3.BÖLÜM

2074 Words
“Gelmiş dediydiler doğru mu acep?” “Yazık bu kıza, duymuş mu?” “Duymuşsa ne olacak? Koskoca beye bu saatten sonra varacak hali yok ya?” “Anasının hakkı varsa gitmez zaten. Yazık kadın, kızının kahrından öldü.” Ardımdan konuşulan fısıltılara kulak asmadan eve girdim. Yol boyu hiçbir şey düşünmemeye çalışmıştım. Elimdeki sepetle müştemilata girdiğimde sıcak hava karşıladı beni. O an titredi bedenim. Ağrıyan sırtım ile içeri geçerek yanan sobaya yaklaştım. Babam evde değildi. Sepetin içindeki çamaşırları sobanın üstündeki demirin üzerine atıp, bir bir serdim. Vakit akşama yaklaştığında çok durmadan evden çıkıp, büyük konağa doğru yürüdüm. Kendimi meşgul edip, hiçbir şey düşünmemek en iyisiydi. Annem vefat ettikten sonra büyük konakta ben çalışmaya başlamıştım. Bazen gelir anama yardım ederdim ama çoğu zaman bana iş yaptırmazdı, yanında durup işi öğrenmemi isterdi. Büyük konağın sahibi Alparslan Bey’in üzerimde hakkı çoktu. Çok mert bir adam, adı gibi cesur biriydi. Eskiden Yiğit ile çok yakın dostlukları vardı ancak o gitti gideli herkesten kopmuştu, Alparslan Bey’den bile. Konaktan içeri girerek mutfağa aceleyle geçtiğimde içeriden sesler geldiğini işittim. “Esra, nerede gelmedi mi hala?” diye Serap Hanım’ın sesi ile mutfağa aceleyle girdim. Beni gördüğünde Fatma Abla’ya işine dönmesini söyleyip, yanıma yaklaştı. “Neredesin kızım, akşam oldu.” “Kusura bakmayın Serap Hanım. Dereye gitmiştim çamaşır yıkamaya anca gelebildim.” Başını iki yana sallayıp tebessüm etmeye çalıştı. “Tamam, işinin başına geç sen. Çiçek’in yemeğini de yapmayı unutma.” “Başım üstüne.” Mutfaktan çıktığında yorgunluğuma aldırmadan işe koyuldum. Fatma Abla zaten işin büyük kısmını halletmişti bende pilav ile revani tatlısı yapıp fırına atmıştım. El çabukluğu ile hızlıca yemeği hazırladığımızda sofrayı kurmak kalmıştı bana. “Sen sofrayı kur kızım. İki elimiz bir pabuca giriyor böyle. Keşke Gül gitmeyeydi, yetişmiyor böyle.” diye sitem eden kadına bakıp, gülümsemeye çalıştım. O sıra Hamra, içeri girerek o güzel gülümsemesini yüzüne yerleştirdi. “Yardım lazım mı Fatma Abla, Esra?” “Var kızım, Esra’ya yardım etsene sana zahmet, sofrayı kurun.” “Olur, sen biraz dinlen. Biz hallederiz.” Fatma Abla uzun yıllar boyunca bu konakta, mutfakta çalışıyordu. Annemin kaç yıllık dostu sayılırdı, konağı o evirip çevirirdi. Hamra ise Alparslan Bey’in çıktığı avda bulduğu kızdı. Zavallı kızı bacağından vurmuştu. Çok güzeldi vesselam kızıl saçlı, kalbi gibi içi de güzel kızdı. Bana da dost olmuştu, bu gidişle Alparslan Bey’imin de hatunu olacaktı. Alparslan Bey, onun üzerine çok düşüyordu. Hatta yıllarca konakta çalışan Gül’ü Hamra yüzünden kovmuştu. Gerçi Gül hak etmişti orası ayrı ancak Alparslan Bey’in Hamra’ya bakışlarından anlamıştım hatta bir seferinde onları mutfakta yakalamıştım, hemencicik kaçmıştım. Konağın hanımı Serap Hanım’dı. Eşi vefat etmişti. Konağın beyi Alparslan Bey’di, kardeşi Ahu vardı lakin öz kardeş değildiler. Alparslan Bey’in anası daha evvelden vefat etmişti. Bir de Alparslan Bey’in vefat etmiş ablasının küçük kızı Çiçek vardı. Koskoca konakta onlar yaşıyordu, bir de müştemilatta babam ve ben. Hamra ile birlikte sofrayı hazırlamaya koyulduk. Tabakları ve çatalları dalgınlıkla dizerken Hamra’nın bakışları üzerimdeydi. “Esra? Bir sorun mu var?” diye ilgiyle sorduğunda tebessüm etmeye çalıştım ancak gülmeyeli epey olmuştu ki dudaklarım gerindi. “Yok canım, iyiyim.” İnanmasa da bir şey demeyip, beni kendi halime bıraktı. Sofrayı kurduktan sonra Alparslan Bey gelince ailecek sofraya geçtiler. Çorbayı mutfaktan alarak tek tek tabaklara koydum. Masada tuhaf bir sessizlik vardı, herkes yeminli gibiydi. Çok üzerinde durmadım. Mutfağa gidip sofrada eksik olan ekmek sepetini alarak içeri adımladığımda Serap Hanım’ın sesini duydum. “Alparslan oğlum, bugün bir haber aldım lakin senin bilip bilmediğin bilmiyorum.” “Nedir o haber?” dedi Alparslan Bey, çorbasının içine daldırdığı kaşık ile cevap verdi Serap Hanım’a. “Yiğit gelmiş diyorlar. Bende kasabadan öğendim herkes konuşuyor.” Alparslan Bey’in dudaklarına götüreceği kaşık kalakalırken oda yeniden sessizliğe gömüldü. Çorbayı içmeden kaşığı yeniden kasenin içine yerleştirdi. “Beni ilgilendiren tarafı var mı?” “Oğlum o se-” “Bu bahsi kapatalım. Akşam akşam konuşup da tadımızı kaçırmayalım. Afiyet olsun.” Yavaş adımlarla masaya yaklaşırken Alparslan Bey’in bakışları bana değdi. Gözlerimi hızla ondan kaçırıp masaya yerleştirdim ekmeği. “Afiyet olsun.” “Otur sende ye Esra.” “Ben aç değili-” “Otur dedim. Lafımı ikiletme.” Başıyla boş sandalyeyi gösterdiğinde gerginlikte sandalyeyi çekip oturdum. Hamra’nın dönüp Alparslan Bey’e baktığını gördüğümde içime bir şey oturdu sanki. Alparslan Bey ona içi gidermiş gibi bakıp, önündeki çorbayı karıştırdı. “Afiyet olsun.” Birlikte yemek yedikten sonra Hamra ve ben sofrayı hızlıca toparladık. Hamra, Çiçek’e bakmak için odasına çıkarken bende bulaşıkları yıkamaya koyuldum. Fatma Abla ise Alparslan Bey’e kahve yapıyordu. Kahveyi götürmek için çıktığında bulaşıkları yıkayıp, dizdim yerlerine. Ellerimi yıkamıştım ki Fatma Abla, mutfağa girdi. “Esra, kızım. Bey seni çağırıyor.” Hiç sual etmedim, niye çağırdığı aşikardı. Belli ki bir şeyler soracaktı. Sessizce çıktım mutfaktan ve merdivenlere yöneldim. Konak iki katlı ve oldukça genişti. Merdivenleri oldukça ağır bir şekilde çıkıp, Alparslan Bey’in odasının önüne geldim. Kapıyı hafifçe tıklattığımda içeriden gelen sesle kapının koluna uzandım ve indirdim. İçeride, masasında oturmuş kahvesini yudumlayan adamı gördüğümde içeri girdim. Kapıyı arkamdan kapatıp, birkaç adım attım. “Beni çağırmışsınız beyim.” “Gel Esra, otur.” “Yok beyim, böyle iyi.” İç çekip, ellerini masanın üzerinde birleşerek genzini temizledi. Başımı önüme eğip, masayı inceledim. “Seni az çok niye buraya çağırdığımı biliyorsun. Haberi almışsındır.” “Biliyorum beyim.” “İçin rahat olsun. Ben olduğum sürece onu yakınına sokmam, sana yaklaştırmam. Eğer sana bir zararı olursa gelip çekinmeden bana söyle. Benim himayem altındasın, sana zarar veremez. Ne kadar konuşmasak da zaten sana kötülüğü olmaz o şerefsizin.” En büyük zararı vermişti bana zaten, daha ne yapabilirdi? “Yok beyim merak etmeyin, onla işim olmaz bu saatten sonra.” “Belli ki onun seninle işi daha çok.” dediğinde başımı kaldırıp yüzüne baktım. Göğsünü şişirerek dalgın bakışlarını yüzüme dikti. “Ne diye geldi onca sene sonra, benim güzel yüzüme hayran değil ya? Duyduğuma göre sattığı tarlaları almak için ihaleye girmiş. Buradan gitmeyecek gibi.” “Ne yaparsa yapsın beyim, ben artık onu tanımıyorum. Bilmem, etmem.” “Etme Esra. Mazide bir sır varken asla ama asla kapanmaz o defterler.” diye acımasızca konuştuğunda o günü hatırlamamak için kendimi sıktım. Sırrıma ortak olmasın isterdim lakin Alparslan Bey, istemeden de olsa kendini içinde bulmuştu. “Bu sır benimle mezara gidecek dediniz.” “Sözüm yemindir lakin gerçekleri sonuna dek saklayamazsın. Eğer sen o gün susmasaydın Yiğit gitmezdi biliyorsun değil mi?” dediğinde tırnaklarımı avuç içime geçirdim. Tüm suçlu ben değildim. “Seven gitmezdi.” “Seven sevdiğinden bir şey saklar mı Esra?” dediğinde kendimi tutamadım. “Susmasaydınız o zaman! Gidip söyleseydiniz! Ama ben biliyorum yine o kadının kolundan tutar yine giderdi, arkasına bile bakmazdı.” Alparslan Bey oturduğu yerden usulca kalktığında sesimi yükseltmiş olduğumu fark ettim. “Gül’ü niye kovdum biliyor musun?” dediğinde anlamsızca yüzüne baktım. Ne alakası vardı şimdi konumuzla. “Çiçek’i zehirledi.” “Evet ama sadece Çiçek’i zehirlemedi. Sana da yalan söyledi Esra. Bunu konuşursak ne değişir bilmem ama sana söylediği bir yalan var. Sana Yiğit Leman Hanım ile yurt dışına, Paris’e gitti dedi lakin öyle bir şey yok ortada.” O an aklıma düştü, Gül’ün bana söyledikleri. “Ben ne yapacağım Gül, nasıl çıkacağım bu işin içinden?” diye amansızca, bir çare bulacakmış gibi karşımdaki kızdan ümit bekledim. “Boş ver olan olmuş. Sende önüne bak artık.” “O ne demek Gül? Nasıl vazgeçerim ondan? Dediklerini kulağın duyuyor mu senin? Ona engel olmam lazım.” dediğimde Gül gözlerini devirip, bana iflah olmaz bir bakış attı. “Ne yapacaksın Esra? Adam Leman Hanım’la sözlenmek için yurt dışına gidiyor. Seni sevip, karısı mı yapacak sandın?” dediğinde olduğum yerde donup kaldım. Rengim attı, sanki yer ayağımın altından kayıp gitti. “Ne?” “Ne, ne? Peyker Hanım’ın konağındaki kızla konuştum bu sabah. Leman Hanım’la aşkından öldüğün adam hazırlık yapıyorlarmış. Kadınla sözlenmek için Paris’e gidiyormuş.” O gün nasıl ağladığımı bir ben bir Allah bilirdi. Bitmişti o gün içimdeki umutların hepsi. “Bu, ne demek? Nasıl yalan?” “Yiğit tek başına gitti yurt dışına. Gül onu kovduktan sonra odama geldiğinde itiraf etti. Onu kovmamam için yalvarırken elindeki tek kozu paylaştı benimle. Peyker Hanım para vermiş ona yalan söylesin diye.” Peyker Hanım. Yiğit’in annesi. Benim hayatımı mahveden kadındı. Sevmemişti hiçbir zaman beni. Küçük görmüş, nefret etmişti benden. Her zaman aşağılamıştı beni lakin ben susmuştum Yiğit için ama o benim hayatımı mahvetmişti. Allah’ın takdiri ya, geçirdiği kazadan sonra ayakları felç kalmıştı. Almıştı ahımı, Allah’ta böyle vermişti cezasını. Koca hayatımı çalmıştı benden. “Ben böyle bir yalanı sana söylediğinden bile bihaberdim. Lakin seni doldurmuş, Yiğit de o gün benimle ortak olan mallarını satıp gitti. Kader bu, engel olamazdık. Her neyse maziyi konuşmaya gerek yok. Olan oldu. Bu dediklerim bir şeyi değiştirmez.” Doğru. Acılarımı dindirmezdi. Ama o kadınla mutlu olduğunu düşündüğüm anların hesabını kim verecekti? “Olan oldu değil mi beyim? Lakin olan niye bir tek bana oldu?” dediğimde Alparslan Bey duraksadı. “Niye bir tek ben yandım? Niye bir ben ağladım? O gece, o gece olmasaydı bu halde olur muydum?” “Esr-” “Bu acıyı bir benim mi çekmem lazım? Niye her şeyin vebalini benim çekmem gerek?” Sustu. Bir şey diyemedi. Diyecek bir şey olsa, onca zaman demez miydi? Sırtını bana dönerek pencereden dışarı baktı. “O şerefsizi az biraz tanıyorsam senin kadar acı çektiğine eminim. Sana deli gibi sevdalıy-” “Susun. Duymak istemiyorum.” Sevdaymış. Bu nasıl sevdaydı? Sevda, sevdiğinden vazgeçecek kadar kolay mıydı öyle? “Affedin beyim ama onun beni sevdiğine inancım yok. Bu saatten sonra onunla yan yana bile gelmem, gelemem. Benim kaderim de yolum da farklı artık. B-belki yeni bir hayat bile kurarım.” “Bunu istemezsin Esra. Kalbindeki ile yanındaki aynı değilse daha da yanarsın. Duymak istemesen de diyeyim o buraya senin için geldi ve onu bunca yıl biraz tanıdıysam istediğini almadan durmaz o yüzden konaktan bir süre çıkma.” “Be-” “Sana emrim değil bu, abin olarak diyorum. Kardeşim sayılırsın, Emine Teyze’nin bana emanetisin sen. Seni korumak, boynumun borcu o yüzden bir hafta boyunca konaktan dışarı adımını atmayacaksın.” “Ama-” “Şimdi beni yalnız bırak Esra. Bugünlük burada işin bitti, evine git.” Bana diyecek tek bir söz dahi bırakmamıştı. Sessizce odadan çıkarken artık hayatımın daha da zorlaşacağının farkındaydım. Merdivenleri usul usul inerek konağın kapısını açarak çıktığımda dalgın dalgın eve doğru yürüdüm. “Esra?” Ahmet’in sesini duyduğumda bedenim irkildi. Ahmet, arabanın önünde durmuş meraklı gözlerle bana bakıyordu. Ahmet, konağın şoförüydü. İyi bir adamdı lakin pek tanımazdım. Bir selamdan ileri gitmezdi muhabbetimiz. “Selam verdim de görmedin herhal. Yüzün pek solgun iyi misin?” diye endişeyle sorduğunda derin bir nefes aldım. “İyiyim Ahmet, sen nasılsın?” dediğimde endişesi aniden yok olup yerini güzel bir tebessüme bıraktı. Ahmet’in bana olan ilgisinin farkındaydım ancak kalbim yangın yeriyken oraya başka birini alıp yakmaya niyetim yoktu. Genç bir delikanlıydı, kendine göre birini bulabilirdi elbet. “İyiyim iyi. Bir selam vereyim dedim.” “İyi yapmışsın lakin çok yorgunum. Sonra konuşsak?” dediğimde itiraz etmeden kabul etti. Yanından ayrılarak eve doğru ilerledim. Soğuk hava ile üşüyen bedenimi zorlukla eve attım. Kapıyı ardımdan kapatarak içeri geçtiğimde sedirse oturmuş çay içen babamı gördüm. “Afiyet olsun baba.” “Sağ olasın kızım. Sende koy kendine bir bardak.” Demek ki haberi halen duymamıştı çünkü keyfi pek yerindeydi sadece yalnız kaldığından bazen sıkılıyordu ama bu gece iyi görmüştüm onu. “Ben biraz uyusam olur mu baba?” dediğimde başını salladı. “Git uyu güzel kızım. Bende şimdi uyurum zaten. Allah rahatlık versin.” “Sana da baba.” Küçük lakin açık kapıdan dolayı sıcak olan odama girip kapıyı ardımdan kapattım. Sırtımı kapıya yaslayıp odanın içindeki sandığı buldu gözlerim. Kendime hakim olamadan hızla sandığa ilerleyip, kapağını açtım. Sabırsızca dantelleri, yazmaları kaldırıp sakladığım şeyi bulmaya çalıştım. Elime geçen mendil ile duraksadım. Mendili yavaş yavaş açtığımda parıldayan yüzüğü gördüğümde gözlerim buğulandı. Ondan bana kalan tek parçayı atamamıştım. O gün bana bunu verdiğinde, onun bana bıraktığı son şey olacağını düşünememiştim. Yüzüğün üzerini usulca okşadım. Atamamıştım. Dereye kadar gitmiştim lakin atamamıştım bu yüzüğü. Evleneceğim gün atacağıma söz vermiştim ama hiç evlenmeyi düşünmemiştim, ondan başkası ile olmazdı. Yüzüğün ucuna astığım iple boynumdan geçirdim kolyeyi. Yüzüğü parmağıma takacak kadar yürekli değildim elbet ancak göğsümde taşıyacak kadar seviyordum onu. Nefret ediyordum, kin tutuyordum ama vazgeçemiyordum. Yastığımı döşeğimi serip uzandım sırt üstü. Tavana bakıp iç çektim. Boynumda asılı duran yüzüğü avuçlarımın arasına aldım. Ona öyle hasrettim ki eskisi gibi olabilelim istiyordum ama imkansızdı. Ne babam izin verirdi ne de bunca yıllık acılarım. Gururum bu sefer öyle yüksekteydi ki ben bile bu duvarları geçemiyordum. Yiğit, bana yüzlerce duvar ördürtmüştü. O duvarların altında kalmaması için dua ettim o gece zira ben bir enkazın altındayken hala canı acımasın diye uğraşıyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD