Soğuk duvarlar
Göz kapaklarım yavaşça aralandı. Tavanda dönen fanın sesi boğazıma oturan boşluk kadar tanıdıktı. Aynı sabah, aynı duvarlar. Uyanmak zorunda kalmak bile bir işkenceydi. Yatağın ucundaki paslı sandalye gıcırdadı. Ardından kilit döndü.
Kapı açıldı.
Bu sefer farklı biriydi. Göz göze gelmedik. Elinde tepsi ve iki kitap vardı. Adımlarını sayar gibi yavaşça içeri girdi. Yatağın ucuna geldi. Elindekileri bıraktı.
“Bugünkü kahvaltınız ve bu hafta okuyacağınız kitaplar.”
Tepsiye baktım. İki zeytin, ufacık bir peynir parçası, haşlanmış bir yumurta, bir avuç yeşillik ve plastik bardakta yeşil çay. Her şey hesaplıydı. Sanki doyurmasın diye hazırlanmıştı.
Kitaplara gözüm kaydı. İlki İnsanın Anlam Arayışıydı. Diğeri Dışlananlar ve Suçluların Psikolojisi. Sayfaları bile ağır kokuyordu. Psikolojik çözümleme kokuyordu.
Kitaplardan başımı kaldırdım.
“Geçen hafta bunu okudum,” dedim, İnsanın Anlam Arayışını işaret ederek.
Adam soğuk bir ifadeyle başını salladı.
“Hazırladığınız özet uygun bulunmadı. Yeniden yazacaksınız.”
İçimden gelen öfke kontrolüme sığmadı. Yavaşça dişlerimi sıktım.
“S…tir git,” dedim.
Sesim buz gibi çıktı. Adam tek kelime etmedi. Kahvaltı tepsisini tekrar aldı. Sanki onu da hak etmediğimi düşünüyordu. Ardına bile bakmadan odadan çıktı. Kapı kapandı. Ve kapıyı her zaman ki gibi yeniden kilitledi.
Kitaplar kucağımda duruyordu. Sayfaları hâlâ açılmamıştı. Ciltlerine baktım. Soğuk, yorgun ve yabancı duruyorlardı. Ellerim istemsizce titredi.
Sonra bir an…
Parmaklarım gevşedi.
Kitaplardan biri yere düştü. Ardından diğeri.
Sonra ikisini birden tuttum ve olabildiğince uzağa, duvara doğru fırlattım.
Çıkan ses kısa sürdü ama içimdeki öfke hâlâ yankılanıyordu.Artık okumak istemiyordum.Artık kelimeler de zincir gibiydi.
Onlar da beni susturuyordu.
Başımı kaldırdım. Tavana yapışmış gibi duran pencereye baktım. Camın ardında, aynı boşluk. Aynı gökyüzü. Ama bugün farklıydı.
Güvercin yoktu.
Uzun zamandır yoktu.
Kaşlarımı çattım. İçimdeki kırgınlık yerini öfkeye bıraktı.
“Herhalde umudu kesti benden,” diye geçirdim içimden.
İki yıldır onu bekliyordum.
İki yıldır o sesi, o kâğıdı, o küçük gagayı…
Tavanla eşit konuma gelecek pencere burada hava almam için konulmuştu. Ve sürekli açıktı.
İki yıl önceydi. O gece pencerenin kenarına bir güvercin konmuştu. Sakin, beyaz ve gri karışımı tüylere sahipti. Gagasında küçük, katlanmış bir kâğıt vardı. Gözlerime inanamadım. Bir düş müydü bu, yoksa oyun muydu’
Daha sonra gagasıyla o kâğıdı odaya attı. Ve uçtu gitti.
Kâğıdı aldım. Parmaklarım titriyordu.
Üzerinde şu yazıyordu:
“Yakında buradan çıkacaksın. Yanındayım. Korkma.”
Okuduğumda kalbim hızlanmıştı. İlk düşüncem bunun o adamın bir oyunu olduğu yönündeydi.
Belki aklımla oynuyordu.
Belki beni bir kez daha deniyordu.
Ama sonra…
Ertesi sabah aynı güvercin tekrar geldi.
Yine gagasında bir not vardı.
Bu kez daha uzun bir mesaj taşıyordu:
“Biliyorum, durum sana garip geliyor. Ama zamanı gelince karşılaşacağız ve kim olduğumu öğreneceksin. Şu anlık senden istediğim, onun dediklerini yapman. Uslu bir kız olmanı istiyorum ve artık ağlamanı istemiyorum. Adımı söylemeyeceğim. Ama bana herhangi bir isim takabilirsin. Ara sıra bu güvercin vasıtasıyla sana notlar göndereceğim. Zamanı geldiğinde planımızı yapacağız ve seni oradan kurtaracağız.”
O an… içimde bir şey kıpırdadı.
Bir yabancıya inandım.
Sesini duymadığım, yüzünü görmediğim biriyle bağ kurdum.
Ve o bir isim bulmalıydım. Hangi kelime ona yakışırdı?
Hangi isim, bana umut veren bu gölgeli varlığı karşılayabilirdi?
Sonra aklıma geldi. Okuduğum o kitaptan…
Monte Cristo Kontu.
Edmond Dantès’in zindanda tanıştığı adam…
Ona sadece kaçış yolunu değil, aklını koruma gücünü de veren o isim…
Faria.
Evet, o kişi de benim Faria’m olmalıydı.
İki yıldır ona Faria diyorum ama o, bu ismi bilmiyordu. Hiç duymadı. Onu ben adlandırdım; çünkü kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ara sıra gönderdiği notlar, bana yaşamak için bir neden veriyor. Sanki duvarlar biraz geri çekiliyor, zincirler gevşiyor. Ama bu sabah yine gelmedi. Pencere boştu. Güvercin yoktu. Faria da yoktu. İçimde sessizce bir şey kırıldı. Artık beklemek istemiyorum. Sadece bu odanın içinde değil, kendi içimde de hapsolmuş gibi hissediyorum. Kurtulmak istiyorum. Ne olursa olsun, bir çıkış yolu bulmak istiyorum.
Yavaşça yatağa geçtim. Başımı yastığa koyarken tek bir düşüncem vardı: “Bir yol bulmalıyım.” Gözlerim kapanmadan önce pencereye son bir kez baktım. Orası da susuyordu, tıpkı Faria gibi.
Uykudan uyandığımda, gözlerim yavaşça aralandı. Oda aynıydı. Fan hâlâ dönüyor, duvarlar aynı soluk renkte susuyordu. İçimde birkaç saniyelik tuhaf bir sakinlik vardı. Sonra gerinmek için kolumu kaldırdım, fakat kolum birden sertçe geri çekildi. Bileğime bir şeyin takıldığını hissettim. Hızla doğrulup baktım. Kelepçelenmiştim. Bileğim yatağın başına zincirlenmişti. Kalbim hızlandı, soluğum düzensizleşti. Başımı yavaşça kaldırıp odanın karşı köşesine baktım.
Sandalyede oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı. Her zamanki gibi sadece bana bakıyordu. Yüzü yine karanlıktaydı, başında geniş kenarlı siyah şapkası vardı. Yüzünü hiç görmedim. Gözlerini bile…
Kelepçenin soğukluğu hâlâ bileğimdeydi. İnce tenimin üzerinde bıraktığı iz, sanki yıllardır oradaymış gibiydi. Gözlerim karşı köşedeki adamda takılı kaldı. Hareketsizdi. Oturduğu sandalyede bacak bacak üstüne atmıştı. Şapkası gözlerini gölgeliyordu. Ne nefes alışını duyabiliyordum ne bir yüz ifadesi görebiliyordum.
“Yine mi sen?” dedim alçak bir sesle.
Cevap vermedi. Sadece baktı.
“Yeter artık…” dedim.
“Her geldiğinde aynı şeyi yapıyorsun. Susuyorsun. Sadece izliyorsun.
Korkaksın.”
Sesim biraz daha yükseldi.
“Bari kelepçeleme. Cesaretin yoksa, gözümün içine bakacak kadar bile yüreğin yoksa… neden zincirliyorsun beni?”
O yine sustu. Kıpırdamadı. Yüzü o tanıdık gölgenin ardında saklıydı. Sanki zaman bile onunla birlikte duruyordu.
İçimde biriken öfke dayanılmaz hâle geldi.
“Allah belanı versin,” dedim.
“Sapık herif. Ruh hastası. Kimsin sen? Ne istiyorsun benden?”
O yine sustu.
Gözünü bile kırpmadı.
Sanki her hakareti duymakla yetinen, ama hiçbirini üzerine almayan bir hayalet gibi oradaydı.
“Kitaplarını fırlatman hoş bir davranış değil, Lina.”
İçim buz gibi oldu. O an zaman durmuş gibiydi. Ses… evet, bir sesti bu. Ama beş yılın ardından ilk kez duydum. O odanın sessizliğini delen, fanın dönme sesini bastıran, içime işleyen bir sesti. Fakat sanki o ses ona ait değildi. O konuşmuyordu da, bir başkasının sesini ödünç almış gibiydi. Soğuk ama aynı zamanda sakin bir tondaydı. Boğuk, derinden gelen bir yankı gibi.
Başımı hafifçe kaldırdım. Bakışlarım sandalyede oturan o gölgeye takılı kaldı.
“Vay be,” dedim sessizce, dudaklarımda acı bir gülümsemeyle. “Beş yıl sonra ilk kez sesini duydum.”
Sanki karşımdaki biri değilmiş de, bir hayalin dile gelmesi gibi hissediyordum. Gözlerinin hâlâ görünmemesi, sesini daha da yabancılaştırmıştı.
Adam hafifçe boğazını temizledi. Öksürür gibi yaptı. Sonra da, sanki benle değilmiş gibi başını yana çevirdi.
“Dalga geçme Lina,” dedi. “Neden kitaplarını fırlattın?”
İçimdeki korku büyüdü ama onu dışıma yansıtmamaya kararlıydım. Yüzüm donuktu. Sesim netti. Soğukkanlı görünmeliydim. Onun benden korktuğuna dair en küçük bir belirti bile görmesine izin veremezdim.
“O şeyler umurumda bile değil,” dedim. “Hepsi senin saçma sapan oyunun bir parçası benden ne istiyorsun ruh hastası “
Bileğimdeki kelepçeyi sarsarak çekmeye başladım. Soğuk metal tenime acı veriyordu, ama bu acı bile orada oturan adamdan daha gerçekti. Dişlerimi sıktım. Zincirin çıkardığı metalik sürtünme sesi, odadaki tek yankıydı. Kıpırdandıkça kolumda derinleşen izleri hissedebiliyordum ama umurumda değildi. Kurtulmam gerekiyordu. Her şeyden. Bu odadan. Ondan.
Tam o an, yine konuştu.
“En sevdiğim yanın da bu işte…” dedi. Sesi alaycıydı. “İmkânsızlığın içinde hâlâ bir imkan arıyor olman. O kelepçeden kurtulamayacağını bildiğin hâlde hâlâ inatlaşıyor olman… çok hoşuma gidiyor.”
Sesindeki haz, midemi bulandırdı. Tiksinti içimi sardı. Tüm bedenim buz gibi kesildi. Nefesim hızlandı ama geri adım atmadım. Gözlerimi dikerek konuştum.
“Sen… sapıksın. Gerçek bir sapık!”
Yüzümde öfke vardı artık. Sözler ağzımdan taşarcasına dökülmeye başladı.
“Senin adını artık biliyorum. Sapık! Başka hiçbir şey değil! Orospu çocuğu! Korkak bir pisliksin sen! Yüzünü bile gösteremeyecek kadar acizsin!”
“Ağzın çok bozulmuş Lina,” dedi.
Sanki az önce ettiğim küfürleri hafif bir kabalık gibi geçiştiriyordu.
Ama ben susmadım. İçimdeki öfke hâlâ canlıydı. Sanki yılların birikmişi şimdi dökülüyordu.
“Sana mı kaldı ağzımı sorgulamak, sapık! Senin gibi bir pislikten mi öğreneceğim nasıl konuşacağımı ha? Senin yediğin haltlar kutsal da, benim küfürlerim mi sorun?! Orospu çocuğu dedim, yine derim!”
Sesim duvarlara çarptı. O ise sessizce yerinden kalktı.
Sandalye gıcırdadı. Geniş bedeninin gölgesi odada büyüdü. Ayağa kalkınca göğsümde bir baskı hissettim. Kalbim ritmini bozdu. Geriye doğru çekildim.
İçimde istemsiz bir korku yükseliyordu. Tüm bu öfkenin ardında hâlâ çocuk kalan bir yanım vardı. Her adımıyla içime sinen sessizlik, artık tehdit gibi geliyordu.
Adam kapıya yönelmeden önce bir kez daha konuştu.
“Bu akşam sana yemek vermeyecektim aslında… Ama zayıf olman hoşuma gitmiyor. Birazdan yemeğin gelir.”
Sesi aynıydı. Ne kızgın, ne de kırgın. Hatta neredeyse şefkatliydi. Bu beni daha da tiksindirdi. Ardına bile bakmadan kapıyı açtı ve çıktı.
Ama aradan fazla zaman geçmeden kapı tekrar aralandı. Bu sefer başka bir adam girdi içeriye. Yüzünü daha önce görmemiştim. Yirmili yaşların sonunda, kısa saçlı, ifadesiz bir yüz. Üniformaya benzer siyah bir kıyafet giymişti.
Sessizce yanıma geldi. Bileğime takılı olan kelepçeye uzandı. Anahtarla açtı. Metal sesi boğuk bir tınıyla odada yankılandı. Kelepçe açıldığında bileğimdeki acı daha da derinleşti. Parmaklarımı oynattım ama tenimde hâlâ ağırlığını hissediyordum.
Adam doğrulurken göz göze geldik. Gözlerinin içi boştu. Duygusuz.
O an içimde patlayan öfkeyi tutamadım. Başımı geriye çekip, tüm gücümle yüzüne tükürdüm.
Tükürük yanağından süzüldü ama yüzünde en ufak bir tepki oluşmadı. Ne öfke, ne küçümseme… hiçbir şey. Gözlerini bile kırpmadan arkasını döndü, odadan çıkıp kapıyı kapatıp kilitledi.