1954 YILI / SONBAHAR KIŞI
Zaman, çabuk geçiyordu.
Zaman, su gibi geçiyordu.
Zaman, yaraları geçirmiyordu.
Yine, her zaman ki gibi uykusuz kaldığım bir gecenin ayazında, çardakta oturmuş tanın ağrımasını istiyordum. Alacakaranlıkta, horozun sesi ile gökyüzüne dikmiştim bakışlarımı. Soluğumu titrekçe verirken yorgun bedenimin üzerine attığım yorganı daha da sardım bedenime. İçimdeki ölü toprağı atmak istesem de bir türlü yapamıyordum.
Ben Esra, tüm hayatımı tırnaklarımla, etimle kazırken şimdi an be an beni öldüren aşkın, acının toprağını üzerimden atamıyordum. Geçmesini bekliyordum, geçmiyordu. Nefes almak istiyordum. Hani burnumdan aldığım nefes var ya işte o değil. Kalpten almak istiyordum o nefesi. Ben bir buçuk yıldır öyle nefessiz kalmıştım ki, ben bir kefenin içinde öyle çürüyüp gitmiştim ki ne kimse bana nefes aldırmıştı ne de mezarıma taş yaptırmıştı.
Ölüydüm ben.
İnsan sadece uyuyarak ya da nefes alarak yaşayamazdı. Tüm mutluluğum, neşem, şen sesimle söylediğim türkülerim, annem, sevdiğim ama lanet ettiğim her şey gitmişti. bir ben kalmıştım bir de içimde solan çiçeklerim.
Mazim karanlıktı.
Geleceğim de öyle.
“Benim güzel şehla’m!”
“Seni koynumda uyutacağım günler var ya, o günleri bekle sen. Bak bakayım kim çekip alabiliyor seni yanımdan?”
Can acısını herkes bilir.
Bağrımın nasıl yandığını hissediyor musunuz? Bir an sadece bir an durup düşünün. Tüm mutluluğunuzun çalındığını. Benim sadece mutluluğum değil hayatım çalındı.
Öldüm ben.
Öyle öldüm, öyle ağladım ki mazimi düşünürken gözlerim kurudu. Sevdiğim adam göz yaşlarımın çok değerli olduğunu bir inci tanesi olduğunu söylerken ben tüm incilerimi kuruttum.
Sevdamın yükünü bir ben taşıdım.
Benim sevdam ona kamburmuş. Benim aşkım ona mezarmış.
Benim sevgim onun lanetiymiş.
Öldüm!
Öldüm de kimse bakmadı bana. Kimse bu kız niye böyle demedi. Yargılandım, dışlandım, edepsiz oldum ama asla iyi biri olamadım. Tüm ciğerlerim çalınmıştı benden, nasıl nefes alabilirdim?
Ben, öldüm.
Sevgim de aşkım da öyle öylesine medbahtı ki, kalbim bir enkazdı.
Ayazın ortasında donarak ölsem daha az canım yanardı.
“Esra…”
Gecenin karanlığına vuran ışıkla gözlerimi gökyüzünden çektim. İçime bir nefes çektim, iyi gelmesi için ama diğer soluklarım gibi sadece boğazımda düğümlenen bir ilmikti. “Baba?” dedim, gözlerimin artık dolmadığına şükrettim.
“Kızım, niye mi uyumadın?” dediğinde cansız dudaklarımı kıvırmaya çalıştım. Dudaklarım sadece konuşmak için aralanıyordu artık. Kıvrılamıyordu, en son kıvrıldığında kanamıştı dudaklarım, labuk bağlamamıştı halen.
“Uyuyamadım babam, sen geç de uyu.”
Elindeki gaz lambası ile çardağın içine girdiğinde oturuşumu düzelttim. Gaz lambasını bilerek hafifçe yukarı kaldırıp ağlayıp ağlamadığımdan emin olmak için yüzümü inceledi. “Uyuyayım tabi, kızım gün be gün ölsün ben uyuyayım.”
“Baba-”
“Sus.” Sesimi keserek yüzüne baktığımda elindeki gaz lambasını oturduğum yere bıraktı. Gözlerimin içine baktı. “Bana yalan söylemeyi bırak. Artık yalanlarınla vicdanımı rahatlatmak istemiyorum kızım. Ben eski Esra’mı istiyorum. Emine’mden olan o mutlu kızımı istiyorum. Sen benim kızım değilsin.”
“Değilim.”
Kızmıştı bana çok. Hem de çok kızmıştı ama elimde miydi onu sevmek, sevmemek? Ondan vazgeçmeyi bende istemiyor muydum sanki? Maziyi geride bırakmayı herkesten çok istiyordum ama başaramıyordum.
Babam içli içli çekti soluğunu. “İçeri geç. İçin ayaz zaten soğukta oturmak sana bir fayda sağlamaz kızım.” Konuyu açmak istemiyordu, onunla o konuyu konuşmaya çalıştığımda üstünü her zaman örtmeye çalışmıştı.
Gaz lambasını eline alarak çardaktan çıktığında gözlerimi kapattım. Yüreğim ‘yapma’ dese de kendime engel olamadım. “Baba?” dediğimde adımlarının durduğunu işittim.
“Giden geri gelmez mi baba?” dedim içim kan ağlaya ağlaya. Yalan söylesin istedim, bana yalan söylesin de kendimi avutayım istedim. Paramparça olmuş kalbimin bir parça umuda ihtiyacı vardı. Öyle yanıyordum ki ben ölmüştüm.
“Gelmez kızım. Giden geri gelmez, gelse de ardında bıraktığına gelmez.”
Sesi, hüzün doluydu ama acımdan onu avutamadım bile. Dudaklarımdan bir hıçkırık koptuğunda kirpiklerimi araladım. Babamın omuzlarının sarsıldığını hissettiğimde tüm duygularım birbirine girdi. Annemi kaybedişinden sonra o da aynı benim gibi terk edilmişti.
Annem istemeyerek gitmişti. Eceli gelmişti.
Peki ya o Esra?
O gitmişti, eceli de sana elleriyle bırakmıştı.
“O gelmeyecek!” diye sert bir sesle konuştu babam. “O adam için tek bir göz yaşı dökme artık zira benim kızım bu kadar güçsüz ve kendisini sevmeyen bir adam için ağlayacak kadar gurursuz değil.”
Gurursuz.
Gurursuz bir kızdım ben.
Sevdiğim adamın başka biriyle beni arkasında bıraktığını bile bile onun için ağlayacak kadar gurursuzdum belki.
Ama gururum umurumda değildi.
Hep içim, kalbim fısıldıyordu ona.
Hiç mi sevmedin beni Yiğit?
Hiç mi?
.
“Kız!”
“Esra!”
“Dalmış gitmiş yine bu deli! Kız!”
Elimde soğuk suyla çitilediğim çamaşıra baktım. Dere kenarında bana seslenen Aysel Abla’yı gördüğümde dalgın bakışlarım onu buldu. “Sabahtandır aynı çamaşırı çitiliyorsun kızım. Ellerin kanayacak.”
Önümdeki çamaşıra baktım. Gerçekten de söylediği gibiydi. Ellerim soğuk suda çamaşırı yıkaya yıkaya kıpkırmızı olmuştu. Neredeyse kanayacaktı. Çamaşırı elimden bırakmadan çitilemeye devam ettim. Canım o kadar acımıyordu ki artık, hissizdim.
“Vah yavrum mahvolmuş. Yazık, Allah acısın haline.”
“Haberi yoktur herhal? Yoksa böyle olur mu ki?”
“Olsa ne olacak Nurgül, zil takıp oynayacak değil ya? Kızın başına gelenleri bilmemiş gibi konuşuyorsun.”
Dediklerini duymamış gibi yaptım. Derenin kenarında, bu soğukta diğer kadınlar topladıkları çalı çırpıyla suyu kaynatıp çamaşırlarını sıcak su ile yıkarken ben soğuk su ile kirli olan çamaşırları yıkadım. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum bile.
“Kızım biz gidiyoruz. Sende geç kalmadan gel.”
Aysel Abla’ya başımı sallayıp yıkadığım çamaşırları sepetime yerleştirdim. Ben ve babam tek olduğundan çamaşır az çıkmıştı. Buruş buruş olmuş parmaklarımla sepeti tutum belime yasladım. Derenin kenarından uzaklaşarak evin yolunu tuttum.
Suskundum.
Eskiden olsa susmadan yürür, yol kenarındaki çiçeklere, ağaçlara söylenip dururdum ama şimdi gözlerim dalıp gidiyor, kelimelerimi yutturuyordu bana.
Bir buçuk yıl olmuştu o gideli.
Ben tam o gün ölmüştüm.
Mezarıma yazmamışlardı ama Yiğit benim ecelimi o gün belirlemişti.
O günkü ağlayışlarım hala kulağımdaydı. Tüm köy benim haykırışlarımla dolmuştu. Öyle bir kara sevdaydı ki benim aşkım, ben bile duramıyordum önümde.
Nefret ediyordum ondan, ölesiye bir nefretti bu. Beni bıraktığı için, aldattığı için, ihanet ettiği için ve dediklerime inanmadığı için öyle nefret ediyordum ki ondan başka bir duygu bırakmamıştı içimde.
Aşkımın önüne geçsin istedim nefretim.
Olmadı.
Şimdi gelse koşarak gitmezdim ona ama görürdüm. Öyle aynı şehirde olduğumuzu bilsem bu bile yeterdi bana. Onu görmesem de nefes aldığını bilmek yeterdi bana.
Yürüdüm.
Yürüdüm.
Ayağım bir çakıl taşına değdiği vakit kendimi bir anda yerde buldum. Çakıl taşı dizimi sıyırıp geçerken gözlerim acıyla doldu. Yıkadığım çamaşırlar dört bir yana savrulurken dudaklarım titredi. Ağlamamak için direnip, avuçlarımı yere bastım. Ayağı kalkmaya çalıştım. Kızarık avuçlarım bu darbeyle kanamaya başladı ama umursamadım.
Kendimde bulabildiğim son güçle ayağı kalktığımda nerede olduğumu o an anladım. Gözlerim derenin kenarındaki yoksunluğa değdiğinde gözlerimdeki yaşartı gitmeden bir diğer geldi. Dudaklarımdan kaçan hıçkırıkla kendimi daha fazla tutamadım.
Kimse yoktu zaten. Ağladım.
Öyle bir ağladım ki, babam duymasın diye sessizce yastığa bastırdığım hıçkırıklarımı serbestçe bıraktım.
Onunla ilk tanıştığımız yere gelmiştim. Kiraz ağacına lakin ne kiraz ağacı vardı artık ne de o.
O günü hatırlıyordum. O gittikten sonra sahibi olduğunu tarlayı satmışlardı. Her gün üzerine çıkıp, türküler çığırıp kiraz yediğim ağacı kesmişlerdi. İşte benim canımı tam o gün almıştı.
O gün benim kıyametimdi işte.
Hıçkırıklarımı tutamadım. Öyle bağıra bağıra ağladım ki içime atıp atıp, her şeyimi bağırdım. Tüm acımı, nefretimi, sevdamı. Geçsin diye bağırdım.
Geçmedi.
Lakin o an Allah beni duymuş, görmüş olmalıydı ki hasretime son verdi. Ben onun beni terk ettiği günü kıyametim sanarken, hikayemin sonu zannederken asıl hayatımın orada başladığını bilmiyordum.
“Şehla…”
Dudaklarımın ucuna gelen hıçkırığı duyduğum sesle yutmak zorunda kaldım. Hayal zannettim, bir rüya sandım. Öyle çok gelmesini bekledim ki, gelmediği her an daha çok ağladım. Rüya ile kabuslarımı ayırt edemedim. Uykusuz kaldığım geceler dışında uyuduğum her gün onun gelişi ile uyandım ama hepsi yalandı.
Şimdiye denk.
Burnumu çektim ancak arkamı dönmeye gücüm yetmedi. Arkamdaki o boşlukla uğrayacağım yıkımı düşünmek gözlerimden bir yaş daha düşmesine sebep oldu. O, burada değildi. Ben hülyalarımda onun sesini duyuyordum.
“Şehla? Sen misin?”
Bu sefer duramadım. Kalbim korkuyla çarparken gözlerimin yaşı ile hızlı arkamı döndüm. O an yüreğimdeki sevdanın yerini an be an nefret aldı. O gelmeden önce aşkımıza ağlarken şimdi onun için sadece içimdeki kinle acımasızca davranacaktım.
Yıllar sonra o an ela gözlerim kahverengilerine tutuştu.
Benim mazim, yeniden o an yazılmaya başladı.
.
Kara sevda.
Sevda, nedir bilir misiniz?
Birini kendinden çok sevmek, onu vazgeçilmez kılmak nedir bilir misiniz?
Ben birini çok sevdim, ben birine öyle kaptırdım ki kendimi onsuz ne nefes alacağıma ne de yaşayabileceğime ihtimal verdim.
O an Allah duydu, bu sözüme darıldı.
Onsuz yaşayamayacağım ne varsa, alırım dedi.
Aldı.
Yiğit’i aldı benden.
Sevdiğimi, koyu kahvelerine hasret kaldığım adamı kopartıp aldı benden.
Onsuz yaşattı beni her gün, ben gün be gün öldüm. Yaşıyordum belki ancak ruhuma dek bir şey kalmamıştı içimde.
Senin çiçek kokuna ölürüm demişti Yiğit.
Tüm çiçeklerimi öldürmüştü.
Sahi hep böyle değil miydi?
Ne sevdiysek alındı bizden, mutluysak gitti bizden. Aptaldı ya kırık kalbim küsmüştü yaratana. Allah’ın perişan bir kuluydum, darılmıştı ona gönlüm. Ne secdeye varabilmiştim ne de ellerimi semaya kaldırabilmiştim. Sadece yakarıp durmuştum. Niye?
Neden o kara geceyi yaşamıştım? Neden beni onsuz bırakmıştı diye isyan etmiştim.
Lakin imtihanım olduğunu nereden bilirdim.
Şimdi Allah, göğü inletip bana sesleniyordu sanki. Bak, bak diyordu. Senden aldığımı sana veririm böyle lakin ne aldığım aynı kalır, ne de verdiğim.
Gelmişti işte.
Tüm isyanıma, haykırışıma sebep olan adam karşımdaydı.
Kanlı canlı duruyordu karşımda. Onu ilk gördüğüm yerde, yıllar sonra ilk gördüğüm andı. Gözlerinin içine bakmaya korktum. Bedenim öyle bir zelzelenin içindeydi ki bakamıyordu o gözlere. Orada kendimi bulamamaktan korktum belki, ya da ona baktığımda sarılacağımdan korktum.
Sahi ne diye korkuyordum?
Beni ardında bırakıp kaçan korkak o değil miydi?
Bakışlarıma önce siyah kumaş pantolonu takıldı. Islak kirpiklerimin arasından süzülen yaşlar yanağıma dökülürken az evvel dağları inleten çığlığım şimdi sessizce içimde rüzgarlarını estiriyordu. Dudaklarım mühürlenmişti adeta. Kalbim durmuş, yüreğimin acısı o an son bulmuştu. Yine de kaldırıp başımı bakamadım ona.
Korktum.
Bana ait olan bakışlarda başkasını görmeye.
Ya da o kahvelerinde bensizliği görmeye.
Her ikisi de canımı yakardı. Yine de korkumu yenmem gerekiyordu. Sızım sızım sızlayan yüreğimi söndürmem gerekiyordu. Titreyen çenemle birlikte dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözlerimden süzülen yaş ile göğsüne çıkardım bakışlarımı.
O an ilk zayıflığı dikkatimi çekti. Beni, her daim sarıp sarmalayan o sıcak iri göğsü artık o kadar da iri değildi. Zayıflamıştı ancak öyle cılız değildi. Sadece eskisine göre çökmüş gibiydi. Üzerindeki gömleğin yakaları tenini bana sergilemek için açıktı, esmer tenini gözlerimin önüne seriyordu. O an iç çektiğimin bile farkında değildim. Eskiden o sevdalandığım göğsüne kıvrılır, parmaklarımı gezdirirdim o çukurda.
Söylesene Esra, başka hangi eller değmişti o çukura?
Bedeni titredi bu düşünceyle. Ben puslu zihnimde onu bir başkasına yakıştıramazken ona birinin dokunduğu düşüncesi beni mahvediyordu. Gerçi acı gerçekti, ben bunu yaşamıştım.
“Şehla’m…”
O tek kelime dudaklarımdan küçük bir hıçkırık koparmaya yetti. Ona bakmaya korkan bakışlarım yüzüne çıktığında acıyla kasılmış yüz hatlarını fark ettim. Sakalları uzamıştı. Her daim kısa diye isyan ettiğim, yanağıma bıraktı derin öpücüklerle çizikler bıraktığı sakalını uzatmıştı lakin çok uzun değildi. Yanakları verdiği kilodan gerek çukurlaşmıştı, gözleri ise…
Ah o gözleri, çökmüştü.
Kahveleri daha evvel hiç görmediğim kadar kararmıştı. İrislerinin etrafındaki beyaz aklar, kıpkırmızı olmuş koyu kahveleri katran siyahına bürünmüştü. Gözlerinin altında belirgin halkalar oluşmuştu. Yüzü çökmüştü, alnında bir çizgi belirginleşmişti. Değişmeyen tek şey ise saçlarıydı. Her daim dağınık olan saçları alnına serpilmiş, sert çehresini gözlerimin önüne seriyordu.
Şehla’m demişti bana.
Ela gözlüm.
Gözlerimden tek yaş akmasına kıyamayan adam, göz pınarlarımı kurutmuştu.
Acıydı, değil mi?
Sevdamdan vazgeçmeyeceğim diyen adam bir gün de her şeyi silip atmıştı.
Yakıyordu değil mi?
Seni bırakmam diyen adam aynı gün bir kadının elinden tutup gitmişti bu topraklardan.
Öldürüyordu, değil mi?
Ben ölmeyeyim de, kimler ölsün?
Onu ilk defa bu halde gördüm. Gözlerinin içinde acı ve kederden başka hiçbir şey yoktu. Yüzü acı çekiyormuş gibi gerinmişti, bedeni ise hıçkırığımla sarsılıyordu. Aramızda iki veya üç adım vardı ancak ona olan hasretimle sanki mesafeler artıyor, dağlar varmış gibi büyüyordu gözlerimde.
Çenemden akan bir yaş toprağa düştüğünde bir rüzgar esti. Soğukluk tüm bedenimi ele geçirse de ben o an yandım. O rüzgar esintiyle beraber güzel kokusunu da burnumun ucuna geçirdi. Nefesimi tuttum, onun kokusunu içime çekmek istemedim.
“Sen…”
Dili lal olmuştu, konuşamıyordu benim gibi. Onu ömrümde bir daha görsem diyecek çok lafım var diye düşünmüştüm şimdi ise dudaklarımı aralayamıyordum bile. Rüzgar şiddetini arttırıp estiğinde elalarımı izleyen gözleri bir anlığına kapandı. İçine derin bir soluk çektiğinde dişlerimi birbirine bastırıp, ağlamayı kestim.
“Kokun, hiç değişmemiş.”
Onca yıl sonra karşıma çıkmıştı ve dediği ilk şey bu mu olmuştu?
Sinirlendim, içim öyle nefretle doldu ki o ağlayan kızı bir tarafa bırakıp nefretle kapalı gözlerine baktım. Ona baktığımı hissetmiş olacak ki kirpiklerini araladığında göz göze geldik. “Sen, hiç değişmemişsin şehla…”
“Esra.”
Dudaklarımdan cılız bir ses ona doğru nüksettiğinde duraksadı. Elimin tersiyle yanağımı silerek aynı kinle baktım ona. “Benim adım Esra.” Sormak istedim ona nerelerdeydin demek istedim. Niye gittin, niye bıraktın beni demek istedim.
Annem öldü benim, parmaklarımla mezarını kazıp haykırdım o an neredeydin demek istedim.
Her gün bana verdiğin o yüzükle ardından ağladım, neredeydin demek istedim.
Bizim ağacımızı, mazimizi kestiler neredeydin demek istedim.
O kadınla niye gittin diye sormak istedim.
Lakin hepsi boştu.
Sustum.
“Şehla…”
Gözlerinin önünde güçsüz durmamak için omuzlarımı dikleştirip sızlayan gözlerimi bir anlığına kapattım. Bedenime güç vererek gözlerimi açtığımda o an yolun ortasında duran arabayı fark ettim. Yıllar önce tam burada bu halde tanışmıştık ama şimdi ne o ağaç vardı ne de eski ben.
Gözlerim parmaklarına değdiğinde bir an içimdeki suallere cevap bulmak istedim. Parmaklarına takılı kalan gözlerim istediğini bulamayınca sevdamın kırıntıları arsızca sevindi ama ben sadece boş gözlerle izledim onu.
Yüzüne iğrenircesine bakıp, arkamı hışımla döndüm. Yere düşmüş çamaşırları öfke ve titreye titreye toplamaya çalıştım. Kaçıp gitmek istiyordum, onu ardımda bırakmak istiyordum bu yüzden aceleyle toparlayıp, sepeti elime aldım ve ona taraf dönmeden hızlı adımlarla yanından uzaklaşmaya çalıştığımda bir ses yükseldi ardımdan.
“Şehla!” diye haykırdı adımı. Sesi ile bedenim kaskatı kesilirken çenem titredi. Adımlarım bıçak gibi kesildi lakin dönmedim arkamı. Onunla yeniden göz göze gelmek istemedim. “Niye geldin diye sormayacak mısın?” dediğinde ağlamamak için sıktım kendimi.
Sorardım elbet, tüm bunlar olmasaydı sevdiğim adam niye gitti, neredeydi diye sorardım.
Şimdi ne haddimeydi?
Belimdeki sepetle ardımı döndüğümde bana bakan gözlerini gördüm. Saçımdaki yemeniye baktı, hasretle iç çektiğini gördüğümde dişlerimi sıktım. Hep böyle kandırmıştı beni, gözlerindeki yalandan bıkmıştım.
“Gittiğini sormadığım gibi geldiğini de sormam. Değil seninle konuşmak daha ismini ağzıma almam. Burada başladı ya her şey Yiğit Bey, sen gittiğin gün burada her şeyi bitirdim ben. Dön de bak, bıraktığın her şey yok oldu.”
Onu darmaduman ederek arkamı döndüğümde o ağaca baktığını hissettim. O ağaç gibi kökümden, meyve veren mutluluğumu, sevgimi, hayatımı kesmişlerdi. Değil yaşamak nefes almak bile bu saatten sonra bana zulümdü.