2

1890 Words
Bildiğim tek bir şey vardı; oda babamın bir av tüfeği yoktu. Babam hiçbir şekilde Tufan'ı vurmazdı, Tufan Abi de babamla hiçbir koşulda kavga etmezdi. Onlar amca yeğendi, onlar birbirlerini vurup kırarken canları acımayacak kadar gaddar kimseler değillerdi. Belki amcam olsa bunu yapardı ama babam asla yapmazdı. Babam çardağın altından kalkmak için on kere düşünürdü, Tufan gibi kuvvetli genç bir adamı öldürecek gücü kendinde nasıl bulmuştu? Üstelik babam birini öldürecek kadar nasıl gaddar olabilmişti?  "Babamın av tüfeği yok," diyebildim sadece, sözlerim dudaklarımın arasında kalabalık bir ıslaklığa teslim olurken ağzım aralık gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Kucağımda ki Neşe'nin neyi ne kadar anladığının farkında olmadan ellerimden biri ile onun kulağını kapadım. Duyamazdı, duysa bile bu kadar caniliği onun avuç içi kadar dünyası kaldıramazdı. Onların hepsi koskoca bir yetişkin olduğunda bile ona yüktü ve o bu yükle ölmez ama ağrırdı, yanardı. "Av tüfeği Kadir'inmiş zaten, amcanın! Şimdi bana yardım et ki Aydan, baban suçsuzsa suçsuz olduğunu ispatlayalım, değilse de kaçarak cezasını çoğaltmadan onu kurtaralım." "Babam kimseyi öldürmez." "Belki de öldürmemiştir, haklı olabilirsin. Ben babanı da amcanı da tanımam zaten, şimdi bana yardım edip babanın nereye gitmiş olabileceğini..." "Babamın gidecek hiçbir yeri yok, döner dolaşır evine gelir, bizi bırakıp hiçbir yere gitmez. Gidemez zaten, tek böbreği var, oda hastalıklı nereye gidecek? Gitse de kaçamaz çok! Hasta babam! Tufan Abimi öldürecek kadar güçlü bir adam değil, tanımış olsaydınız inanmazdınız buna, dalga geçiyorlar derdiniz." Komutan karşısındaki çırpınışlarım, o çırpınışlara sarılmış gözyaşlarımı gördükçe bunaldı, yerinden kalkıp kendine dar gelen koltuğundan ortaya çıktı. Gözlerim onu takip ederken, bir yerlerden bu haberin bir yalan olduğunu duymaya ihtiyacım vardı. İhtiyacım öyle bir soluktu ki, Neşe ile birlikte kucak kucağa ağlarken mucize olacağını bildiğim bir beklentiye rağmen ısrarla komutanı izliyordum. Dönüp, küçük odasında yankılanan sesi ile hepsi şakaydı, demesini bekliyordum. Öyle olmadı, komutan odadan çıktı, az sonra elinde bir bardak suyla döndü, suyu bana uzattı sonra da kucağımda ki çocuğun saçlarına uzandı, Neşe saçlarına değen o kuvvetli ellerin etkisi ile kollarıma sımsıkı yapışınca çekti elini komutan, onu daha fazla korkutmamak için, sessizce yerine geçti. Suyu ben içeyim diye mi getirmişti bilmeden o suyu Neşe'ye zorla içirdim, korkana su verilirdi, bir de damağı çekilir yanağına küçük bir tokat vurulurdu. Korkudan bir hastalığa yakalanmasın diye, şoktan çıksın diye yapılırdı bu. Neşe'nin annesinin ölüsünün başında babama böyle yapmışlardı. Babam o günden beri mi şoktaydı diye düşünmeye başlamıştım ki, annemin gidişi ile babama kimsenin bir tokat vurmamış olduğu aklıma geldi. Eğer annemin gidişinin ardından yapılsaydı bu, o zaman babam bu kadar derbeder olmazdı.  "Komutanım, siz Tufan abimi gördünüz mü? Ölmüş mü sahiden?" Komutan başını belli belirsiz sallarken: "Sizi getirtmeden evvel saldım ailesini buradan, annesi baygınlık geçirdi, kız kardeşi babası perişandı," diye açıklayınca amcamı asla perişan hayal edemeyişim ile direndim ve: "Amcam perişan olmaz, o hep güçlüdür," deyiverdim. Bunu ona neden dedim bilinmez, ama sanki babamı aklamak için amcamı kötülemek ister gibiydim. Sonra da ekledim: "Babamı amcam götürmüş, ne diye götürecek ki o zaman, gel oğlumu öldür diye mi?" Komutan belki de saflığıma gülümsedi, kırık bir tebessümdü yüzündeki ama görebildim. Bana hak verir gibi: "Evet," dedikten sonra ekledi: "Bende bu yüzden seni çağırdım buraya, belki de baban kendini korumak istedi. Tufan'ın av tüfeği ile ne işi vardı? Henüz onların ifadesine başvurmadım, ancak acıları var diye erteledim ama eninde sonunda bunu bende soracağım ona, neden Tufan babanla av tüfeği ile buluştu. Bak Aydan, eğer baban kendini korumak için bunu yaptıysa çıkıp anlatmalı, hem böylelikle cezası hafifler, anlıyor musun beni? Kaçtığı sürece yakalandığı gün çok büyük ceza alır." Bana göre çok büyük ceza o günlerde başka bir şeydi, korku ile göz yaşlarımın akışını engellemeden karşılık verdim: "İdam mı edilir?" Belki de cehaletime şaşırdı o an komutan, gözlerinin dolduğunu gördüm ama neden ağlamaklı olduğunu hiç düşünmedim. Belli ki hem öksüz hem yetim kalmış iki kız çocuğu için üzülüyordu. Gene de bu kadarını dahi düşünmedim.  "İdam cezası yok artık, ömür boyu hapiste kalır." İçim biraz da olsa rahatladı. İdam edilmekten daha kötü değildi hapiste ömür boyu kalmak. Babam o çardağın altında da ömür boyu hapiste değil miydi zaten? İdamı düşünen kalbim biraz olsun feraha çıkarken, gözlerimi sildim ve: "Ben babamın nerede olduğunu bilmiyorum komutanım, bilsem de söylemem zaten size, niye söyleyeyim ki, babamı ellerimle size verecek değilim. Bırakın bizi gidelim, belki babam evine gelir. Öyle ya nereye gidecek hasta haliyle, siz de birkaç askerinizi gönderin yakalatın babamı, ama ben demem size babam geldi evde diye, beklemeyin, siz kendiniz bulun. Ben demem," dedim. Sözlerim komutan da müthiş bir anlayışa dönüştü, komutan başını sallarken dışarıdan az evvel ki cılız askeri çağırıp bizi götürtmesini söyledi sonra da evi aramalarını ve gece boyunca nöbet tutmalarını, eğer Ali Bulut eve dönecek olursa yakalamalarını. Az önce ki askeri araçla tekrar evimize döndüğümüzde artık yalnızdık. Yalnız ve kimsesiz! Askerlerin korumasında eve girdik, onların postalları ile iki göz evimizin içinde dolaşıp babamı bulamadıktan sonra yapayalnız kaldık. İlk defa o evde Neşe ile bir başımıza uyuduk. Korunaksız kapılarımız, pencerelerimiz bizi babamın yokluğunda nasıl koruyacaktı bilmiyorduk. Çardağın altında tütün saran, tek böbrekli hastalıklı adam bizi gerçekten koruyormuş bunu ilk kez o gece anladım. Neşe'nin çocuk uykusundan medet umarken ona sımsıkı sarıldım, ağladım, babam için dua ettim ama kendimiz için dua etmeyi unuttum. Sabah olduğunda ise bahçeye gitmeden kardeşimin başında bekledim ve tabi birde babamın gelmesini. O gün babam gelmedi, laf aramaya gelen komşulardan bir kaçı "geçmiş olsun" sözleri ettiler ama köylünün hepsinin cenaze evinde olduğundan da emindim. Gidemedim! Zaten gitmek de istemedim! Bir türlü Tufan'ı babamın öldürmüş olabileceğine inanmayan tarafıma rağmen onun cenazesine katilin kızı olarak gidemedim.  Cenazeden sadece bir gün sonraydı, babamdan hiç haber almadığımız artık komşuların kapımızı hiç çalmadan bizi lanetlediği o günden bir gün sonraydı. Tufan Abimin daha toprağı kurumadan camlarımıza, kapımıza taşlar inmeye başladı. Neşe, çok küçüktü! Onu hep savunmasız hatırlayan tarafım işte bu günlerden sonra onu hep öyle çaresiz gördü. Halbuki benden bile daha güçlü bir yetişkin olma ihtimali olan Neşe hep o gün ki savunmasız halindeydi. İlk taş evimizden içeri girdiğinde onun ayağının dibine düşünce: "Apa!" diyerek kucağıma tünedi. Önce amcamın karısı Gülhan Yenge'min yakarışları, sonra da Selvi'nin ve Tufan Abimin karısının sesleri duyuldu. Üçüydü evimizi taşlayanlar. Ağızlarından dökülen beddualara ara ara: "Kahpe," gibi, "Oğlumun başını yedin," gibi olmaz laflarda dolanıyordu. O lafların hepsi suçluyu ben yapmıştı, başımı uzatıp camdan bakamadım. Baksam beni paramparça edeceklerdi biliyordum. Belki yalnız olsam bu kadar savunmasız olmazdım, ama kucağımda ki masumun emaneti yüzünden banyo olarak kullandığımız küçük karanlık odanın içine girdim. Penceresi yoktu, taşlarla kırılma ihtimali olan tek camı bile yoktu. Kapıyı sımsıkı kapasam da seslerini duyuyordum herkesin, bağır çağırdı hepsi, birileri engel olmaya çalışıyor muydu bilmiyordum. Belki görecektim az sonra ama o an bunu da bilmiyordum. Dakikalar sonra evin içine çekildi sesler, bağırışlar, küfürler, beddualar hepsi küçük banyonun kapısındaydı. Neşe çığlık çığlığa bağırıyor yardım istiyordu, ama yardım edecek tek kişinin de ben olduğumu bile bile sımsıkı tutuyordu benden. Babam bizi böyle biçare bırakıp, birini öldürecek kadar ne yaşamıştı onu ilk kez o an düşündüm. Çok büyük bir mesele olmadan o tüfeği alıp da Tufan'ı vurmazdı babam. Belki içi çekilmiş, mutsuz, tembel bir adamdı ama babam beni de Neşe'yi de asla bırakmazdı.  Sonunda dar kapı aralığında bir boşluk oluştu, kapı kıran yengem elinde kocaman bir sopayla sırtıma vurduğunda Neşe kucağımdan düştü ve banyonun beton zeminine düştüm, üzerime hücumla yürürken Neşe de beni korumaya çalışan küçük ellerini araya sokup yengemin beni yerle bir etmesine mani olmaya çalışıyordu. Birkaç sopa darbesi de ona değdiğinde, her gün bahçeye birlikte gittiğim Perihan Teyzenin herkesin arasından geçip önüme siper durduğunu gördüm. Yengemin sopayla vurduğu her yanım sızlarken ben kendimi toparlayıp Neşe'ye de isabet eden sopaların onun nasıl canını yaktığını görmeye çalışıyordum. Ayağa kalkmam mümkün olmadı, ayağım kırılmış gibiydi. Üzerinde doğrulmaya kalktığımda anladım ki ayağım kırılmasa bile fena hasar almıştı, kucağıma Neşe'yi alıp o kalabalıktan kaçıp kurtulmak isteği taşırken Perihan Teyze'nin sesini duydum: "Yazıktır günahtır, şuncacık çocukların ne günahı var Gülhan, onlara böyle eziyet edince oğlun geri gelir mi?" Tufan Abim gerçekten ölmüştü. Ben bahçeden dönerken bazen yürümeyeyim diye beni motorunun römorkuna atan Tufan Abim, bazen de pazarda karşılaştığımızda birkaç kilo meyveyi elime tutuşturan Tufan Abim. Gerçekten ölmüştü hem de onu babam öldürmüştü. Peki ama neden? Amcamın illaki beni oğluna karı etmek derdinde söyledikleri yüzünden günahsız Tufan Abim neden ölecekti anlamıyordum.  "Yürü kızım yürü, seni jandarmaya şikayet ederim Gülhan, sahipsiz çocuklara bu zulüm yapılır mı?" "Oğlumun aklını çeldi, koynuna girdi, babası da namussuzluğuna karşılık oğlumu öldürdü," diyen yengem bir yandan ağlıyor bir yandan da buna benzer laflar ediyordu. Neşe'yi susturmaya çalışırken, benim ayağımda ki hasar kadar onda da bir hasar var mı diye görmeye uğraşırken yengemin sözleri beynimde uğulduyor ama gene de kendimi savunacak tek söz etmiyordum. Köylülerden bir kaçı yengemi evden çıkarırken Perihan Teyze'de bizi banyodan çıkarıp odanın içine aldı. Önce Neşe'yi susturmak için ona türlü oyunlar yaptı, sonra da sızlanarak tuttuğum ayağıma şöyle bir baktı. Ona göre ayağım çıkmıştı, çıkıkçı Nazife'ye götürmek lazımdı ama ben Nazife dahil köyden kimsenin bana yardım edeceğine hiç inanmıyordum.  "Bekle de burada üzüm dövüp getireyim," deyip kalkan Perihan teyzenin ardından kırılmış camlara, camlarla birlikte yerinden sökülmüş çerçevelere, tuğla duvarların aşınma ile toz dökmelerine baktım. Evimiz yerle bir olmuştu resmen! Yerle bir! Usul usul yeniden ağlarken Neşe'nin de elinde Perihan Teyze'nin verdiği bakır çaydanlıkla, bardaklara yalandan çay dolduruşunu izledim. Kırık dökük evin içinde ise dudaklarım bir mırıltı gibi sayıkladı: "Neredesin baba?" Perihan teyze, ayağıma dövülmüş üzümleri bir tülbentle sararken önce evin kırık camlarını toplamaya başladı, bende ona yardım etmek üzere kalktığımda ayağımın üzerinde hiç kalkamadığımı fark ettim. Hem babasız, hem evsiz hem de ayak-sızdım. Minderlerin üzerine çekilip: "Ben camlara poşet geçiririm, yaz günü bir şeycik olmaz, kırık kapıları da onarırız yarın vakitlice olur kızım her biri olur zamanla. Dur bakalım gün doğmadan neler doğar, olmadı gelin bugün bizde kalın," diyen Perihan teyzeyi izledim. Onunla onun evine gidemezdim. Huysuz bir kocası vardı, üstüne üstlük evinde kimseye bir bardak çay ikram etmeyecek kadar da cimriydi. Asla benle Neşe'ye bir gecelik yatak verdirmezdi. Perihan Teyzenin de huzurunu kaçırmaktansa evde kalırdım. "Bana büyük bir sopa bulsana Perihan Teyze," dedim ve onun hemen dışarıdan getirdiği sopaya tutunup kalktım ayağa, onunla birlikte camlara poşet geçirip, güçsüz çerçevelere üç beş çivi ile çaktım. Darmadağınık evin içinden zor güç bulduğum bir tencerenin içinde Neşe ile kendime o sopaya tutunarak bir çorba kaynattım ve çocukların açlığa dayanıksızlığını bildiğim için kardeşimin karnını doyurdum. O gece uyur ile uyanıklık arasında geçirdiğim saatlerde, şiddetli bir rüzgar sesine benzer bir sesle sopamla tutunup poşetlerden birinin sökülüp de eve savrulması ile çıktım evden, kapı önünde tuttuğum el feneri ile kapı önünde poşetle birlikte düşen çiviyi ararken yerin ayaklarımın arasında gıcırdadığını hissettim. Hayatımda bir kez bile depremin bu denlisini bilmememe rağmen, evin göçmek üzere olduğunu düşündüm. Çünkü çok fazla darbe almıştı zayıf tuğlalarla örülmüş eski evimiz ve o yüzden yıkılacaktı, sopaya dayanarak içeri girersem çok geç olabilirdi, ayağımın acımasını duymazdan gelip koşmalı Neşe'yi evden çıkarmalıydım. Sopayı fırlattım elimden ve ayağımın beynime dek vuran acısı ile koşarak evden içeri girdim, bir yandan ah uh ediyor, bir yandan da yerde uyuyan kardeşimi kucağıma basıp sokağa taşıyordum. Gözlerimden feryat figan acıma eş yaşlar akarken, uyku mahmurluğu ile bana ne olduğunu soran Neşe'yi kapının önüne çıkarışımla yüksek seste uluyan köpeklerin, koro halinde ötüşen kuşların arasında yerin altımda şiddetle sallanışını duyup geri çekildim, gözlerimin önünde evimiz yerle bir olurken kanım dondu, sığınacağımız tek çatımız da şimdi yerle bir oluyordu, Neşe yeniden ağlamaya başlamıştı, arkamı döndüm köy yoğun bir tozun altında kalmıştı, her yer yıkılıyordu, taş üstünde taş kalmıyordu adeta. "Apa noluyor, apa korkuyorum?" diyordu Neşe. Ben de korkuyordum, ne olduğuna yabancı olsam da gözlerimden akan yaşları silerek: "Bizim evimizi başımıza yıkıp sessiz kalanların evlerini Allah başlarına yıkıyor, "dedim. ***
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD