Kaçırılmamın üzerinden iki ay geçmişti. Bedenimdeki yaralar, zincir izleri artık yoktu ya da belli olmayacak kadar azdı. Eski sağlıklı hâlime geri döndüm. Bu iki ayda ikizlerle birlikte bir sürü iş alıp kötü adamların hesabını kestik. Şu anda ise ne mi yapıyorduk? Efe ve ben gündüz kuşağında yayınlanan bir program izliyorduk. Ege de yan koltukta oturmuş telefonundan oyun oynuyordu.
“Ya Efe, çekirdek kabuklarını yere atma! Sonra ben süpürüyorum,” dedim.
“Ya kızım, çok heyecanlı. Şimdi tabağı tutturamam”.
“Bence bu adam yaptı,” dedi, eliyle televizyondaki adamı işaret ederek.
“Hayır, bence kadın öldürdü. Çok şüpheli konuşuyor.”
“Evet, olabilir, haklısın,” dedi.
“Ya hâlâ kabukları yere atıyorsun! Bak şimdi seni ben öldüreceğim, düzgün ye şunu!”
İnadına çekirdeğin kabuğunu yere atıp bana baktı. Hatta yetmezmiş gibi başka bir çekirdek kabuğunu ağzından suratıma fırlattı.
“İyyy, iğrenç!” diye bağırarak oturduğum yerden kalktım. Sinirden gözlerimden alev bile çıkabilirdi.
“Sen şimdi gerçekten öldün!” diye bağırarak Efe’nin üstüne yürümeye başladım.
Çoktan oturduğu yerden kalkmış, kaçacak yer arıyordu. Elime aldığım yastıkla peşinden koşmaya başladım.
“Seni boğacağım, gel buraya!”
O önde, ben arkada, elimde yastık ile onu kovalıyordum.
“Kızım, bırak peşimi!”
Dış kapıyı açıp bahçeye koştuğunda, tabii ki peşinden ben de koştum. Ege, girişteki verandaya oturmuş, kahve eşliğinde bizi izleyip dalga geçiyordu. At yarışı sunar gibi yaptığımız hareketleri bağırıyordu.
Ege’den sonra kesinlikle sıra ondaydı.
“Efe sağa bir manevra yaptı! Duru onu yakalayabilecek mi? Evet, yaklaşıyor, yaklaşıyor! Yoksa yakaladı mı? Maalesef yakalayamadı! Efe başka yöne koşmaya başladı! Bu bir taktik mi?”
“Ege, sus!” ikimiz de aynı anda bağırdık.
Kaç saattir Efe’yi yakalamaya çalıştığımı bilmiyorum ama ter içinde kaldım. Efe’nin de benden bir farkı yoktu; saçlarından ter damlıyordu.
“Duru, artık yeter, dur!” diye bağırdığında hâlâ peşinden koşuyordum.
“O zaman pes et!” dedim.
“Aslaaa! Ölürüm de pes etmem! O yastığı narin yüzüme bastıramazsın!”
Artık nefesim tükenmişti. Yorgunluktan yere devrilmek üzereydim ki bahçenin güvenlik görevlisi geldi. Onun görevi tabii ki bizi korumak değildi; buna ihtiyacımız yoktu. O yüzden işe ihtiyacı olan yirmi yaşında genç bir kızı işe almıştık. Tek görevi kapıya gelenleri bize söylemekti.
Elif yanıma yaklaşıp:
“Duru abla,” dedi, “kapıda silahlı bir sürü adam var. Önlerinde de bir adamla küçük kız var.”
“Ne?” dedim.
Efe de yanıma geldiğinde kapıya doğru ilerledik.
“Aç,” dedim.
Güvenlik kulübesinde her zaman lazım olur diye silah bırakıyorduk. Bize olmasa bile Elif’e olabilirdi; kendini koruması içindi bu silah.
“Silahları ver,” dedim.
Elif hemen kulübeye girip Camdan bize üç tane silahı uzattı ve otomatik kapıyı açtı.
“Orada kal,” dedim.
Ürkek hareketlerle kafasını salladı.
Ege de hızla yanımıza geldi.
Kapı açıldığında gördüğüm manzarayla şok oldum. Can, yanında Buse ve bir ordu dolusu silahlı adamla karşımızda duruyordu. Canı en son buse ve beni depodan kurtardıkları gün görmüştüm. Birkaç kez ,bana nasıl olduğumu soran mesajlar atmıştı ,bende o günden sonra buseyi merak ettiğim için onun durumunu soruyordum o kadar. Numaramı nereden bulduğunu da bilmiyorum ama onun gibi bir adamın bulması da zor olmamıştır.
Can da bizi silahla gördüğü için şaşırmıştı.
“Buse seni görmek istedi. Sakıncası yoksa gelebilir miyiz?”
Ne diyeceğimi şaşırdım.
“Tabii, gelin,” dedim. “Ama sadece sen ve Buse. Adamların dışarıda kalsın.”
Bu kadar adamı eve alamazdım; bahçede durmaları da Elif’i rahatsız hissettirirdi.
Önce bana sonra adamlarına baktı.
“Kerem,” dedi, “sen de geliyorsun. Siz dışarıda bekleyin.”
Kerem, adamların arasından çıkıp Can’ın yanına geldi. Beraber bahçeye girdiklerinde Elif kapıyı kapattı.
“Misafirlerini hep böyle mi karşılarsın?” dedi, elimdeki silahı ima ederek.
“Hayır, misafir olarak geleceğini bilseydim daha güzel bir karşılama yapabilirdim,” dedim kinayeli bir şekilde.
“O karşılamayı da görmek isterim” .
“Öhö öhö, biz de buradayız,” diyen Efe’ye baktım. Yüzü koşmaktan kıpkırmızıydı.
Ne? Koşmak mı? Allah kahretsin, dedim içimden. Şu an üzerimde pembe, üzerinde ayıcıkları olan şortlu pijamam vardı ve koşmaktan saçım başım dağılmış, yüzüm kıpkırmızıydı Kesin. İnşallah ter kokmuyorumdur, dedim içimden. Efe’yi kesinlikle gebertecektim.
Hep beraber oturma odasına geçip oturduk.
“Buseciğim, nasılsın?” dedim.
Benden biraz utanıyordu galiba.
“İyiyim. Sen nasılsın?” Duru abla.
“Ben de iyiyim,” dedim tebessüm ederek.
Oturduğu yerden kalkıp yanıma oturdu.
“Biliyor musun, bu pijamadan bende de var. Bir gün beraber giyelim mi?”
Efe, arkadan, rezil olduğum için gülüyordu.
“Giyeriz tabii,” dedim. “Hatta aynısından Efe abinde de var. O da bizimle beraber giyer.”
“Yaaa, gerçekten mi?” dedi.
Heyecanla ,Efe’ye dönerek:
“Artık rezil olan oydu,”. Gerçekten de onda da vardı; çünkü doğum gününde gıcıklık olsun diye ben almıştım.
“Senin için sorun olmazsa ben bir duş alıp gelsem olur mu?” dedim.
“Sorun olmaz,” dedi Can.
Aslında bu soruyu Buse’ye sormuştum; çünkü beni görmek isteyen oydu.
“Buseciğim, hemen geleceğim. Ben gelene kadar Efe abin sana pijamalarını göstersin istersen,” dedim.
“Evet evet!”
Buse de oturduğu yerden kalkıp Efe’nin yanına gitti.
“Hadi göster Efe.”
Bana öldürücü bakışlar atıyordu.
Hızlıca bir duş alıp kalın bir eşofman takımı giydim. Saçlarımı kurutmadan aşağı geri indim.
aşağı indiğimde Buse ve efe oyun oynuyor, Ege, Can ve Kerem ciddi bir şeyler konuşuyordu. Herkesin keyfi yerinde gibiydi.
“Bir şeyler içer misiniz?” diye seslendim.
Saçlarımı kurutmadan aşağı indiğim için Ege bana öldürücü bakışlar atıyordu, ama ne yapayım; saçlarım neredeyse belime kadar uzanıyordu ve kurutmak çok uzun sürdüğü için üşeniyordum. Bu görevi genelde Ege üstlenirdi.
Ege ve Efe’nin kız kardeşi, yani üçüzü olan Ece, küçük yaşta kanserden hayatını kaybetmişti. Yetimhanede ikizlerle tanıştığım zaman Ege, saçlarımın aynı Ece'nin saçlarına benzediğini ve örüp öremeyeceğini sormuştu. Tabi ki izin vermiştim. Küçükken kardeşinin saçlarını kuruttuğundan ve ördüğünden bahsetmişti, onu çok özlüyordu. Yetimhanede kaldığımız zaman saçlarım ıslak dolaştığım için bana çok kızardı.
İlk evimizi aldığımızdan beri saçlarımı kurutma görevini de üstlenmişti. Zamanla ben de alıştım; artık saç kurutma makinesini alıp Ege'nin dizlerinin önüne oturup bekliyordum.
“Tövbe Bismillah, ilk defa duyanlar,” diyen Efe’ye gözlerimi devirip, “Abartma,” dedim. “Bi düşünim, en son senin elinden ne içtim?” diyip düşünüyormuş gibi yaptı.
“Dün su verdim ya, unuttun mu?” dedim. İmayla, “Aaa, doğru ya! Cipsleri zorla ağzıma sokup beni boğmaya çalıştıktan sonra ölmim diye su vermiştin, dün yarım bıraktığımı şimdi tamamlattırma bana,” dedim.
Efe ile birlikte halının üzerine oturup oyun oynayan Buse, Efe’nin konuşmalarına kıkırdayarak gülüyordu.
“Ben bir şekerli Türk kahvesi alırım,” diyen Ege’yi başımı sallayarak onayladım. “Ben de sade Türk kahvesi alırım,” canı da başımla onayladım.
“Prensesle bana da çikolatalı süt,” “Hay hay, efendim,” dedim gülümseyerek. Söylemeyen sadece Kerem kalmıştı.
“Kerem, sen ne alırsın?
Zahmet olmasın, ben kendim yaparım” . Kerem oturduğu yerden kalkıp yanıma gelmeye başladığında şaşırdım. “Sen misafirsin, otur,” dedim.
“Yok, gerçekten ben yapabilirim”.
“Seni zehirleyeceğimi falan mı düşünüyorsun?” dedim, tek kaşımı havaya kaldırarak. O da şaşırdı.
“Hayır, sadece zahmet olmasın diye demiştim,” dedi.
“Tamam o zaman, hadi gel .”Mutfağa İlerlediğimde, gömleğinin kollarını katlayarak peşinden geldi . “Kahve nerede?”.
“Korumalar ne zamandır kahve yapıyor?” dedim. Mutfak tezgahına yaslanarak, “Ben koruma sayılmam”. O da karşımdaki yemek masasına yaslandı.
“Kollarımı bağlayıp, nasıl yani?” dedim.
“Boşver, uzun hikaye, belki bir gün anlatırım”.
“Merakla bekliyorum,” dedim. Belinde silah vardı; herkes onu canın koruması sanıyordu. Ama o, “Ben koruma değilim,” deyip benimle mutfakta kahve yapıyordu. Değişik bir tipti, gerçekten.