4.BÖLÜM

3658 Words
1952 YAZI / İKİ YIL ÖNCE Çiftliğe giden işçileri takip etti Esra. Bugün çalışacakları tarlaya gittiklerinde işçiler yevmiyelerini almadıkları için isyan çıkarmış, tarlanın sahibine gitmek istemişlerdi. Esra da onlardan biriydi. Alın teriyle kazandıkları paraları almaları haklarıydı tabi. Çiftliğin sahibi ile konuşacak paralarını isteyeceklerdi fakat çiftliğe yaklaştıklarında aralarından bazıları çoktan caymıştı bile. İşçiler ile birlikte çiftliğin konağına kadar gelmişlerdi fakat kimse içeri girmeye tenezzül etmiyordu. Neden içeri girmiyorlardı bunlar diye düşündü? "Sema niye girmiyorlar içeri bunlar?" "Korkuyorlar da ondan." dedi Sema erkek işçilere bakıp iç çekerken. "Korkuyorlarsa niye geldik o zaman? Hacı amca!" diye bağırdı genç kız başlarında olan adama. "Ne var kızım?" dedi peçeli kıza bakarken. "Niye içeri girmiyorsunuz?" "Kolaysa gel sen gir! Öldürür bizi Yiğit Bey!" dedi aralarından biri. "Madem korkuyordunuz niye geldik buraya o zaman?" dedi Esra, asiliğini susturamayarak. Sema kolunu tutsa da umursamadı. "Gel sen gir bacım! Tabi yürek varsa!" dedi içlerinden biri. "Yürek bende çok var abi merak etme sen!" Esra kadınların arasından geçerek kapıya doğru ilerledi. Arkasındaki fısıldamaları umursamadan demirden yapılmış büyük kapıya ilerledi. Elini kaldırarak hızla kapıya vurdu Esra. "Açın kapıyı!" Bir süre kapı oynamadı yerinden. Arkasındaki fısıldaşmalar susmuştu. Genç kız ardı ardına vuruyordu kapıya ama açan yoktu. Kapının arkasından gelen motor sesiyle birkaç adım geri gitti genç kız. Demir kapı hareket ederek içe doğru açıldı. İçeriden çıkacak olan siyah araba kapıya doğru ilerleyecekken kapının önünde duran kızla hızla durdu. O ses tüm konakta duyuldu. Etrafta çalışanlar bu sesle işlerini bırakıp, konağın kapısına doğru döndü. Şoför kapısı açılarak içinden biri indi. Bu kalabalığın sebebini anlayamadı lakin fabrikaya gitmeleri gerektiğinden karşısında duran kıza baktı."Çekil bacım!" "Bana beyini çağır!" diye seslendi kız. Şoför ne yapacağını bilemez bir vaziyette arabaya döndüğünde arka kapısı açılınca Esra gözlerini oraya çevirdi. Radarına giren siyah ayakkabılar ile gözlerini yukarı çıkarttı. Üzerindeki temiz siyah takım elbiseye baktı kız. İri heybetli birinin giydiği aşikardı. Gözlerini adamın yüzüne çevirdiğinde kaşlarını çattı genç kız. Bu o adamdı. Tarlada kendisini arsızca süzen. Ağaçta kendisini izleyen. Arsız adamdı bu. Yiğit, kapının önünde cesurca duran kıza baktı. Doğrusu bugün ağacın altında gitmeyi düşünüyordu lakin kader yine o yapmıştı yapacağını o güzel kızı ayağına getirmişti. Öfke ve şaşkınlıkla parıldayan bakışlara baktı. Ne de güzel parlıyordu elaları. Şehla. O inat gözleri hemen tanırdı. Kız onu karşısında görmeyi beklememiş olacak ki şaşkınlıkla bakıyordu. Neydi bu şehlanın ismi? Neydi adı? Esra. Yiğit güzel gözlerine baktı kızın. Allah ne güzel yaratmıştı bu kızı? Gözlerini kızın şaşkın bakışlarından çekerek konuştu. "Ne istiyorsunuz?" dedi kızın arkasındaki adamlara bakarken. Esra çıt çıkarmayan adamalara bakarak başını salladı iki yana. "Yevmiyemiz yok bir ay oldu. Vermeyecekseniz başka tarlada çalışırız!" Yiğit kızın cesur tavrına hayran kalmadan edemedi. Hala inatçı, başına buyruk ve asiydi. Belki de bu yüzden dikkatimi çekti diye düşündü. Kızın arkasında duran korkuyla bakan adamlara küfretti içinden. Bir kız kadar olamamışlardı. "Ben paranızı çavuşa verdim. Nasıl almazsınız?" "Bize para falan verilmedi! Bu kadınlar topraklarınızda çalışıyor kaç gündür parasız! Hiç mi aklınıza gelmiyor para vermek?" Esra sinirlenmişti, hakkı yenen kişilere sinirlenmeden duramıyordu. "Mahmut!" Arkadan koşarak gelen adama baktı Esra. Adam yaklaşarak beyin önünde selam verdi. "Buyurun beyim!" "Bu işçilerin parasını ver. Bir de ikramiye ver hediyemiz olsun!" dedi Yiğit kıza bakarken. "Gerek yok! Hakkımız olanı alalım yeter! Başkasında gözümüz yok." dedi Esra adamı incelerken. Hakkını aramaktan çekinmezdi, hakkı olmayana da el sürmezdi Esra. Ailesi böyle öğretmişti, fazlasında gözü yoktu. Yiğit tebessüm ederek kıza doğru yaklaştı. "İnat etme şehla, sana borcum olsun!" diye fısıldadı kıza. Esra o gün ağaçta yaşadıklarını anımsayınca peçenin altında kızardı yüzü lakin adam bunu ne yazık ki göremedi. Esra ilk defa kalbini çarpıttı Yiğit'e. "Gerek yok." dedi kız sesini kısarak. Yiğit kızın gözlerine sevgiyle baktı. "Artık elimdesin şehla, kurtulabilirsen namerdim." diye fısıldayarak kızın peşini bırakmayacağını söyledi. Herkes fısır fısır konuşurken onlar birbirine takılı kaldı. Esra ilk defa heyecanlandı o gün. İlk kez birine attı kalbi. İşte orada başladı onların acı aşkı. Yiğit delicesine severken Esra Yiğit için vazgeçti aşkından. . “Onun kadar korkak bir adam daha görmedim ben. Korkağın teki!” diye öfke püskürtüp, sandalyenin üzerinde debelenen Ahu’ya bakıp, önümdeki çaya uzandım. İşlerimizi hallettikten sonra oturup bir çay içelim demiştik lakin çaydan çok Ahu’nun Şahin Bey için döktüğü lafları dinliyorduk. Şahin Bey, Yiğit ve Alparslan Bey’in kardeşi sayılırdı, birlikte güzel bir dostlukları vardı. Yıllar boyunca uzayıp giden bir dostlukları hatta Yiğit’in kardeşi Yılmaz ile birlikte yılları süre gelen arkadaşlardı. Ahu ise gönlünü Şahin Bey’e kaptırmıştı lakin yüzü pek gülmüyordu. Sebebi çok açıktı, Şahin Bey Alparslan Bey’in bir tepki vereceğinden korkuyor olmalıydı. Yoksa Ahu’yu sevdiğinden kuşkum yoktu. “Öyle deme Ahu, Kürşat ile aralarını bozmak istemiyor belli ki.” Hamra’nın tavsiyesi ile bende ona katıldım. Alparslan Kürşat Bey, kardeşine çok değer verirdi. Ahu ile Şahin Bey’in ilişkisini öğrendiğinde ne olacağını bende bilmiyordum lakin tepkisi sert olurdu herhal. “İnsan sevdasına sahip çıkamıyorsa ne diye ümit verir o zaman?” dediğinde, önümde yarısı yudumlanmış çay bardağına baktım. Sevda, basit dillere düşmüştü. Herkes öyle kolay bir aşk olduğunu zannediyordu ancak öyle değildi. Sevda aşk değildi. Sevda, ayrılıktı. Ayrılığı görmeyen sevdalıyım demesindi. “Adam seviyor seni Ahu lakin tedirgin belli. Ona biraz zaman ver.” Ahu iç çekip, omuzlarını düşürdüğünde Hamra bu sefer bana dönmüş ve tebessüm etmişti. “Sen, iyisin değil mi Esra?” İyi miydim sahiden bilmiyordum. Alparslan Bey, konaktan dışarı adım atmayacaksın demesinin üzerinden birkaç gün geçmişti. Normal bir vakitte olsa asla sözünü çizmezdim ama onun buralarda, yakınlarda olduğunu bilmek içimdeki amansız hastalığı körüklüyordu. Onu görmek istiyordum. Görmemek de istiyordum. Ne yapacaktım ben? “İyiyim endişelenme. Hem şimdi bu mevzuları bırakalım bir kenara. Akşam kasabanın meydanında düğün olacakmış. Serap Hanım dedi, gitmeniz icap edermiş.” “Öyle mi?” dediğinde usulca başımı salladım. Ben gitmesem de onlar benim yerime gidebilirdi en azından birimizin yüzü gülsün diye düşündüm. Kızlarla biraz daha sohbet ettikten sonra babamın eve gelme saati yaklaştığında pişirdiğim yemeklerin altını kapattım ve konaktan çıktım. Küçük lakin sıcacık olan evimin içerisine girdiğimde anlamsız bir huzur çöktü üstüme. Çabucak mutfağa gidip sabah söndürdüğüm ateşi yeniden canlandırdım ve el çabukluğu ile biraz bulgur pilavı yaptım. Yanına da sabah babamın getirdiği iki kase yoğurttan koyup, çelik tepsinin içine yerleştirdim. Çok değil pilav pişmeye yakın bir zamanda kapı çalındı. Yüzüme zoraki de olsa minik bir tebessüm yerleştirip, kapıyı açtım. Babamı gördüğümde derin bir nefes aldım. “Hoş geldin baba, bende tam sofrayı kuruyordum.” “Hoş gördük kızım.” Ayakkabılarını çıkartarak içeri girdiğinde kendini soğuktan üşümüş olacak ki sobanın hemen kenarına attı. Minderin üzerine oturup, ellerini ovuşturdu. “Kurt gibi de acıkmıştım kızım, hazırsa yemek yiyelim.” “Hazır baba, hazır.” Önce sofrayı yere serip sonra da çelik tepsiyi indirdim. Yoğurdu, iki kaşığı ve küçük bir tepsiye koyduğum pilavla babamın karşısına oturdum. Babam besmele çekerek yemeğe başladığında bende sırf kızmasın diye usul usul yedim. “Tarladaki işlerde bitmiyor. Şu budama işi hal olsaydı, işimiz daha kolay olurdu.” “İstersen bende geleyim tarlaya, bu halinle gitmek içime sinmiyor.” Yaşlanmıştı artık, anam bu dünyadan gittiğinden beri daha da yaşlanmıştı. Sürekli çalışıyor eve gelip yemek yedikten sonra da uyuyordu. Annemi özlediği her halinden belliydi de bana belli etmemeye çalışıyordu. “Yok kızım sen konakta kal, Alparslan Bey’imin dediklerini yap. Serap Hanım’ın da sözünden çıkma.” Başımı usulca sallayıp, lokmamı yuttum. “Bey zaten dediydi bana, kızın dışarı çıkmasın diye. Sakın ha diyeyim kızım konaktan çıkma.” “Ama baba, buraya tıkılıp kalayım mı?” “Kızım sen dediğini yap, bir bildiği var ki söylüyor adamcağız. Koskoca beye nasıl karşı geleyim ben?” dediğinde bir şey diyemedim. Onu da zor durumda bırakmak istemiyordum ancak burası üstüme üstüme geliyordu artık. “Öyle de…” “Bak kızım,” Elindeki kaşığı bırakıp, dikkatini yüzüme verdiğinde ciddi bir şey konuşacağını anladım. “Görmedin belki duymadın bilmem lakin kasabaya indiğimde haberi aldım. O, geri gelmiş.” Babamın sözleri ile sıcacık odada titrediğimde yüzümden bir şey belli olmasın diye sabit tuttum bakışlarımı. “Lakin benim ona verecek kızım yok. O yüzden o adamdan uzak duracaksın, karşına çıktığında geçip gideceksin yanından yoksa sana hakkımı haram ederim Esra.” “Baba…” “Benim kızımı kendi ellerimle mezara koyacak halim yok. Ne senin o hallerini bir daha görmeye yüreğim dayanır, ne de acı çekmene.” Bir babam bilirdi ne halde olduğumu, bir o görmüştü beni. Herkes arkamdan atıp tutarken, babam beni kapının önüne atsın diye beklerken babam onlara sırt çevirmiş kolumdan tutmuştu beni. “Bundan gayrı onunla işim olmaz baba. Benim artık acı çekmeye dayanacak bir kalbim yok zaten. Sen merak etme, onu sildim. Hem hayırlı bir kısmetim olursa varmak isterim.” Sonlara doğru sesim kısılmış, utançla konuşmuştum. “Hayır. Dilinin söylediğini gözlerin kabullenmeden bu halde seni bir başkasına yar etmem kızım. Önce kendini toparlayacaksın.” Bazen korkuyordum babamın beni bu kadar tanımasına. İçimden geçeni biliyormuş gibi bakıyordu hep bana. “Senin o kırık yüreğin o adamdan başkasına sevda olmaz. Sanırsın ki bir başkası gelse kanayan yerlerini saracak ama öyle değil kızım. Seni daha da kanatır. Sevdiğinle olmadığın zaman nereye gidersen git, kanmaya devam edersin.” Kendimi o kadar sıkmıştım ki ağlamamak için, kapı ansızın çaldığında oturduğum yerde irkilmiştim. Babam halimi görüp, sustuğunda oturduğum yerden kalktım. “Ben kapıya bakayım.” Başını salladığında uyuşan ayaklarımla kapıya yaklaştım ve açtım. “Esra, hayırlı akşamlar.” Gece gece gelen Betül ile şaşkın şaşkın kapıya bakmıştım. Üzerindeki güzel fistan ile süslenmiş haline baktım. Akşam düğün olacağı aklıma geldiğinde şaşkınlığımı yok ettim hemen. “Hayırlı akşamlar. Hoş geldin, gel içeri.” “Geleyim valla, çok soğuk.” Betül, fistanını çıkarmadan içeri girdiğinde babamı görünce başını eğdi hemen. “Mahmut Amca, hayırlı akşamlar.” “Hayırlı akşamlar, gel kızım. Bir taş yemeğimizi ye.” “Sağ ol amca ben yedim. Esra’yı götürmeye gelmiştim.” Babam bana döndüğünde bilmediğimi göstermek için ellerimi kaldırdım iki yana. “Hasret bizim yakın dostumuz bilirsin Mahmut Amca, bu gece evlenecek. Esra da gelsin çok istedi. Hem damadı tanırsınız Alparslan Bey’in fabrikasında çalışıyordu. Bizde kız kız gidelim dedik.” Babama döndüm izin verecek mi diye lakin kararsızca bir bana bir Betül’e bakıyordu. “Aman kızım yolda başınıza bir zeval gelmesin akşam akşam.” “Yok Mahmut Amca, ağabeyim de yanımızda olacak.” Betül, benim gibi konakta çalışıyordu lakin mutfakta değil. O konağın temizliğinden sorumlu birkaç kişiden birisiydi. Ağabeyi Ahmet de şofördü. “Peki madem gidin lakin çok geç olmadan eve dönün kızım.” Babam, Yiğit’in gelmeyeceğini bildiğinden izin vermişti. Günler sonra dışarı çıkacağım için çok sevindim. “Hadi sen giyin, biz seni kapıda bekleriz.” “Hemen gelirim.” Odama geçip, annemin güzel fistanlarının olduğu sandığın önüne oturdum. Gençken giydiği kıyafetleri ben de giyeyim diye saklamıştı hep. Fistanların arasında bulduğum kırmızı elbiseyi elime alıp, üzerimdekileri çıkartmaya koyuldum. Boynumda asılı olan yüzüğü çıkartmadan kırmızı elbiseyi geçirdim üstüme. Dizlerimin altında bitiyordu. Gerdanımı açık bırakan küçük bir dekoltesi vardı lakin çok görünmüyordu bir yerlerim. Elbisenin kuşağını başlayıp bileklerini düzelttiğimde saçlarımı usul usul taradım. Kendime bakmak için aynanın karşısında durduğumda ellerimi yanaklarımın üzerine koyup tenimi çimdikledim. Yüzüm yavaş yavaş kızarırken boynumda asılı duran yüzüğü gerdanımdan içeri, kumaşın altına ittim. Kimse göremezdi artık. Üzerime ince bir yelek alarak odadan çıktığımda babamın sobanın kenarında oturduğunu gördüm. Ne kadar gelmesini istesem de gelmeyeceğini söylemiş bana biraz para vermişti ne olur ne olmaz diye. Evden çıktığımda Betül ve Ahmet’i konağın kapısında beni beklerken gördüm. Yanlarına vardım. Ahmet bana dönüp usulca süzdü bedenimi, bu bakışlarından rahatsız olsam da demedim bir şey. “Çok hoş olmuşsun Esra. Maşallah.” “Sağ ol Ahmet Abi.” diye üzerine bastıra bastıra konuştuğumda yüzünde dalgalanan şaşkınlığı gördüm. Ona ümit vermemek için abi desem çok daha iyi olacaktı yoksa yarın bir gün bana yaklaşmaya çalışırdı. Yüzü bozguna uğradığında Betül daha fazla beklemememizi söylemişti, birlikte yola koyulduk. Köy meydanı çok uzak değildi. Yaklaştıkça yükselen davul sesi ile biraz olsun kötü düşüncelerimden uzaklaştım. Ahmet, yol boyunca benimle konuşmaya çalışsa da onu her defasında susturmaya çalışmıştım. Köy meydanına girdiğimizde ortalığın bir hayli kalabalık olduğunu fark ettim. Bizim tarlada çalışan kızların yanına gittiğimizde hepsi güler yüzle karşıladı. Uzun zamandır böyle bir ortamda olmadığım için kafa dağıtmak iyi gelmişti. “Kız Esra, çıkmıyorsun konaktan. Öldün mü kaldın mı bilemedik.” “İşlerim var İsmet, ondan çıkamıyorum.” dediğimde kız bir şey demeden önüne döndü. Çalan davul ile daha fazla dayanamayan kızlar kendilerini halaya atarken Alparslan Bey’in, Hamra’nın ve Ahu’nun geldiğini görünce yanlarına gitmek için ayaklandım. Üzerimde gezinen bir çok bakışa aldanmadan onların yanına doğru yürüdüm. Arkamdan fısır fısır konuştuklarını duysam da dönüp bakmadım. “Hoş geldiniz.” Alparslan Bey, bana çatık kaşları ile baktığında başımı eğdim. “Babam kızlarla gönderdi, tek gelmedim.” “İyi, iyi gelmez o zaten lakin gözden kaybolma. Başına bir şey gelmesin.” Usulca başımı sallayıp Hamra ve Ahu ile konuşurken, Hamra’nın Alparslan Bey’in düğmelerini soğuk diye kapatmasına tebessüm ettim. Ahu ve ben onlara muzip bakışlar atmadan edemedik. Alparslan Bey, heybetli ve yakışıklı bir adamdı. Birkaç kadının hatta çoğu kadının bakışlarını onun üzerinde hissetmiş olmalıydı ki Hamra böyle bir yol bulmuştu kendince. “Ben bir limonata alayım.” Yanlarından kalkarak içeceklerin olduğu masaya gittiğimde kızlar bir tarafa çekilmiş, insanları çekiştiriyorlardı. Onlara aldanmadan limonatamı alıp, bir yudum aldığımda davul sesi kesildi. Bir an kalabalık arttığında gelin ve damadın geldiğini düşündüm lakin gelen bir başkasıydı. “Hiç değişmemiş, şu heybete bak. Bu adam benim olsun diye neler vermezdim!” “Sus kız Esra duyacak şimdi!” “Aman duyarsa duysun, ona ne? Adam onu bıraktı gitti.” O an duraksadım. Gelenin kim olduğunu o an anladım. Arkamı dönüp bakmama gerek yoktu lakin kalbim bir anda öyle hızlı attı ki şuracıkta öleceğimi sandım. Onu görmek için sabırsızlanan yüreğimin sesini bastırmak istedim. Başımı yerden kaldırmadan usulca döndüğümde kızlar heyecanla yerlerinde kıpırdandılar. “Buraya mı bakıyor?” “Sana ne dedim Neslihan, elbet bakacak. Belki gözüne kestirmiştir beni?” Karnımdan boğazıma doğru tırmanan o kıskançlık hissini hissettim. Bu tadı iyi bilirdim. Zamanında onu kimselere yar etmemek için didinip durmuştum lakin şimdi isteyen istediği gibi laf edebiliyordu. Eskiden olsa o kızın saçlarını yolar hatta yakardım. Bakışlarını sebepsizce üzerimde hissettiğimde üzerime bir ağırlık çöktü. Yanımızdaki kızlar bir bir bana döndüklerinde etrafta fısıltılar doluştu. “Sana değil İsmet, Esra’ya bakıyor.” İsmet denen kız bana kıskançlık ile baktığında boş bakışlarla bakıp, önüme döndüm. Onun burada ne işi vardı? “Damat eskiden tarlasında çalışıyormuş, davet etmişler kendilerini.” “Alparslan Bey de burada, düğününü kan gölüne mi çevirmek istiyor bu adam?” Gözlerimi sevdiği ile buluşturmadan Alparslan Bey’e değdirdiğimde gözlerini o tarafa kilitlemiş baktığını gördüm. Sadece bir anlık gözlerini Yiğit’ten alıp benim olduğum tarafa çevirdi. Bakışları ile beni yanına çağırdığında tüm titreyen bedenimi zorlukla hareket ettirip tüm bakışlar altında masaya doğru ilerledim. “Ne oluyor?” dedi Hamra, ben yanına oturduğumda. Alparslan Bey cevap vermezken başımı masadan kaldırmadım. Onun beni izlediğini bile bile yapmadım, bakmadım o kahvelere. Oysa ki elalarım onunla buluşmak için neler vermezdi, neler. Eskiden olsa allem edip kallem edip bir yolunu bulur bakar, yanına giderdim. Şimdi bir çaba göstermeden oturuyordum orada. “Ben bir lavaboya gideyim.” Hamra usulca yerinden kalktığında Alparslan Bey de onunla gitmek istedi ama Hamra izin vermedi. O masadan uzaklaştığında Ahu tanıdıklara bakınmak için yanımızdan kalkınca masada tek biz kaldık. “Sana demiştim. Onun derdi ben değilim.” Alparslan Bey’e döndüğümde öfkeyle karşı tarafa bakıyordu, dönüp bakmadım. “Bak, bir kez dönüp bakmadı bana. Buraya gelme sebebi benimle karşı karşıya gelmek değil. Seni almak. Sakın ola, gözümün önünden ayrılma bu gece.” “Tamam beyim.” “Kuduruyor şerefsiz, gebersin.” Dudaklarında küstah bir gülümseme belirdiğinde iç çektim. “Beyim ben bir Hamra’ya bakayım.” dediğimde karşı çıkmadan izin verdiğinde oturduğum yerden kalktım. Köy alanından yavaş yavaş uzaklaşırken tuvaletin olduğu kısma doğru ilerlerken ağaçların arasından gelen sesle duraksadım. Köy ahalisi geride kalmıştı, etrafta kimsecikler yoktu. Kedidir diye düşünüp tuvalete gideceğim sırada çalıların arasından gelen çığlık ile durdum. Bu Hamra’nın sesiydi. “Hamra?” Bir adamın bağırış sesi geldiğinde çalıların arasına girdim, ayağımı sıyıran dikenleri umursamadan çalıları geçtiğimde gördüğüm görüntüyle ayağım yerden resmen kesildi. Hamra, bir adamın önünde yerde dağılmış bir halde uzanıyordu. Önünde kırklı yaşlarda bir adam vardı, kemerini çıkarttığını görünce kan bir anda beynime sıçradı. Titredi bedenim. Etrafa baktım lakin gözüme takılan tek şey taşlar olmuştu. Hamra’nın hıçkırıkları ile içim ezilirken bekleyemedim. Elimdeki taşla adamın arkasına usulca yaklaşıp kafasına taşı geçirdiğimde adam inleyerek yere düşünce korkuyla yerde uzanan kıza baktım. “Hamra?” deyip yanına çökerek omuzlarını tuttum. Yaşlı gözlerle beni gördüğünde bir hıçkırık koptu dudağından. Yüzündeki kızarıklığa, dudağındaki kanayan yaraya baktım. “Ne oldu sana?” diye korkuyla sorduğumda gözleri arkama takıldı. Gözlerinin irileşmesi ile arkamı döndüğümde bir anda saçlarımdan tutulmamla geriye çekildim. “Seni orospu! Demek beni vurursun ha?” diye bağırıp, içki kokan nefesini yüzüme vurduğunda mazi bir anda gözlerimin önüne serildi. O anları yaşıyormuş gibi kalbim dağlandı. Bedenim kilitlenip kalırken yüzüme inen tokat ile kendimi yerde buldum. Sürüklediğinden dolayı dizlerim kanmaya başlamıştı bile. “Ah!” “Siz durun, sizi geberteceğim bekleyin!” dediğinde Hamra zorlukla adamı tutup çekmeye çalıştığında bir tokat daha indi suratıma. “Bırak onu, pislik herif! Bırak! Y-yardım edin!” dediğinde bir anda bir ses duydum. Daha ne olduğunu anlamadan üzerime çıkmış olan adamın yükü üstümden kalktığında derin bir nefes almaya çalıştım. Hamra ile birbirimize baktığımızda yüzümdeki tokada bakıp yüzünü buruşturdu. “Affet Esra, beni.” diye mırıldadı, bedeni kuş gibi titriyordu. Ahu, Hamra’yı tutarak yavaşça ayağı kaldırmaya çalıştığında yanağım sızım sızım sızlıyordu. Yerdeki bedenimi zorlukla kaldırmaya çalıştım. Alparslan Bey, pislik herifin üzerine çıkmış yumruklarını savuruyordu üzerine, küfürler ediyordu ama kulaklarım uğulduyordu bir şey duyamıyordum. Avuçlarımı yere bastırdığımda çizik çizik olmuş yaralar sızladı. Yüzümü acıyla buruştururken dizlerimin üzerinde doğruldum. Ahu tam bana yeltenmişti ki, hasret kaldığım o adama kavuştum. Belime sarılan kollar ile hiç güç göstermeden beni kucakladığında avuçlarım üzerindeki gömleğe sürtündü. Burnumdan içeri sızan koku ile gözlerim sızladı. Güçlü kolları beni sıkıca sarmıştı. Öyle kendimde değildim ki, başımı kaldırıp yüzüne bile bakamıyordum. Yoksa şimdi kollarına atılmış, sıkı sıkı sarılmıştım ona. “Şehla…” diye fısıltısını duydum önce. Sonra bana yıllar sonra gelen o ufak dokunuşunu. Kapanmak için yalvaran baygın bakışlarımı gözlerine kondurduğumda baş parmağı buluştu yanağımla. “Yiğit…” diye zikrettim adını yıllar sonra. O gittiğinde haykırmıştım en son adını sonra ağzıma almamıştım ismini. Kanayan dudağımı gördüğünde endişe ile kavrulan pişman bakışlarının yerini donuk bir sertlik aldı. O da benim gibi bu ufak dokunuşun bile tadını çıkaramadı zira ben büyük bir yıkımın altındaydım. Normalde bir tokatla bu hale gelmezdim lakin o çığlıklar, o anlar gözümde canlanmıştı. “Bakmaya bile kıyamadığım yüzüne el mi sürdü o şerefsiz?” dediğinde sesi ölümü andırıyordu. Hani ölümden önce gelen sessizlik vardı ya, oydu. Öyle bir tınıyla söylemişti ki o haldeyken bile anlamıştım neler yapabileceğini. “Alparslan!” diye aniden kükrediğinde gözlerini Ahu’ya çevirdi. Bedenimi usulca Ahu’nun kollarının arasına bırakırken ayakta durmaya çalıştım. Alparslan Bey, pisliğin yüzünü gün yüzü görmeyecek bile hale sokmuştu. Kandan görünmüyordu. Alparslan Bey, Hamra’nın yanına giderken Yiğit’in adamın suratına indirdiği darbeyle çıkan sesi duydum. Zannedersem çenesi kırılmıştı. İnşallah geberir diye düşünüp, elimi ağaca yasladım. Alparslan Bey, Hamra’yı kucakladığı gibi gelenlere baktı. “Ahmet, Ahu ile Esra’yı bırak konağa. O soysuzu da bana getir.” “Bu pislik benim.” Yiğit altında acı içinde inleyen adamın gözüne bir yumruk daha indirdiğinde Alparslan Bey tartışmaya girmeye tenezzül etmeden arkasına bakmadan uzaklaştı. Ahu kolumdan tuttuğunda Ahmet yaklaştı yanımıza. “İyi misin Esra?” dediğinde bir şey diyemedim, cevap bile vermedim. Son kez dönüp bakmak istediğimde ise koluma dokunan parmaklarla kasıldım. “Gel yardım edeyim sana.” Kolumu ondan çektiğim vakit daha ben zorlukla dudaklarımı aralamıştım ki Ahmet’in elini itti Yiğit. “Ondan uzak dur.” Ahmet, sebepsizce araya giren Yiğit’ten bir anlamamış olacak ki Ahu’ya baktığında Ahu Yiğit’e döndü. “Abime demem bir şey lakin onun başına bir şey getirirsen bu sefer ben bile bırakmam peşini. Yürü Ahmet.” “Ama Ahu Hanım, Esra-” “Sana dedim ki, yürü. Abime de bir şey demeyeceksin.” “Bende sizinle geleceğim.” diye yorgun ve acı içinde fısıldadığımda Ahu tebessüm etmekle yetindi. Adım atacaktım ki, Yiğit önüme geçti. “Ahmet misin it misin bilmem. Hanımının sözünü dinle ve git. Senin hayrına olur.” Ahmet el mecbur bir şey diyemeden Ahu ile oradan uzaklaşırken bedenim daha fazla ayakta durmayı kaldıramamış olacak ki yalpalandığında Yiğit, avucunu bel boşluğuma yaslayıp beni kendine doğru çekti. “İsmail şu leşi kaldırın, onunla daha işim bitmedi.” Beni göğsüne doğru çektiğinde yaralı avuçlarımla kendimi geri çekmeye çalıştım. “Bırak…beni…” diye fısıldadığımda yanağımı göğsüne yasladı. Adamlar etrafta diye çok yanaşmak istemedi lakin burnunun içine çektiği kokuları duyabiliyordum. Derin derin, içli nefesler alıyordu. “O şerefsizliği bir kere yaparım.” Duraksadı. “Toplayın buraları.” diye emir vererek, yaklaşan arabaya baktı. Ciğerlerime doluşan kokunun müptelası olurken, koku tüm acılarımı bir bir dindirirken göz kapaklarım ağırlaştı. Bu kokuyu çekebilmek için, kollarında olabilmek için şuan ki acıya bir kez daha dayanabilirdim zira daha büyüklerine dayanabilmiştim. Eğildiğini hissettim. Dizlerimin arkasından geçirdiği kolu ile beni bir anda kucakladığında sesimi çıkarmadım. Sadece biraz, biraz dinlenmek istedim göğsünde. Sonra yine inat eder, niye bağırırdım ona. Başım boynuna düştüğünde burnunu yanağıma yasladığını hissettim. Adım adım ilerledi, beni kucağından indirmeden arabaya kadar taşıdı. Kapının açılma sesini duyduğumda eğildiğini hissettim lakin yerimden kıpırdadığımı hissetmedim. Çok değil bir süre sonra arabanın hareket etmesi ile bir anlığına araladım kirpiklerimi. Yüzü, yüzüme öyle yakındı ki dudaklarıma dokunan nefesini hissettim. Çekilmek istedim lakin kaçacak bir yerim yoktu. Beni dizlerinin üzerine uzatmış, kafamı göğsüne yerleştirmişti ama kendini geriye vermemiş aksine burnunu yanağıma sürtmekle uğraşıyordu. “Çekil…” dedim zorlukla lakin o katran karası kahveler dediğimi elbette ki yapmadı. Yapmasındı. Babamın dediği gibi dilimin söylediğini gözlerim söylemiyordu. “Hayır.” Tok sesi ile soluğu yanağıma ve dudaklarıma çarptığında burnunun ucu dokundu yanağıma. Benim kirpiklerim onun da harareleri titredi. Bakışlarındaki ışık, titredi. Kaşlarımı usulca çattım, bu yorgun halimle bile ona kafa tutmaktan çekinmiyordum. “Çekil dedim!” diye mırıldandığımda kahveleri gözlerimden koparak dudaklarımda durdu. Nasırlı, baş parmağının etli kısmı ile o pisliğin vurduğu yere dokundu. Gözleri, dudaklarımda geziniyordu. Yutkunmak istedim o an lakin boğazım düğüm düğüm olmuştu. “Dudaklarını kıpırdatma, iyiliğin için.” diye benim gibi fısıltıyla konuşarak iç çekti. Aramıza küçük bir mesafe koyduğunda başımı göğsünden kaldırmak istedim lakin baş parmağının yerini avucu aldı. Yanağım, avucunun içinde kaldı. Eskiden hep, avucunu alır yanağıma yaslardım, bazen de öperdim lakin şimdi parmağımın ucunu bile oynatmıyordum. Başımı göğsüne yasladığında, eşarbın altından sızan saçlarımı, yeniden eşarbımın altına yerleştirmeye çalıştı. Bu hareketi kalbimi tekletirken gözlerim yeniden ağırlaştı. Arabanın içine dağılmış kokusuna daha fazla kayıtsız kalamadım, gözlerim usul usul kapandı. Yıllar sonra sevdiğim adamın kollarında uyudum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD