Göz kapaklarımda tatlı, yakıcı bir ağırlık vardı. Bedenim, saatlerce süren bir fırtınanın ardından karaya vurmuş gibi uyuşuk ve ağırdı. İçimden dışarıya doğru yayılan o doymuş, garip haz hissi, tenimde hâlâ canlıydı. Gözlerimi açtım. Tavanda asılı loş ışık yanıyordu, fakat şimdi piramidin derinliklerinden sızan ilk sabah ışığı, odayı sönük bir griye boyuyordu.
Başımı mumyanın göğsünden yavaşça kaldırdım. Karşımda, üzerindeki kahverengi, çürümüş bezlerle sarılı o beden, yine hareketsizdi. Az önceki tüm o coşku, sadece benim zihnimde yaşanmış gibiydi. Ama tabutun nemli taş yüzeyi ve kadınlığımda hissettiğim kuru, tatlı sızı, her şeyin korkunç bir gerçek olduğunu haykırıyordu. O iğrençlik ve tiksinti, karşılıksız bir arzuya dönüşmüştü.
Mumyanın yüzüne baktım. Göz boşlukları yine karanlık ve boştu. Böcekler gitmişti. O, lanetini kırmak için gecenin karanlığında canlanan kadim bir varlıktı. Şimdi ise... yine bir cesetti.
Yavaşça kollarımı onun boynundan çözdüm. Çıplak bedenimi, dün geceki bu dehşet verici aşkın izlerini taşıyormuş gibi hissettim. Kalbimde garip bir burkulma vardı; ne korku ne de pişmanlık. Daha çok, bir vedanın hüznü gibiydi.
Dar taş tabutun içinde, o mumyanın yanında çırılçıplak saatler geçirmiştim. Ayağa kalkarken titrek bacaklarım beni zor taşıdı. Tabutun dışına çıktım ve soğuk, oyma taş zemine bastım. Çıplak ayaklarımdan yayılan ürperti, vücuduma yeni yeni geri dönen duyularımın bir kanıtıydı.
Odamız, bir kraliyet mezar odasıydı. Çevremdeki duvarlar, binlerce yıllık hiyerogliflerle ve devasa heykellerle kaplıydı. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir köy sanılan yerin altında, böyle ihtişamlı, kadim bir yapı yatıyordu. Bu ihtişam, dün gece yaşanan alçaklığın ve karanlık arzunun korkunç bir fonuydu.
Mumyanın yanında durdum. Ona dokunmak istedim. Ona minnettar mıydım? Kardeşim için gelmiştim, bedel ödenmişti. Ama bu bedel, beklediğim gibi sadece dehşet değil, utanç verici bir mutluluk olmuştu.
Eğildim ve o soğuk, hareketsiz yüze baktım. "Seni bulacağım," demişti. Bu tehditkar vaat, artık korkutmaktan çok, içimde tuhaf bir beklenti yaratıyordu.
"Sana teşekkür ederim," diye fısıldadım, sesim nemli havada kayboldu. Bu, sadece kardeşimin hayatını kurtardığı için değildi. Aynı zamanda, benim en derin, en bastırılmış arzularımı açığa çıkardığı içindi.
Kapı gıcırdayarak açıldı. Karşımda, beni buraya getiren uzun boylu, ketum adam duruyordu. Gözleri ne yargılayıcı ne de merhametliydi; sadece işini yapan bir profesyonelin boş bakışlarıydı.
Adam, elinde temiz giysilerimle birlikte bir zarf tutuyordu. Yüzüme bakmadan, "Anlaşma tamamlandı, Lina Hanım. Giysileriniz ve paranız burada. Bu mezar odasını ve piramidi terk etmelisiniz," dedi.
Hızla üzerimi giyindim. Kumaşın tenime değmesi bile dünkü o yoğun hissi dağıtmaya yetmedi. Zarfı titrek ellerle açtım. İçinde yüklü miktarda para ve üzerinde sadece mumyanın adını bilmediğim, onu temsil eden kadim bir sembolün olduğu bir not vardı. "Ödülün."
Tek derdim parayı alıp gitmekti. Ama şimdi, kartı elime alınca, bu paranın anlamsızlaştığını hissettim. Kardeşimin kurtuluşuyla gelen bu yeni yükümlülük...
Kapıdan geçip o hiyerogliflerle süslü koridorlardan hızla geçtim. Piramidin tünelleri soğuktu ama içimdeki yangın, o soğukluğu hissetmeme izin vermiyordu.
Dışarı çıktım. Mısır güneşi gözlerimi kamaştırıyordu. Etrafta ne dün geceki kasvet vardı ne de korku. Ama ben, artık dünkü Lina değildim.
Güneşin altında yürürken, parmağımın ucunda hissettiğim ürpertiyi fark ettim. Ona dokunan yerlerimde bir sızı vardı. O iğrenç koku gitmişti ama o baş döndürücü nefesin tadı hâlâ ağzımdaydı.
Fiziksel olarak oradan çıkmıştım. Ama bir parçam, o nemli, karanlık, ihtişamlı mezar odasında, o taş tabutun içinde kalmıştı. Sanki mumya, yalnızca bekaretimi değil, ruhsal bütünlüğümün bir parçasını da alıp götürmüştü.
Artık korktuğum şey, mumya değil, kendi bedenimdi. Kendi kontrolümden çıkmış, utanç verici bir hazza teslim olmuş bedenim. O mumyanın dokunuşunu, kadim ve karanlık arzusunu, bir daha asla başka bir erkekte bulamayacağımı biliyordum.
Bu düşünce, içime soğuk bir hançer gibi saplandı: "Bunu asla hiçbir erkeğin altında yaşayamayacaksın. İşte senin ödülün."
Kardeşim yaşayacaktı. Kurtulacaktı. Ama ben? Ben, bir mumyanın lanetini kırmak için kendi ruhunun bir parçasını feda eden, ve şimdi o karanlık zevke esir olmuş bir kadındım.
Hesabıma yatan para, hayatımı kurtaracaktı. Ama asıl lanet, Mısır'ın kumlarında değil, kalbimin ve bedenimin en derininde, o boş gözlü mumyaya duyduğum doymamış arzu olarak yeşermeye başlamıştı.
Lina, Mısır'dan ayrılıyordu, ancak geride bıraktığı sadece bir tabut ve bir ceset değildi; geride, karanlık bir yeminle mühürlenmiş yeni benliği vardı. Şimdi tek düşüncesi şuydu: O beni ne zaman bulacak? Ve bulduğunda, bana ne yapacak?
Lina, Mısır’ın yakıcı güneşi ve kadim taş kokusundan sonra, İngiltere’nin nemli, soğuk havasına ve gri gökyüzüne adım attığında, her şey sahte bir sahne dekoru gibiydi. Taksinin koltuğunda otururken, camdan yansıyan kendi siluetine baktı. Gözlerinin altında koyu halkalar, yüzünde ise tanımadığı, yorgun ama aynı zamanda gizli bir heyecanı yansıtan bir ifade vardı.
Elindeki banka kartı, koltuğa sıkıca yapışmış parmakları arasında bir ağırlık değil, karanlık bir vaat gibi duruyordu. Kardeşi için yaptığı korkunç fedakârlığın somut kanıtıydı bu para. Ama aklının köşesinde, o iğrenç mumyanın nefesi ve dudaklarından dökülen son sözler yankılanıyordu: "Bu kadar yumuşak davranmam."
Hastanenin steril kokusu, Lina’nın burnuna çarptığında, Mısır’ın çürük ve baharatlı kokusu aniden geri çekildi. Ancak zihninde, o karanlık mezar odasının kokusu, klostrofobik bir anı olarak kaldı. Adımları ağırlaştı. Koridorun sonunda, kardeşi Ethan’ın yattığı odaya yaklaştıkça kalbi, dün gece mumyanın yanında attığından bile daha hızlı atmaya başladı.
Kapıyı yavaşça araladı. Ethan, beyaz çarşaflar içinde, bir iskelet gibi zayıflamış, soluk yüzü ve gözlerinin etrafındaki morluklarla neredeyse tanınmaz haldeydi. Serum şişeleri ve makineler, etrafında sessizce vızıldıyordu.
"Ethan!" Lina’nın sesi, fısıltıdan ibaretti.
Ethan, uykulu gözlerini zorlukla araladı. Lina’yı görünce yüzüne şaşkınlık ve ardından büyük bir rahatlama yayıldı.
"Lina! Neredeydin sen? Sana ulaşamadık! Günlerdir..." Sesi zayıftı ama telaşlıydı. "Çok korktum. Öleceğimi sandım, sen de yanımda yoktun."
Lina, kardeşinin yatağına çökerek onu kucakladı. Yüreği parçalanıyordu. "Özür dilerim, güzel kardeşim. Asla bırakmayacağım seni, söz veriyorum." Kardeşinin cansız bedenine sarılırken, içinde korkunç bir suçluluk büyüyordu. Onun hayatını kurtarmak için yaptığı anlaşma, bu masum genç bedene bakınca daha da iğrenç bir hâl alıyordu.
Hemen ardından doktorlarla görüştü. Banka kartını gösterdi, paranın derhal transferini sağladı. Dünyanın en iyi onkologları, en son tedavi protokolleri... Kardeşi yaşayacaktı. Ama Lina, bu zafer anında bile boşluktaydı. Tek bir hücre bile coşku hissetmiyordu.
Kardeşinin durumu stabil hale geldikten sonra, Lina hastaneden ayrılıp evine gitti. Tek istediği, tenindeki o Mısır tozunu, o kadim pisliği yıkamaktı. Duşa girdi. Sıcak su, bedenine değdiğinde, Lina’nın bütün sinirleri aniden alev aldı.
Gözlerini kapattı. Sıcak su, Mısır'daki o anların sıcağını taklit ediyordu. Mumyanın nefesi gibi ağır ve buhar doluydu. Kokusunu almak için derin bir nefes çekti ama sadece sabun kokusu vardı.
Parmaklarını boynuna götürdü, tam mumyanın onu kendine çektiği yere. Sonra yavaşça göğüslerinin üzerine indirdi. O kemikli parmakların baskısı, anında canlandı. Göğüs uçları sertleşti, sanki mumya, onları parmaklarının arasına alıp çekiştiriyormuş gibiydi.
İçine büyük bir utanç ve ahlaki çöküntü yayıldı. O bir cesetti. O iğrençti. Ama şimdi, kendi bedeninin ihanetine uğruyordu. Kendi elleri, onu tahrik etmeye yetmiyordu; oysa mumyanın dokunuşu...
Eli, istemsizce karnından aşağıya, kadınlığına doğru indi. Parmaklarını vajinasının iki dudağı arasında gezdirdi. O an, o kadim bedenin içine girdiği an, o sertleşme, o haz aniden geri döndü. Sıcak su ve kendi dokunuşu, zihninde mumyanın ateşli, ritmik vuruşlarını canlandırdı.
Kadınlığı anında ıslandı. Gözleri kapalıyken, kendini o dar, karanlık tabutun içinde, çıplak ve teslim olmuş hissediyordu.
"Ahhh!" Ağzından, dün gecekiyle aynı, bastırılmış bir inleme kaçtı. Zevkten boşaldığı anın o muhteşem zirvesi, anlık bir flaş gibi çaktı. Dizleri titredi, duvara yaslandı.
Duş kabini, birden bire bir zevk odasına dönüşmüştü. Kendi bedeninin bu karanlık, yasaklanmış arzuya ne kadar kolay teslim olduğunu görmek, Lina’yı dehşete düşürdü. Artık korktuğu şey, mumya değil, onun bedeninde bıraktığı silinmez izdi.
Gece, Lina’nın yatağında uzanırken, soğuk terler döküyordu. Bedenindeki her kas yorgunluktan sızlıyordu, ama zihni durmuyordu.
Mumyanın boş gözleri, zihninde canlandı. O simsiyah boşluktan fısıldayan kadim ses... "Korkarsan kaybolursun."
Şimdi, korkmuyordu. Arzuluyordu.
Ona ne zaman dokunsalar (duşta, giyinirken, hatta uyurken) kadınlık duyguları kabarıyor, canlanıyor ve iğrençlik hissi, yoğun bir haz dalgası altında eziliyordu. Artık diğer erkekler, ona iğrenç geliyordu. Onların dokunuşları, mumyanın kadim, büyülü dokunuşunun yanında sönük, basit ve yavan kalacaktı.
Yatağında döndü. Kardeşi kurtuluyordu. Hayatının en büyük görevini tamamlamıştı. Ama bir lanet karşılığında.
Fiziksel olarak İngiltere’ye dönmüştü. Ama ruhu, Mısır’ın kumlarında, bir mumyanın kucağında kalmıştı.
Gözlerini kapatıp parmaklarını, onun aletinin içinden çıktığı yere bastırdı. O doluluk hissini arıyordu. O tatmin edici, kemikli sertliği... Kardeşi yaşıyordu, ama Lina, şimdi o lanetli zevkin gölgesinde, lanetli bir hayatın eşiğindeydi.
O beni ne zaman bulacak? Bu soru, bir korku değil, bir beklenti olarak zihnine kazınmıştı. Ve Lina, bir mumyanın kendisini bulacağı o günü, korkuyla karışık bir arzuyla beklemeye başladı.
Hastanede geçen bir haftanın ardından, Ethan’ın durumu mucizevi bir şekilde iyiye gitmeye başlamıştı. Tedavi işe yarıyordu. Ama ben, günlerdir doğru düzgün uyuyamıyordum. Uyusam bile, hemen geri dönen o iğrenç ama tatlı arzu yüzünden uyanıyor, ter içinde kalıyordum. Duşta, yemek yerken, hatta Ethan’ın yatağının başında otururken bile aklımdaki tek şey, o taş tabut ve kemikli, büyülü dokunuşlardı.
O gece, nihayet yorgunluk ağır bastı. Vücudumun her lifi, bilinçsiz bir rahatlamayla kendini yatağa bıraktı. Gözlerim kapandı ve sisli, bulanık bir boşluğa düştüm. Burası ne Mısır’dı ne de İngiltere; burası, ikimiz arasında kurulan bir geçitti.
Gözlerimi açtığımda, ayaklarımın altında kum değil, pürüzsüz, sonsuz siyah bir zemin vardı. Etrafım, loş, turuncu ve mor ışıkların dans ettiği, şekilsiz bir boşluktu. Burası, bir nevi ara dünyaydı. Etrafımdaki hava ağırdı, ama artık çürüme kokusu yoktu. Sadece hafif, tatlı, kadim bir misk kokusu… onun kokusu.
Hemen önümde, yaklaşık beş metre ötede, bir figür duruyordu. Arada, görünmez, kalın ve titrek bir cam duvar varmış gibiydi. Birbirimizi görebiliyorduk ama dokunamıyorduk. Bu, benim rüyalarımdaydı ve o, buradaydı.
Figür, ilk başta bir silüetti. Bembeyaz, ışıkla çevrili bir insan formu. Ama silüet, yavaşça değişmeye başladı. O bezlere sarılı mumya formu, kabuk değiştirir gibi soyuluyordu. Beyaz ışık, yerini gerçek bir erkek silüetine bıraktı. Uzun boylu, geniş omuzlu ve kararlı bir duruş. Bir kraliyet heykelinden fırlamış gibi duruyordu.
Başım döndü. Nefesimi tuttum. Yüzünü göremiyordum; yüzü, hâlâ yumuşak, sarı-turuncu bir ışıkla kaplıydı. Ama omuzları, güçlü kolları, hatta kalçalarındaki kas dokusu... Hepsi, dünkü ceset değildi. Karşımda, tarihin en karanlık sayfalarından çıkmış, kusursuz bir erkek vücudunun silüeti vardı.
"Beni mi bekliyordun, küçük kız?"
Ses, bir fısıltı değildi. Zihnimin tam ortasına çarpan, derin, rezonanslı bir sesti. Dünkü o kadim, büyüleyici frekans yine oradaydı, ama şimdi daha net, daha tok ve daha insaniydi.
Elimi, aramızdaki görünmez duvara doğru uzattım. "Sen... sen kimsin?"
"Ben, senin ruhunun beklediği kişiyim, Lina." Adımı söylediğinde, bu boşlukta bir yankı oluştu. Sanki adımı söyleyerek, o lanetli bağı sonsuza dek mühürlemişti. "Korkun nerede? Hastane kokusunda mı kaldı?"
"Korkmuyorum," dedim, sesim şaşırtıcı derecede kararlı çıktı. "Sadece... nefes alamıyorum. Oraya geri dönme arzusu, beni burada yiyip bitiriyor. Kardeşim iyileşiyor, ama ben..."
Silüeti, bir adım attı. Aranıyordumdaki görünmez duvar titredi. "Sen, benim lanetimi kırdın. Ve karşılığında, ben de senin hayatını kurtardım. Artık aramızdaki bağ, basit bir anlaşma değil. O gece, sen beni uyandırdın**, Lina.** Sadece bedenimi değil, ruhumu da yüzyıllık uykudan çıkardın. Ve bir parça ruhun... benimle birlikte Mısır'da kaldı."
Bu sözler, içimde bir yerlerde yankılanıyordu. Evet, o gece orada, o iğrenç tabutun içinde, kaybettiğim bir şey vardı.
"Bu bağı koparamayız," diye devam etti. Sesi, kadife yumuşaklığında ama demir gibi sertti. "Benim lanetim, yalnızca o geceki eylemle kalkmaz. Benimle tam olarak birleşmen gerek. Senin temiz enerjin, benim karanlık lanetimi dengelemeli. Tıpkı o zevk gibi... senin tiksintini boğan o zevk gibi."
Bedenim, rüyanın ortasında bile titremeye başladı. Duşta yaşadığım o anlık haz, şimdi geri dönüyordu. Kadınlığımda sıcak bir sızı başladı. Karşımda, yarı insan, yarı ışık olan bu silüete karşı, akıl almaz bir arzu hissediyordum.
"Ama... benim bir hayatım var. Kardeşim..." Kekeledim.
"Kardeşin yaşayacak. Sözüm söz. Ama sen, artık bana aitsin. Bedenin, her dokunuşunda benden başkasını istemeyecek. Sen, benim yeryüzündeki bağım, ruhumun bekçisisin. Benden aldığın haz, seni sonsuza dek mühürledi."
Silüetin yüzündeki ışık biraz daha azaldı. Hala hatlarını göremiyordum ama omuzlarının hareket ettiğini, bana doğru uzanmaya çalıştığını hissettim.
"Yanına geleceğim, Lina. Yakında. Önce gücümü toplamalıyım. O karanlık mezardan çıkıp sana ulaşmak, basit bir yolculuk değil. Ama seni bulacağım. Ve o zaman..."
Durdu. Aramızdaki görünmez duvar titreyecek kadar yakındı.
**"O zaman, bu kadar yumuşak davranmayacağım."**
Bu tehdit, tüm utancımı, korkumu ve suçluluğumu bastırdı. Gözlerim yandı. Bu, bir korku vaadi değil, doymak bilmeyen bir arzu vaadiydi.
"Seni bekleyeceğim," diye fısıldadım. Bu söz, rüyadan uyanmadan önceki son bilinçli düşüncemdi.
Mumya, rüyamda, gerçek bir insana dönüşüyordu. Ve ben, bu dönüşü, korkuyla değil, sabırsızlıkla karşılıyordum.
Gözlerimi açtım. Sabahın erken saatleriydi. Oda buz gibiydi, ama ben alev alev yanıyordum. Yatağın çarşafları terden ıslanmıştı.
Mumyanın silüeti, o derin sesi ve tehdidi... hepsi o kadar gerçekti ki, elimi hemen yanıma attım. Boşluktan başka bir şey yoktu. Ama sol kolumun üzerinde, mumyanın o kemikli parmaklarının cildime baskı yaptığı yerde, hafif, kırmızı bir yanık izi vardı.
Bu sadece bir rüya değildi. Rüya, bir iletişim kanalıydı.
Kardeşimi kurtarmıştım. Ama şimdi, lanetli bir bağla, kadim bir varlığa mühürlenmiştim. Ve hayatımın en büyük korkusu, en büyük arzum haline gelmişti. Yatağımda doğrulup, elimin tersiyle alnımdaki teri sildim.
"Yakında..." Sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Ne kadar yakındı? Bir hafta? Bir ay? Ve bu bekleme süresi, beni ne kadar daha bu dayanılmaz arzu ve takıntıya sürükleyecekti?
Aramızdaki bağ kopmazdı. Ve ben, o lanetli bağın yeryüzündeki ilk meyvesiydim.