2. Bir Düğün , ilk görüş

1047 Words
Zeynep, Çocuklarla olan eğitim-öğretim yılım resmen başlamıştı. Onlar çocuk olmanın verdiği heyecanı taşıyordu; ben ise bildiklerimi ve öğrendiklerimi anlatacak, öğretecek olmanın heyecanını hissediyordum. Eğitim verdiğim okul tek katlı, küçük bir binaydı. Üzerinde “okul” yazmasa, kimse orayı okul sanmazdı muhtemelen. Ama işimi seviyordum. Tüm imkânsızlıklara rağmen vazgeçmiyordum. Hatta buraları bu kadar sevip, elim değen her yeri düzeltmeye çalışmama Doktor Hasan bile hayret ediyordu. Geldiğim günden beri anlatıldığı gibi bir tehlikeyle karşılaşmamıştım. Annemle her gün bir kez konuşup onun endişesini ve merakını gideriyordum. Ona tanıştığım insanlardan, bana yardım edenlerden, köyün havasından ve doğasından uzun uzun bahsediyordum. Bir defasında annem, “Burada düzenim, evim, Halime teyzen olmasa; öyle anlatıyorsun ki, çıkıp gelesim geliyor.” demişti. Gelmesini, görev yaptığım yeri görmesini çok isterdim. Ama biliyordum ki annem gelse bile bir haftadan fazla kalamazdı. Yan binada, yaşlı ve yatalak olan Halime teyze vardı. Her gün önce evimizi temizler, ardından onun evine gider; temizlik ve yemek yapar, ilaçlarını verirdik. Teyzem cevap veremese de onunla sohbet eder, güncel şeylerden bahsederdik. Annemin hayatta kalan tek akrabası Halime teyzeydi. Çocukluğunda ve gençliğinde Halime teyzenin annem üzerinde çok emeği olmuş; bu yüzden annem ona bakmayı bir borç biliyordu. Ben de çocukluğumdan hayal meyal hatırlıyordum Halime teyzeyi… Güzel, becerikli, şen şakrak bir kadındı. Onun yanında kimsenin canı sıkılmazdı herhalde. Ama kader işte… Eşini ani bir kalp kriziyle kaybedince beynine bir anlık şok inmişti. Evde yalnızmış; bayılınca başını ve sırtını sehpanın sivri kenarına vurmuş. O günden sonra felç geçirmiş. Doktorlar, bilincinin açık olduğunu, bizi duyup gördüğünü ama tepki veremediğini söylemişti. O günden bu yana annem hep teyzesinin yanındaydı. Bir yere gitmesi gerekse, Halime teyzeyi karşı komşumuz Canan ablaya emanet ederdi. Canan abla da en az annem kadar merhametliydi; güvenebileceğimiz tek komşumuzdu. --- Sabah erkenden kalkmış, soğuk havayı hissederek sıkıca giyinmiştim. Okula erken gidip sınıfımı temizledim, çocuklar geldiğinde sıcak bir ortam bulsunlar diye sobayı yaktım. Şimdilik on öğrencim vardı. Bir ara, hâlâ okula gitmeyen çocukların ailelerini ziyaret etmeyi aklıma not etmiştim. Elimdeki kısıtlı imkânlarla onlara verimli bir ders anlatmaya çalışıyordum ama daha fazlasına ihtiyacımız vardı. Etkinlik yapabilmemiz için gereken araç gereçleri almak üzere cumartesi günü muhtarla şehir merkezine gitmeyi de planlamıştım. Zili alıp salladım. Çocukların hepsi zehir gibi akıllıydı. Gözleri gözlerimdeydi; ağzımdan çıkan her kelimeyi kapıyor, hemen kavrıyorlardı. Bu yüzden derslerde çabuk ilerliyorduk. Her öğrencimle ayrı bir bağ kurmuştum. Onlar beni sevmişti, ben de onları. Aileleri de sağ olsun, beni bir kahraman gibi anlatıyorlardı. Bu yüzden velilerim beni hiçbir zaman erzaksız bırakmıyordu. Kimi yoğurt, kimi peynir, kimi tandır ekmeği gönderiyordu. Bu durum beni biraz mahcup etse de, reddetsem bile bir şekilde ısrarla veriyorlardı. Sınıftan en son çıkan Samim’di. Bu kez yanıma gelip, “Öğretmenim, yarın ağabeyimin düğünü var. Babam, ‘öğretmenine söyle, davetlimizdir’ dedi. Gelir misin?” diye sordu. Gözlerindeki o isteği görünce reddedemedim. “Olur canım, gelirim.” demiştim. Samim’in mutluluğu gözlerinden okunuyordu. --- Gün akşama dönerken düğün vakti yaklaşmıştı. Benim için de bir değişiklik olacaktı; bu yöreye ait geleneksel bir düğün görmek hoşuma giderdi. Kadife, siyah bir elbise giydim. Elime küçük bir çanta aldım. Burası dağlık bir yerdi; topuklu ayakkabı uygun olmaz diye koyu gri babetlerimi tercih ettim. Düğün, Samim’in evlerinin bahçesinde yapılacaktı. Artık hazırdım. Evimin kapısını kilitlerken uzaktan davul zurna sesleri gelmeye başlamıştı. Yürümeye başladığımda fark ettim ki neredeyse tüm köy düğüne gitmiş. Sessizlik bir tuhaf, hatta ürkütücüydü. Evlerin ışıkları yanmıyordu; yolumu sadece ay ışığı aydınlatıyordu. Düğün yerine yaklaştıkça ışıklar görünmeye, sesler gürleşmeye başladı. Beni ilk gören yine Samim oldu. Koşup sarıldı, sonra elimi tutup annesiyle babasının yanına götürdü. Ailesi beni çok sevecen ve hürmetkâr karşıladı; tabiri caizse önümde pervane olmuşlardı. Gelinle damat alana çıkınca herkes alkışladı, ardından yerlerine oturdular. Gelin çok güzeldi. Yanımdaki kızların konuşmalarından duyduğuma göre, çocukluktan beri birbirlerini seviyorlarmış ama aileleri düşman olduğu için evlenememişler. Sonunda bir komutan aracı olmuş, iki aile barışmış ve gençler muradına ermiş. Kadın, erkek, genç, yaşlı herkes halaya kalktı. Ortamdaki coşku bir başkaydı. Kısa bir süre sonra, arkama dönme refleksiyle baktığımda yeşil kamuflajlı bir askeri araç gördüm. İçinden, ellerinde ve bellerinde silahlarla askerler iniyordu. Merakla izlerken muhtar İsmail, öğrencimin babası Cezmi Bey ve birkaç köylü halaydan çıkıp askerleri karşıladı. Hoş geldin faslından sonra beni, Doktor Hasan’ı ve Hemşire Zehra’yı bir masaya oturttular. Askerler de baş köşeye geçti. İki asker masada otururken, bazı köyün ileri gelen yaşlıları da onlara eşlik ediyordu. Üç asker ise ellerinde silahlarla etrafı gözetliyordu. Bir süre sonra yemek faslı başladı; herkes halaya ara verip yemeğini yedi, ardından tekrar oynamaya başladı. Bir ara askerlerden biri Hasan’a doğru baş selamı gönderdi. O da aynı şekilde karşılık verdi. Masadaki rütbeli olduğunu düşündüğüm asker ise Hasan’la kısa bir selamlaşmadan sonra gözlerini benden ayırmadı. Delici, sert bir bakışı vardı. Bu dikkatli bakışlar beni rahatsız etmeye başlasa da önemsememeye çalıştım. Alıcı gözle baktığımda uzun boylu, geniş omuzlu, iri yapılı, beyaz tenli, keskin hatlı bir adam olduğunu fark ettim. Ama bakışlarında bana karşı bir soğukluk sezdim. O sırada Hasan, “Hadi kalkın, bir tur da biz oynayalım, canım çekti!” dedi gülerek. Hasan bu köyde doğup büyümüş, yöreyi iyi bilen biriydi. Kürtçeyi bilir, halay başında oynardı. Ailesi onu zorluklarla okutup doktor yapmıştı; tanıştığımızda anlatmış, ben de onunla gurur duymuştum. Ben doğunun oyunlarını bilmezdim. Hasan ve Zehra beni zorla kaldırdılar. Zehra, “Naz yapma Zeynep! Sanki biz biliyoruz da oynuyoruz! Kurtlarımızı dökelim hadi!” diyerek beni halaya kattı. Ne yapacağımı bilmiyordum ama Zehra ve Hasan hem oynuyor hem de bana öğretmeye çalışıyordu. Bir ara göz ucuyla muhtarın, oturan iki rütbeli askeri halaya kaldırmaya çalıştığını gördüm. Kısa süre sonra Hasan’ın ayak hareketlerine dikkatle bakarken birden Zehra’nın elinin yerini sert, iri bir el aldı. Başımı çevirdim — elimi tutan oydu, o rütbeli asker. Bu kez yakından göz göze gelmiştik. Müzik bitti, halay dağıldı, ama biz hâlâ birbirimize bakıyorduk. İlk toparlanan ben oldum; yerime geçtim. Ardından o da geçti. Masaya oturduğumda Zehra içeceğini yudumluyordu. Biraz sitemli bir sesle, “Neden çıktın halaydan?” dedim. O da, “Canım kusura bakma, öyle terk etmiş gibi oldum ama çok sıkışmıştım, tuvalete zor attım kendimi.” diye cevap verdi. “Anladım, sorun değil.” dedim tebessüm ederek. İçimden, ‘Elimi bırakmasın diye altına mı yapsındı?’ diye geçirip kendime kızdım. Düğün sonunda herkes evine dağıldı. Ben de eve dönüp pijamalarımı giydim. Kapı yanında duran iki parça odunu sobaya attım. Kısa süre sonra üşümem geçmiş, sıcak yorganın altında mayışmıştım. Ama gözlerimi kapadığımda aklımda hâlâ o adamın yüzü ve sert bakışları vardı. Kendimi uykunun tatlı kollarına bırakırken, o bakışlar zihnimde geziniyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD