimi açtığımda oda hâlâ karanlıktı ama pencerenin dışından belli belirsiz bir aydınlık süzülüyordu. Sabah olmuştu. İçimde garip bir huzursuzluk vardı. Faria’nın mektubundan sonra uyuyabilmiş miydim, emin değildim. Sanki gözlerim kapalıyken bile içimde bir alarm çalıyordu. Kapının kilidi döndü. İçgüdüsel olarak yatağın kenarına doğru çekildim. Derken kapı açıldı. İçeriye tanımadığım biri girdi. Önceki nöbetçiden çok farklıydı. Daha zayıf, daha sessiz görünüyordu. Elinde bir tabak ve bardak taşıyordu. Tabakta ikiye bölünmüş bir tost vardı, bardakta ise her zamanki gibi yeşil çay. Sessizce önüme koydu. “Afiyet olsun,” dedi kısa bir ses tonuyla ve arkasına bakmadan odadan çıktı. Kapı kapandı. Kilidin sesi tekrar duyuldu. Tostun bir kenarından küçük bir ısırık aldım. Yumuşaktı ama içindeki peynir fazlaca soğumuştu. Ardından yeşil çaydan bir yudum içtim. Tat aynıydı, acı ama alışılmış. Sonra aniden kapının kilidi tekrar döndü. Kapı açıldı. Aynı adam elinde bir kitapla içeriye girdi. Gözlerim hemen kapağa kaydı. Kitabın adı “Sessizliğin İçindeki çığlık” . Kalın ve ağır bir kitaptı. Psikoloji temelli bir eser olduğu belliydi. Kaşlarımı kaldırdım. “Geçen duvara fırlattığım kitaplar nerede?” diye sordum soğuk bir sesle. Adam gözlerimin içine baktı. “Onları artık hak etmediğinizi düşünüyor. Bu kitabı okuyup özetini iki gün içinde vermenizi istiyor.” dedi aynı tonla. Kitaba uzandım. Ağırlığını tartar gibi elimde tuttum. Kalın kapağı ve ağır dili daha ilk bakışta bile belliydi. İçimden geçirdim: “Manyak mı bu adam?” Koruma gözlerini kıstı, kaslarını belli edecek şekilde omuzlarını dikleştirdi. Sessizce meydan okuyordu. Ben de sessizliğimi bozmadım. “Siktir git,” dedim sakince, ama gözlerimle ona meydan okuyarak. Adam tek kelime etmeden odadan çıktı. Kapıyı kapattı. Kilit sesi yine duyuldu. Kitaba tekrar baktım. Kapağını açtım. Sayfaları çevirdim. Harfler gözümün önünde kayıyordu ama kendimi zorladım. Okumam gerekiyordu. Belki bu kitap, onların zihin yapılarını anlamam için bir ipucu verirdi. Belki bir yerinde bir zayıflık, bir çatlak saklıydı. Kitabı dizlerimin üzerine aldım. Derin bir nefes çektim ve ilk satırı okumaya başladım. Bu, sadece bir ödev değildi. Bu, zihinsel bir savaşın başlangıcıydı. Gün boyu kitabı elimden bırakmadım. Satırlar ağır ilerliyordu ama zihnim keskinleşmişti. Okudukça bazı cümlelerin altını çizdim, önemli bulduklarımı kâğıda geçirdim. Bir köşeye çekilip, dizlerimin üzerine koyduğum defterime notlar alırken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Bu kitap, insan zihninin karanlık dehlizlerinde dolaşıyor, bastırılmış duyguların iç yüzünü anlatıyordu. Kâğıda yazdığım özet sayfalarca olmuştu. Her bir paragraf, aklımı diri tutuyordu. Sanki bu kelimelerle birlikte özgürlüğüme biraz daha yaklaşıyordum. Elimde başka hiçbir silah yoktu. Sadece aklım ve sabrım vardı. Öğle saatleri yaklaştı. Kapının kilidi döndü. Koruma yine geldi. Elinde yemek tepsisi vardı. Alışık olduğum düzende hazırlanmıştı. Bir tabakta et ve pilav vardı. Bazen bu etin yerine köfte ya da balık geliyordu ama içerik genelde aynıydı: protein ağırlıklı ve bol salata. Yanında da küçük bir şişe soda. Tepsiyi sessizce önüme bıraktı. “Afiyet olsun,” dedi her zamanki gibi ve arkasını dönüp odadan çıktı. Kapı ardımdan kilitlendi. Yemeğe sessizce başladım. Pilavın kıvamı yerindeydi. Et ise fazla pişmişti ama artık bunları sorgulamıyordum. Salatadaki domatesler bu kez taze sayılırdı. Sodadan bir yudum aldım. Mideme inen her lokma ile birlikte vücudum biraz daha güçleniyor gibiydi. Yemek bitince tepsiyi kenara ittim. Tekrar defterime döndüm. Kâğıdın üzerine eğildim. Kitaptan aldığım notları sadeleştirdim. Güneş yavaş yavaş çekildi. Oda loş bir karanlığa büründü. Akşam olmuştu. Birazdan çorba gelecekti. Her akşam olduğu gibi… Sadece çorba. Ne ekmek ne başka bir şey. Bu düzene alışmıştım. Ama bu akşam o çorba sadece bir yemek olmayacaktı. İçine yıllardır biriktirdiğim tozları katacak ve planımı devreye sokacaktım. Kalbim hızlı atıyordu. Beklemek, her zamankinden daha zor hale gelmişti. Nefesimi tuttum. Sessizliği dinledim. Kapının açılmasını bekliyordum. Kapının kilidi döndü. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Nefesimi tuttum. Koruma içeriye girdi. Elinde bu kez sadece bir kâse vardı. Buharı tüten bir mercimek çorbası… Yanına bir dilim limon bırakılmıştı. Her şey her zamanki gibiydi, fazlasıyla sıradan. Tepsiyi önümdeki masaya bıraktı. “Afiyet olsun,” dedi ve arkasını dönüp odadan çıktı. Kapı arkamdan kapandı. Kilidin sesi bir kez daha duyuldu. Ellerim titriyordu. Hemen yatağın altına uzandım. Bez parçasına sardığım tozları çıkardım. Küçük bir pakete dönüştürdüğüm o tozlar, yılların emeğiydi. Avuçlarımın içine aldım. Titreyen parmaklarımla çorbanın içine yavaşça döktüm. Sarı renkli çorba bir an bulanıklaştı, sonra eski hâline döndü. Kaşığı aldım. İçinden bir yudum çorba çektim ama içmedim. Kaşığı tekrar kaseye döktüm. Ardından ağzımı açıp sahte bir öksürükle yere eğildim. Ciğerlerimden gelen sesi bastırmadan, kasten gürültülü öksürdüm. Ama dışarıdan gelen hiçbir ses yoktu. Koruma tepki vermemişti. Ayağa kalktım. Boğazımı tutarak daha da şiddetli öksürmeye başladım. Sesim boğuklaşıyor, gözlerimi kısmam gittikçe kolaylaşıyordu. Birkaç adım attım. Öksürük kesilmeden devam etti. Kendi içimdeki sesi bile duyamaz hale gelmiştim. Sonunda kilit sesi tekrar duyuldu. Kapı açıldı. Koruma içeriye girdi. Yüzü endişeliydi. “Ne oldu?” diye sordu, hızla bana yaklaşırken. Gözlerimin içine bakıyordu. Tam aradığı cevabı bulamadan önce boğuk bir sesle konuştum: “Çorbada bir şey var. Beni öldürmek mi istiyorsunuz?” Koruma gözlerini kısıp çorba kâsesine baktı. “Çorbada bir şey yok. Tadına baktım ben.” dedi şüpheli bir tonla. Yüzüm hâlâ solgundu. Nefes alıp verirken her seferinde biraz daha ağırlaştım. Gözlerim nemliydi, dudaklarım aralıktı. Boğuluyormuş gibi davranmak kolaydı artık. “Bak tadına anlarsın.” dedim kısık bir sesle ve başımı hafifçe çorbaya çevirdim. Koruma kaşığı tekrar aldı. Çorbadan bir kaşık alıp ağzına götürdü. Birkaç saniye geçti. Önce gözleri hafifçe büyüdü. Ardından öksürmeye başladı. Giderek şiddetlenen bir öksürük sesi yükseldi odada. Boğazına bir şey kaçmış gibiydi. Elleri ağzına gitti. Geriye doğru sendeledi. Tam arkasındaydım. O ânı beklemiştim. Hiç tereddüt etmeden, tüm gücümle korumanın sırtına yüklendim. Bedeni öne doğru savruldu. Dengesi tamamen bozuldu. Ben ise hemen kapıya yöneldim. Ve kapıyı açıp onun üzerine kilitledim. Bir ân duraksamadan çıkışı aradım. Ve koridorun ilerisindeki büyük kapıya yöneldim. Zemin soğuktu. Ayaklarım çıplaktı ama hissetmiyordum. Hedefim belliydi. O kapı. Özgürlüğün aralığı… Demir kapıya ulaştım. Gıcırtılı bir sesle açıldığında karanlık üzerime çöktü. Gözlerimi kıstım. Dışarısı sessizdi. Ormanlık bir alana açılıyordu. Toprak kokusu, nem ve gece… Hepsi bir aradaydı. Kendimi dışarı attım. Ve koşmaya başladım. Yalın ayakla. Deli gibi. Yerdeki taşlar ayak tabanlarıma batıyordu. Dikenler, çamur, kuru dallar… Ama durmadım. Her adımda acı hissettim ama bedenim buna direnç gösteriyordu. “Sakın arkana bakma… Sakın,” diye tekrarlıyordum kendi kendime. Sanki sesim beni ayakta tutuyordu. Nefesim boğuluyordu, ciğerlerim yanıyordu ama duramazdım. Birkaç adım sonra sendeledim. Bir çalılık ayağıma takıldı. İnce bir dal etimi delip geçti. Acı yaktı. Ama yine de adım attım. Umursamadım. “Allah’ım… yardım et bana,” dedim hıçkırıklarla. Gözlerim dolmuştu. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama durmak istemiyordum. “Faria… Neredesin…” dedim sesim titreyerek. Birden önüme bir yol ayrımı çıktı. Sağ ve sol, ikisi de karanlıktı. Nefesim düzensizdi. Göğsüm inip kalkıyor, bacaklarım titriyordu. O anda bir el arkamdan uzanıp kolumu tuttu. “Bırak beni!” diye bağırdım, korkuyla geri çekilirken. Bir el ağzımı kapattı. “Lina… sakin ol. Benim,” dedi bir kadın sesi. Kadının eli yavaşça ağzımdan çekildi. Ardından kolumu bıraktı. Nefesim hâlâ düzensizdi. Geriye dönüp yüzüne bakmak istedim. Adımlarımı hafifçe geri attım. Başımı çevirdim ama karanlık, yüzünü saklıyordu. Silueti belirsizdi. Saçları omzuna dökülüyordu ama gözleri, dudakları… Hiçbiri seçilemiyordu. “Konuşacak çok şeyimiz var Lina. Ama önce buradan kurtulmamız gerekiyor,” dedi aynı sakince, ama içinde yorgun bir aciliyet taşıyan sesiyle. “Beni takip et.” Başımı öne eğdim. Bu Fariaydı. Kalbim hâlâ çarpıyordu ama ona güvenmekten başka çarem yoktu. Arkasına döndü. Sessizce yürümeye başladı. Ben de adımlarımı onun peşine sürdüm. Ağaçların arasında ilerliyorduk. Gece karanlığı her adımda daha da kalınlaşıyordu. Ayaklarım sızlıyor, bacaklarım titriyordu ama durmuyordum. Faria hiç konuşmuyordu. Gölge gibi yürüyordu önümde. Ne arkasına dönüyor ne de bana bakıyordu. Yol daraldı. Toprak yerini taşlı bir patikaya bıraktı. Çalıların arasında güçlükle ilerledik. Bir kuş kanat çırptı. Bir an ürktüm ama Faria durmadı. Ben de devam ettim. Bir süre sonra karşıdan gelen hafif bir su sesi duydum. İlerledikçe ses netleşti. Nihayet önümüzde küçük bir dere belirdi. Su, ay ışığında parlıyordu. Derin olup olmadığını anlayamıyordum ama akıntı yavaş görünüyordu. Suyun serinliği yüzüme vurduğunda bir adım geride durdum. Faria derenin kenarında durmuştu. “Karşıya nasıl geçeceğiz?” diye sordum tereddütle, nefes nefese. Parmağıyla yan tarafa işaret etti. “Karşıya şununla geçeceğiz. Oradan da benim arabaya bineceğiz.” Gözlerimi yönlendirdiği yöne çevirdim. Ağaçların arasına gizlenmiş küçük, eski bir kayık vardı. Suya bağlıydı ama yüzeyinde duruyordu. Zayıf bir iple bir ağaca sabitlenmişti. Faria hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti. Kayığa doğru ilerledi. Ben ise olduğum yerde kaldım. Nefesim boğazıma takılmıştı. Karanlığın içinde ilerlemek kolaydı ama şimdi önümde bir dere, bilinmeyen bir yol ve geçmişi sırlarla dolu bir kadın vardı. Olduğum yerde durdum. Ayaklarım karanlık toprağın üstünde sabitlenmişti. Kalbim, göğsümün içinde kıpır kıpır atıyor, nefesim sanki kaburgalarımın arasına sıkışıyordu. Faria ilerlemişti ama ben bir adım daha atamadım. Gözlerimi kapattım. İçimde bir fısıltı vardı. Susturamadığım bir ses… “Kurtuldum ondan… Artık özgürüm…” dedim usulca, ama sonra sesimi bastıramadım. “Artık özgürüm!” Faria hemen yanıma geldi. Elini koluma koydu. Sesi titriyordu. “Lina, ne olur… Hemen gitmemiz gerekiyor. Eğer burada kalırsak birazdan gelip bizi bulacak!” Sözlerini duyuyordum ama içim ona cevap vermiyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimi toprağın üzerine koydum, parmaklarım ıslak zeminde gezindi. Sonra suya uzandım. Avuçlarımı suya daldırdım. Soğuk tenime işledi. Saçlarım yüzüme düştü. Gözlerim doldu. “Bırak be…” dedim boğuk bir sesle. “Biraz oynayayım. Sadece birkaç dakika. Beş yıl sonra ilk kez özgürlüğü tadıyorum.” Gözlerimi kapattım. Kalbimin atışlarını duyar gibiydim. Sanki vücudumun içinde yankılanıyordu. Ayağa kalktım. Geriye doğru bir adım attım. Sonra döndüm. Dönmeye başladım. Eteklerim dizlerime çarpıyordu. Saçlarım rüzgârla birlikte savruluyordu. Ayaklarım çamurluydu ama umurumda değildi. Dönüyordum çünkü içimdeki acı, içimdeki esaret hâlâ vücudumdaydı. Belki böyle dönersem sökülüp atılırdı içimden. Rüzgâr, tenime çarpıyordu. Gözlerimden yaşlar akıyordu ama artık silmek istemiyordum. O an, dünya sadece benim içindi. Kimse yoktu. Yalnızca ben, bedenim ve içimde ilk kez doğan o şey… Özgürlük. Durdum. Gözlerimi açtım. Nefes nefeseydim. Ellerim yanlarımda titriyordu. “Şimdi hazırım…” dedim sessizce. Faria’nın gözleri hâlâ üzerimdeydi. Hiçbir şey demedi. Başını eğdi. Ve yürümeye devam etti. Ben de arkasından adımlarımı attım. Bu kez gerçekten gitmeye hazırdım. Kayığa ilk binen Faria oldu. Dengenin bozulmaması için sessizce yerleşti. Elini bana uzattı. Titreyen parmaklarımı onun eline bıraktım ve yavaşça içine adım attım. Ayaklarım tahtanın soğuk yüzeyine bastığında içim ürperdi. Su usulca kayığın kenarına vuruyordu. Faria ipi çözdü. Kürekleri eline aldı. Güçlü ama sessiz darbelerle kayığı ilerletmeye başladı. Geriye hiç bakmadı. Ben ise başımı çevirmeden duramıyordum. Arkada kalan orman, karanlık ve sessizdi ama içinde hâlâ beni izleyen gözler varmış gibi hissediyordum. Dereden geçmek birkaç dakika sürdü. Su, her vuruşta daha da uzaklaşıyordu. Sonunda karşı kıyıya vardık. Faria kürekleri bıraktı. Ayakta doğrulup atladı. Sonra bana döndü. “Beni takip et,” dedi net bir sesle. Ben de peşinden yürümeye başladım. Ağaçların arasındaki patika dar ve düzensizdi. Faria hızlı adımlarla ilerliyordu. Sessizdi. Her zaman olduğu gibi… Yolun sonunda bir ayrım çıktı. Tereddüt etmeden sağa döndü. Ben de onu izledim. Ayaklarımız kuru dalları eziyor, arada bir taşlara takılıyorduk ama durmuyorduk. Yol düzleştiğinde ağaçlar yavaş yavaş azalmaya başladı. Havanın kokusu değişti. Toprak yerini asfalta bırakıyordu. Ve sonra birden… Önümüzde açık bir alan belirdi. Far ışıkları ufuktan yansıyordu. Ana yola çıkmıştık. Faria hızlandı. Ben de adımlarımı sıklaştırdım. Yolun kenarında büyük, siyah bir araba vardı. Dış yüzeyi parlaktı. Pencereleri karartılmıştı. Faria cebinden anahtarı çıkarıp arabanın kapısını açtı. Hiç konuşmadan sürücü koltuğuna geçti. Ben de diğer tarafa geçip kapıyı açtım. İçeriye girdim. Araba sanki sıcağın içindeydi. Koltuklar yumuşaktı. Motorun sesi duyulmadan çalıştı. Farlar yolu aydınlattı. Sessizlik hâlâ içimizdeydi. Yalnızca motorun huzur veren sesi yankılanıyordu. Işık, Faria’nın yüzüne vurduğunda başımı çevirdim. Onu ilk kez bu kadar net görebiliyordum. Yüzü yaşanmışlık doluydu. Derin olmayan ama belli belirsiz çizgiler vardı yüz hatlarında. Teninde bir pürüz yoktu. Kadifemsi, duru bir parlaklığı vardı. Gözleri… Gözleri yemyeşildi. Sanki başka bir dünyaya aitti. Uzun kirpikleri her göz kırpışında gölgelik gibi hareket ediyordu. Dudakları dolgun ve güçlüydü. Burnu küçük ve zarifti. Her şeyiyle çok güzeldi. Yorgundu ama dimdikti. Direksiyona baktı. Sonra gözlerini tekrar yola çevirmeden bana sordu: “Beş yıl sonra özgürlüğüne kavuşmak nasıl bir his, Lina?” Gözlerimi camdan dışarı çevirdim. Işıklar geçip gidiyordu. Kelimeler boğazıma düğümlendi. “Bilmiyorum…” dedim kısık bir sesle. Araba asfaltın üstünde sessizce ilerliyordu. Farlar karanlığı yarıyor, geceyi parçalara ayırarak önümüzü açıyordu. Faria direksiyonun başında dik oturuyordu. Gözlerini yoldan hiç ayırmıyordu. Dudakları sıkılmış, yüzü ifadesizdi ama içinde fırtınalar döndüğü belliydi. Bir süre sessizlik sürdü. Sadece motor sesi, hafif lastik sürtünmeleri ve arada iç çekişlerim vardı. Sonra Faria konuştu. Sesi yumuşak ama kesin bir tondaydı. “Artık özgürsün, Lina. O pislikten kurtuldun.” Başımı ona çevirdim. Işık, gözlerinin kenarına vuruyordu. “Adın ne?” diye sordum aniden. Gözlerini kısarak gülümsedi. Ama başını çevirmedi. “Bana ne isim taktın?” diye sordu, karşılık verir gibi değil de sınar gibi bir ifadeyle. “Faria.” dedim kararlı bir şekilde. Sesimde hiç tereddüt yoktu. “O zaman adım Faria,” diye karşılık verdi. Sanki bu adı ilk kez duyuyormuş gibi içinde taşıyarak söyledi. Bir an sessizlik oldu. Sonra sorularım arka arkaya geldi. Kendimi tutamıyordum artık. “Benim kaçırıldığımı nasıl öğrendin? Kim gönderdi seni? Kimsin sen? Beni neden kurtardın?” Faria derin bir nefes aldı. Gözleri hâlâ yolda, sesi hâlâ sabit ama biraz daha ağırdı. “Soruların çok, Lina. Kafanda da çok karışıklık var. Ama zamanı geldiğinde, söz veriyorum… cevaplarını tek tek vereceğim.” Kafamı cama yasladım. Dudaklarım kıpırdadı. Sonra kendimi tutamayıp gülmeye başladım. “Peki neden şimdi değil?” dedim gözlerim dolarak. “Neden cevaplar hep sonra?” Faria başını hiç çevirmedi. “Şu an sırası değil, Lina,” dedi sessizce ama net bir tonda. Yolun sonu nereye varacak bilmiyordum ama artık sustukça içimde büyüyen bir baskı vardı. Pencereden dışarıya baktım. Yolun iki yanı karanlıktı. “Peki… şu an nereye gidiyoruz?” diye sordum sesimi alçaltarak. “Karakola falan mı?” Faria başını çevirmedi. Gözleri hâlâ yolda, sesi sabit ve kontrollüydü. “Hayır, Lina. Şu an senin güvenliğin söz konusu.” Kaşlarımı çattım. Artık sabrım tükenmeye başlıyordu. “Peki… nereye gideceğiz ki?” diye sordum. “Beni nereye götürüyorsun?” Faria, ellerini direksiyona biraz daha sıkı bastırdı. “Urfa’ya gidiyoruz.” Bir anda irkildim. “Urfa mı?” dedim inanamayan bir ses tonuyla. “Ne alaka? Ben İstanbul’da yaşıyorum. Babaannem orada. Evime götürmen gerekiyor.” Sesi hâlâ sakindi ama cümleleri daha netti. “Lina, şu an evin hiç güvenli değil. İstanbul’a dönemeyiz.” O an… içimde bir şey koptu. Sanki son umudum da yoldan savrulmuştu. Yumruklarımı dizlerimin üzerine bastırdım. Gözlerim dolmuştu ama bu kez yaş değil, öfkeydi içimde dolup taşan. Başımı ona çevirdim. Dudaklarım titreyerek konuşmaya başladım “Siktiğimin beş yılı, bir kulübede esir edildim. Haftanın iki günü önüme bırakılan o berbat kitapları okudum. Sayfaları ezberlemek zorunda kaldım. Ne anlama geldiğini bilmediğim cümlelerin altını çizdim. Sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Ve haftanın belli günlerinde, sadece gözleriyle konuşan o adamın sessizce odama gelişini izledim. Gün sayarak yaşadım. Duvarları kazıyarak hayatta kalmaya çalıştım.” Nefesim kesilir gibiydi ama devam ettim. “Kafayı yemek üzereydim ama sen geldin. Sen… benim kurtuluşum oldun. Sonunda biri geldi dedim. Beni gerçekten gören biri… Ama şimdi sen de sorularıma cevap veremiyorsun. Hiçbirini. Ve ben yine aynı yerdeyim Faria… Kafayı yiyeceğim artık…” Faria hâlâ gözünü yoldan ayırmamıştı ama ses tonu değişmişti. Daha yumuşaktı. Neredeyse yalvarır gibiydi. “Lina, lütfen… sakin ol. Her şeyi düşündüm. Bu karar plansız değil. Senin iyiliğin için şu an Urfa’ya gitmemiz gerekiyor. Ne olur bana güven.” Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım. Kalbim hâlâ çarpıyordu ama içimdeki fırtına biraz durulmuş gibiydi. Elimi göğsümün üzerine koyup birkaç kez düzenli nefes aldım. Ardından başımı ona çevirdim. “Peki… orada kim var?” diye sordum kısık bir sesle. Faria, dudaklarını araladı. Sesi bu kez daha net ve doluydu. “Karahanlar.” Kaşlarımı çattım. “Karahanlar da kim?” “Urfa’nın en büyük aşireti. Orada sadece onların hükümleri geçer. Ve seni o adamdan koruyacak tek güç… Karahan aşireti.” Sözleri üzerime ağır ağır indi. Bir şeyler boğazıma düğümlendi. Şüpheyle karışık bir korku sardı içimi. “Beni kaçıran adamdan daha mı tehlikeli onlar?” diye sordum istemsizce. Faria’nın dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Gözlerini hâlâ yoldan ayırmamıştı ama sesi tuhaf bir güvenle doluydu. “Karahan’ların başındaki lider, Berzan Karahan. Ve… evet, Lina. Seni kaçıran adamdan daha tehlikeli.” Sözleri içimde yankılandı. Berzan Karahan… O an bir düşünce geçti zihnimden. Bu kadın… Beni, tehlikeli bir düşmanın elinden alıp… ondan daha tehlikeli biriyle aynı yola sürüklüyor. Faria’nın yüzünde hâlâ o donuk, anlaması zor ifadeyle yanımda oturduğunu hissedebiliyordum. Araba, geceyi yaran bir hızla ilerlerken, dışarısı karanlık ve sessizdi. Sanki içinde bulunduğum dünya bambaşka bir yöne savruluyordu. Sessizlik uzadıkça içimdeki tedirginlik büyüdü. Derken Faria başını hafifçe çevirdi. Gözleri hâlâ yolda olsa da, sesi kararlıydı. “Arabanın torpidosunda bir şey var. Ön gözde, sağda. Bana uzatır mısın?” Güçsüz ellerimle yavaşça torpidoyu açtım. Küçük, şeffaf bir ilaç kutusu oradaydı. Kutuyu elime aldım, ardından ona uzattım. “Kalp atışların hızlanmış. O ilaç yardımcı olacak,” dedi. Sesi, düşündüğümden yumuşaktı. “Bir tane iç. Hemen.” “Su?” dedim fısıltıyla. Cevap vermedi, ama yan koltuğun kenarından küçük bir su şişesi uzattı. Titreyen ellerimle ilacı aldım, ardından suyu içtim. Boğazımdan geçen serinlik, kısa bir süreliğine bedenimdeki korkuyu bastırmış gibiydi. Bir an durdum. İlaç etkisini göstermeye başlamıştı. Ama aklımda hâlâ cevaplanmamış sorular vardı. “Şimdi o aşiret beni koruyacak mı?” dedim. Gözlerimi ona çevirdim. “Berzan Karahan dedin… Onunla ne bağlantın var? Yani, senin neyin oluyor?” Faria’nın çenesi kasıldı. Gözleri yola sabitlendi, ama dudakları kıpırdamadı. Sessizlik… Gereğinden fazla sürdü. “Neden sustun?” diye sordum. “Zor bir soru sormadım ki.” Sanki içinde sakladığı bütün sırlar bir anda ortaya dökülecekmiş gibi bir hal aldı. Sonunda konuştu. “Her şey planladığım gibi gidecek. Bana inan, Lina.” Kafamı hafifçe yana eğdim. Dudaklarıma alaycı bir tebessüm yerleşti. “Bir bak hele bana. Beni o adamların elinden kurtardın diye kendini tanrıça mı sandın? Ne bu afra tafra? Hayırdır?” Gözlerim ağırlaşmaya başladı. Başım geriye doğru yaslandı. Kalbim, ritmini yavaşlatmıştı. Nefesim düzene girmişti ama zihnim hâlâ uyanıktı. Gözkapaklarım ağırlaştıkça, zihnimde beliren tek düşünce… bir şeylerin ters gittiğiydi. Uyku, bedenimi ele geçiriyordu ama ben bu sersemliğe teslim olmak istemiyordum. Dudaklarım zorla aralandı. “Bana verdiğin ilaç…” dedim yutkunarak, “Neden uykumu getirdi? Neden… gözlerim kapanacak gibi?” Faria’nın yüzünde tek bir kıpırtı bile yoktu. Sanki bunu daha önce defalarca yaşamış gibiydi. Sanki ne diyeceğini çoktan biliyordu. “Gözlerini kapat, Lina,” dedi yumuşak ama tartışmaya kapalı bir sesle. “Yolumuz çok uzun. Dinlenmen gerekiyor.” Kafamı sallamak istedim ama boynumdaki güç çoktan çekilmişti. Bir şey daha sormaya çalıştım ama dudaklarım artık bana ait değildi. Sadece sessizlik yankılandı içimde. Gözlerim, istem dışı bir şekilde kapandı. Gecenin karanlığıyla birlikte, içimdeki endişeler de yavaş yavaş sessizliğe gömüldü. Ama bu bir dinlenme değildi. Bu, derin bir bilinmezliğe düşmekti. Ve ben, Faria’nın ellerinde… kime, neye doğru sürüklendiğimi artık bilmiyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD