bc

Derman

book_age16+
1.3K
FOLLOW
5.9K
READ
others
comedy
twisted
like
intro-logo
Blurb

Senden bu kadar aralıklı mektup almış olunca, kıtalar arasında bir mektup arkadaşı edinmişim gibi bir hisse kapılıyorum. Sanırım daha sık yazmanı bekliyorum. Tuhaf ama bekliyorsam da kendimi yargılamam lazım. Anlattıkların bana nedense seni sanki bu kez daha başka biri olarak bulacakmışım gibi heyecanlandırıyor beni. Acaba diyorum saçlarını kırmızıya boyayıp, koluna da boydan boya bir dövme mi yaptırdı? Olur mu olur? Değişmeyen tek şey değişimin ta kendisi değil mi? Gene de dövme işini keyfine bırakıp, saçlarını kırmızıya boyamaman konusunda sana bir abi tavsiyesinde bulunmak istiyorum. Kara kız olmak sana çok yakışıyor.

chap-preview
Free preview
1
Birkaç gündür aklımda dönüp duran şu işi yapmadan tam olarak hayata adapte olmak konusunda sıkıntı yaşıyorum. En son geçen haftalarda okuduğum bir kitap da, tıpkı benim gibi aşktan yanmış, kavrulmuş bir kadının hayatını anlattığını okuduğum o günden beridir ben de kendi hayatımı anlatmayı kafama koydum. Nasıl yapacağımı çok bilmeden? Cümlelerim ne kadar kabul görür olacak bilmeden? Elbette bir yazar olmadan da hayatını anlatabilirsin, onlar kadar süslü cümleler kurmadan, yalın bir dille; "Çok Sevdim" dersen karşıdaki seni pek tabi anlar... Ve elbette bir insanın gönlüne koca koca taşlar gibi yüklenmiş bir aşktan bahsederken âşık bir şair olması da çok zor değil. Çünkü bu işler ancak yürekten hissedilen duygularla yapılır, öyleyse benim için de o duyguların yeri var.  Yok değil! En güzeli de, hikâyeyi halen ben anlatıyorsam bilinen bir son mevcut demektir. Bu da, hikâyeyi anlatan kişinin halen hayatta olduğu mutlu sondur. Pekâlâ, bir insan ölmedikçe mutlu sonu mu yaşıyordur? Nefes almak mıdır, tek mutlu son? 1999 Ağustos O gün de diğer günlerden daha farklı değildi benim için, hasat mevsimi geldiğinden beridir her gün gittiğim fındık bahçesine o günde gitmiş, sabahın erken saatinden akşamın karanlık vaktine kadar fındık toplamıştım. Yevmiyemiz belliydi, ne kadar emek verirsen ver aynı parayı alırdın o işten. İşi serersen de bir gün sonrasında bahçeye çağırılmazdın. Dışlanırdın, seni ne hasatta ne de ekim ya da budama da kimse bahçesine çağırmazdı. Senin de bahçen yoksa açlıktan ölürdün. Bizim bahçemiz yoktu. Babam fakir bir adamdı, kendini bildi bileli hem de. Bir zamanlar köyün en yakışıklı delikanlısı olup, köyün en güzel kızı ile evlenmesini tek nedeni de o yakışıklılığından başka türlüsü değilmiş zaten. Gerçi babam için ekmeğini taştan çıkarırdı gibi sözler edenler de çok olur ama ben kendimi bildim bileli babam tütün tablası önünde, içtiği sigaraları sarıp, evin önünde ki çardağın altında akşamı beklerdi. Babam neden hep akşamı beklerdi bilmiyorum, ona bir gün bile bunu sormadım. Zaten sormuş olsaydım cevap verir miydi bunu da bilmiyorum; çünkü babam mümkün mertebe konuşmaz, çokça öksürür, az yer , az içer ve az uyurdu. Tek çok yaptığı şey ise o tütünleri sardığı kağıtları yakıp yakıp bitirmekti. Ve hafta da bir gün kurulan ilçe pazarına da o tütünleri almaya beni gönderir, bunun için bile kendini almazdı oturduğu sedirden. Kimileri babamın annemden sonra böyle olduğunu söyler, kimileri de çocuğu çocuğa emanet eden bir savsak olduğunu dile getirirdi. Babamın hiç savsak olduğunu düşünmedim. Kim ne derse desin, ne kadar tembel olursa olsun o benim babamdı. Bahçe ırgatlığı ile kazandığım paranın sadece tütün ihtiyacı olanı istemekten öte kuruşuna dokunmazdı. Evi nasıl geçindirdiğimi de sormadığı gibi, harcamak konusunda da hamlede bulunmazdı. Babam için sigarasını içebildiği ve o çardağın altında oturabildiği sürece hayat sürüyordu. Benim için ise kendimden neredeyse on beş yaş kadar küçük kardeşime bakabildiğim sürece hayatım devam ediyordu, fazlasını ya da eksiğini ise bilmiyordum. Kardeşim ise benden daha farklı değildi, tam tamına annemin beni terk ettiği yaşta, daha henüz üç yaşını doldurmadığı o yazda annesi onu da terk edip gitmişti. Yalnız onun annesinin benim annemden bir farkı vardı, babam için amcamların münasip gördüğü aklı eksik bir deliydi. Annemden sonra babam kadınsız kaldı diye evham yapan amcalarım, civar köylerden bir kız çocuğuna annelik edecek safça bir kadını alıp babama kadın diye getirdiler. Babam o kadını hiç sevmedi... Annemi hep çok sevdiğini köylülerin söylediğinin dışında da bilmiyorum ama onu hiç sevmedi.  Annemi çok sevdi mi gerçekten?  Ne itti kaktı, ne kötü davrandı; ne de iyi? Kardeşimin annesinin de, bana  bir kötülüğü dokunacak gaddarlıkları hiç olmadı, genel de ben ne dersem onu yapar, bazı zamanlar saçlarımı okşadığı bile olurdu. Aklında ki noksanlıklar vicdanının eksik taraflarını yontmuş gibiydi sanki. Sonra ne oldu da mı gitti? Bir gece, ardı sıra onu görenlerin dur demesine rağmen kendini delice akan çaya attı. Ya da ona kimse dur demedi, dur diyenler yalancı şahitlik etti. Çünkü onun kendini çaya  attığını ben görmedim ama jandarmaların arasında yatan soğuk ve ıslak bedenini gördüğümde bunun böyle olduğuna ben de inandım. Neden attı kendini o çaya, neden gece bir yarısı el kadar bebesini bırakıp gitti hiç bilmiyorum. Belki bir derdi olup olmadığını anlayabilseydim ona engel olabilirdim, olamadım. Keşke bir kez olsa onunla sohbet etmeyi deneseydim diye kendi kendime hayıflandığım yıllardan sonra kader deyip geçmeyi öğrendim. Böylesi daha kolaydı. O öldüğünde tam on sekiz yaşındaydım ve o sıcak yaz günü ise yirmi.  O günün diğer günlerden farkı ise, eve geldiğimde babamı çardak altında bulamayışım da gizliydi. Gitmezdi!Hep aynı çardak altında otururken babam, gitmezdi. Biliyordum!  Kardeşim, avluda ki tavuklara buğday atarken, onun tozdan keçeleşmiş koyu saçlarını öptüm.  Bir annenin çocuğunu sevebileceği yüreklilikte seviyordum ben kardeşimi. Oda bunu bilir gibi hep sevgi dolu bakışları ile gözlerini bana çevirip o beş yaşa ait çarpık konuşmasıyla: "Bana ne veyeceksin apa?" diye sorardı. O gün de bunu sorduğunda ona her gün yaptığım gibi cebime doldurduğum bir avuç fındığı uzanıp: "Sana bunu vereceğim, ablam," dedim. Onun için o bir avuç fındık şımarık zengin çocuklarının yediği sayısız abur cuburla eşti. Çünkü akşama kadar beklediği tek şey o bir avuç fındıktı. Yaş fındıkların kabuğunu soymaya çabalarken ona babamı sordum, tırnaklarını geçirdiği yaş fındıkları bana gösterip amcamların gelip onu aldığını söyledi. Babamın amcamla arası hep iki kardeşin arasında olmaması gerektiği mesafedeydi. Amcam babama işi düşmedikçe onu görmez, karısı ya da çocukları yol ortasında, bahçe de ya da köyün herhangi bir bölümünde beni görmezlikten gelip başlarını çevirirlerdi. Sadece amcamın büyük oğlu Tufan dışında, hepsi birbirlerine benzer şekilde bizim hastalıklı olduğumuzu savunurcasına kaçarlardı. Onların bizden kaçışları benim umurumda dahi değildi, çünkü onların beni sevmediği kadar bende onları sevmiyordum. Gerçi onların benden kaçışlarının temel nedeni, bir şey isteyecek olmamdan korkmalarıydı. Bilhassa da yoklukta geçindirdiğimiz evimiz için para istememdi korkmalarına neden. Amcamın benimle yaşıt kızı Selvi'nin eskileriyle büyüyen ve üzerimde ki her şeyin gene ona ait olduğu gerçeğini de düşünecek olursak, ceplerinde akrep olan insanların onlardan üç beş kuruş eksiltme ihtimalinden duyulan korku onları haklı kapıya çıkarıyordu.  O gün, kardeşimin keçeleşmiş saçlarına bakıp, babamı düşünmek yerine kardeşimi yıkamanın daha iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Onunla hep yaptığımız gibi birlikte banyoya girip gülüşerek yıkandık. Bir zamanlar onun annesi de beni yıkarken hep güldürürdü; çünkü ya beni sabunlamayı unuturdu ya da durulamayı.  Kardeşimin üzerindekileri gene köylülerden gelmiş eski kıyafetlerle değiştikten sonra mutfağa girdim. Bir lavabo kadar uzunlukta ki tezgâhın üzerinde tel raflardan aldığım malzemelerle pişirdiğim patates yemeğinin yanına soğuk olmasını dilediğim ama bir süredir çalışmayan buzdolabımızdan ötürü sıcak karpuzu kesip sofrayı kurdum. Babamı beklerken havanın iyice kararmış olması üzerine merak edip çıktım evden, bir elimi sımsıkı tutan kardeşimi kendimce korurken, diğer elimde de el feneri vardı. Karanlık köy sokaklarında amcamlara ulaşana kadar önümü görebilmek için böyle bir fenere hep ihtiyacım vardı. Tam köşeyi döndüğümde duyduğum motor sesi ile fenerime karşılık gelen aracın farları gözlerimizi alınca, yan komşumuz Perihan Teyzelerin duvar dibine sindim. Araç önümden geçip gidecekti, umduğum buydu ama aracın ve askerlerin, bir olay olduklarında geldiklerini bildiğimde endişelendim. Ne zaman jandarmalar bizim köye gelse köyde mutlaka birilerinin canı yanmış demekti. Aracın motoru hemen önümden köşeyi dönünce arkalarından baktığımda aracın bizim evin önünde durduğunu gördüm. Birinin canı yanmıştı haklıydım ama artık biliyordum ki o kimse bendim. "Yürü Neşe," deyip elinden tuttuğum kardeşimi ardımdan çekerek, eski tahta kapımızı vuran askere ona doğru tuttuğum el fenerinin ışığında bağırdım: "Kime baktın asker?" Asker arkasını döndü, cılız, küçük boylu bir üniformalıydı.  "Ali Bulut'un kızı sen misin?" Ali Bulut'un kızı bendim, kızları bizdik. Gözlerim korkuyla açılırken bana hiç açıklama yapmayan askerlerin arabasına binip, askerlerin kardeşimi bir komşuya bırakmamı söylemelerine rağmen onu kuytuma saklayıp o araçta yolculuğa başladım. Ne olmuştu, neden karakola gidiyordum bilmiyordum? Daha çocuk yaşta edindiğim anneliğime sığınmış kardeşim ile ilçede ki karakolun önünde indim, askerlerin peşinden karakol binasına girdim. Genişçe bir araziyi arkasında bırakan karakol binasını önünden görüp de içine ilk girişimdi. Tuhaf olan ise ilk olsa da son olmayacaktı. Sıcak yaz akşamının o soğuk duvarlı binasından içeri bilinmezliğe adanmış korkularımla girerken, Neşe'de elimi sımsıkı tutuyordu. Tıpkı oda benim gibi hiç sormadan itaat ediyordu bana. İtaat etmek bizim damarlarımızdan akan kana işlemiş gibiydi. Hep bir şekilde birilerinin dayattığı hayatı yaşarken, kabullenmeye peşinen hazır gibiydik. Bunu bize babam öğretmişti; çünkü annem gibi hayatım deyip kaçacak kadar gözümüz dönmüş olamazdı.  Değildi de...  Biz hayatımızı, kaderin bize sunduklarından öte sanmayan zavallılardan başkası değildik.  "Oturun şuraya, komutan işi bitince sizi çağırtacak..." Hastane gibi gelmişti bana o gün karakol. Bir tek kokusu benzemiyordu;  haricinde kapalı kapılar, koridorda birbiri ile alakasız yürüyen insanlar ve soğuk duvarlara yerleşmiş demir sandalyeler. Önümüzden geçen her erkeğin istisnasız koca postallarla gezdiği, yeşil rengi solmuş üniformalarının içinde gidip geldiği bir hastane...  Neşe bana daha çok sokulduğunda merak ettim, askerleri tanımış mıydı? Bizim hayatımızda hep bir şekilde yer etmiş o askerleri tanımış mıydı? Annesini soğuk, hırçın sulardan çekip alan jandarmaların üniformalarını, benim annemin o üniformalılara olan sevdasını... Derin bir nefes aldığımda içime çektiğim sadece o postalların havaya saçtığı toz oldu. Toz burnumdan ciğerlerime dolarken öksürdüm, ben öksürünce küçüğümün gözleri beni buldu ve hayatta elinde kalan son büyüğünün gözlerine baktı. Gülümsedim her şeyden habersiz, oda gülümsedi tıpkı benim gibi her şeyden habersiz. O anda ince zayıf bir ses duyuldu: "Gelin bakalım komutan sizi görecekmiş," Kalktık yerimizden,  zayıf askerin peşinde el ele iki savaşçı, ama yenilmiş iki savaşçı olarak içeri girdik. Odanın sağlam tahta kapısı ardımızdan cereyan yapıp kapanırken sertçe çarptı yuvasına. O an kardeşimle birlikte sıçrayıp karşımızda bize dikkatle bakan adamı fark ettik. Komutan olduğunu bilmezdim, onlara diğerleri komutan demeseydi. Bana göre bütün yeşil solgun üniformalılar askerdi. Omzunda ne takılı olursa olsun. "Komutanım çocuklar bunlar?" Komutan gençti... Üstelik de diğer kısa saç kesimli, yanık tenli, cılız askerlerin aksine yakışıklı. Evet onun yakışıklı olduğunu o günden fark etmiştim. Neşe'nin annesinin ölümü üzerine gelen komutan değişmiş yerine bu gelmişti. Diğer yaşlı olana kadar oldukça genç olan komutanın yakışıklılığı ile ilgilenmemin tek nedeni ise annemin beni terk etmesine neden olan askerin de böyle yakışıklı olup olmadığını merak etmemdi. Güzel bir yüz, kendi canından olan bir evladı perişan etmene neden olabilir miydi?  Bilmiyordum... Komutan tepeden tırnağa süzdü bizi, belki acıdı belki başka hislerle o kadar uzun inceledi.  "Oturun bakalım," derken bize gösterdiği yerler makamının hemen önünde ki demir sandalyelerdi. İtaatkardık demiştim ya, işte o itaatkarlıkla geçtim o sandalyelere ve küçük kardeşimi bacaklarımın arasına aldım.  "Ney senin adın?" Komutan direkt olarak yüzüme bakıyordu. Ben de korkularıma rağmen onun yüzüne baktım. Bana neler olduğunu söyleyecek kişi oydu biliyordum. Dikkatim dikkatindendi, bizi ayağına getirecek kadar önemli olan haber neydi bilmiyordum ve öğrenmekten de korkuyordum.  "Aydan," dedim usulca, başını öne arkaya salladı. Yüzü sinekkaydı tıraş olmuş bir erkeğinkinden farklı bebek gibi pürüzsüzdü komutanın, her bahçede birlikte çalıştığımız Perihan Teyze'nin 'bebek yüzlü' dediği erkeklerdendi. Köyde böyle erkekler pek olmazdı, genel de hepsi güneşten yanmış, sakallarını bakımsızca uzatmış ve kendilerini erkekliğin baharında gösterdiğini düşündükleri o sakallara daha büyük bıyıklar eklemiş olurlardı. Aklımda bütün bu düşüncelerin var olmasına neden hayalperest tarafıma sus derken komutanı yeniden duydum: "Aydan, kardeşini dışarı çıkarmalarını ister misin, seninle yalnız konuşmak istiyorum?" Kardeşimi benden herhangi bir uzaklığa kimsenin götürmesini istemezdim, hele ki bunu bir askerken asla istemezdim. Başımı iki yana sallarken, komutan ısrar etti: "Henüz çok küçük dışarı çıkması onun faydasına, asker abileri ona yıldızları gösterebilirler." Komutan gözlerini Neşe'ye çevirdiğinde, bakışlarında şefkati görmem zor olmadı. Askerler şefkatsiz ve gaddar olmazlar mıydı? Askerler anneleri çocuklarından ayırmazlar mıydı? Henüz bu kadarını bildiğim askerler hakkında daha fazlası da yoktu ve Neşe onun bakışları ile sımsıkı eteğimden tutmuştu.  "Senin adın ne küçük?" Neşe komutana benim gibi cevap verecek cesarete sahip değildi, aksine yüzünü bana dönüp dizlerimin üzerine kapadı. Böylece komutan ısrarından vazgeçti, ben küçüğümün yeni yıkadığım saçlarını okşayıp: "Ben buradayım, korkma," derken, kendi korkularım için kim tarafından teselli edileceğimi bile düşünmüyordum. Teselli edilmeden avunmaya alışkındım nasıl olsa ben. Sustum... Suskunluğum komutanın gözlerinde karşılık buldu ve: "Baban hakkında bilgi alacağım tek kişi sensin Aydan, bana yardımcı olursan baban için de en hayırlı olanı yapmış olacağız," dedi.  Babama ne olmuştu ki onun için hayırlı olana yönelecektik? Babamın tütünü bitmiş, pazarı beklemeden çarşıya gitmiş olacağı dışında gidebileceği neresi vardı ki? Şaşkın, endişeli ama bir o kadar da meraklı bir halde sordum: "Benim babamdan mı bahsediyorsunuz?" dedim.  "Evet, senin babandan bahsediyorum. Sizin köyde başka Ali Bulut yoksa bahsettiğim kişi tam olarak sizin babanız." Neşe, dizlerime gömdüğü başını kaldırıp da yüzüme baktığında gözleri dolu dolu olmuştu. Komutandan, bulunduğumuz ortamdan, zifiri karanlık geceden ölesiye korkuyordu. Bunu anlamak zor değildi. "Buradayım Neşe, buradayım!" diye bir kez daha fısıldadım kulağına ve dikkatimi komutana verdim.  "Nereye gider baban?" "Babam bir yere gitmez, en fazla pazara gider, tütün alır, kağıt alır... Babam bir yere gitmez, amcama kadar gitmiş bugünde, Neşe görmüş." Neşe'ye baktım, kafasını iyice gömmüştü bacaklarıma... Neşe gördüğünü söylemişti. Onun şahitliği kafi miydi peki?  "Kimi görmüş Neşe?" Neşe'nin omuzlarından tuttum ve onun bana bakmasını sağladım. Neşe babam için bir iyilik yapacaksa bunu hemen şimdi yapmalıydı.  "Neşe babam kiminle gitti, söyle fındığım, söyle bana babam kiminle gitti?" Neşe, gözlerinde sakladığı yaşları salıp: "Eve gidelim," diye mızıklanınca son çare onu kollarından kaldırıp kucağıma oturttum, ama o sanki karşımızda ki komutan ona zarar verecekmiş gibi bir endişe ile gene yüzünü göğsüme kapadı ve orada sessiz sessiz içini çekerek ağlamaya başladı.  "Komutanım babam bir yere gitmez, nereye gitmiş, kayıpmıymış, amcama sordunuz mu? O da bizim köyün aşağısında oturur, derenin orada. Siz amcama sorsanız aslında, belki de onun evinde." Komutan sözümü sürekli tekrarlayacak kadar kendimi ifade etme telaşında olduğumu anlamış olacak ki, elini kaldırıp susturduktan sonra beni: "Şimdi beni dinle Aydan," dedi, sanki önceden bir tanışıklığımız varmış gibi rahat ifade ediyordu ismimi. Ama ben bunun farkında değildim o an, dikkatim tam olarak onun üzerinde Neşe'nin korkudan titreyen bedeni kucağımda iyice ağırlaşırken komutana dikkat kesildim: "Baban ile Tufan arasında bir kavga olmuş, daha önce aralarında husumet yokmuş diyor köylüler, amcan da böyle söylüyor, sen baban ile Tufan arasında bir kavga olup olmadığını biliyor musun?" Dudaklarım istemsizce kıvrılırken destek alacağım tek kişi Neşe'ydi ki ben ona sımsıkı sarıldım.  "Babanla Tufan arasında hiç mi husumet yoktu, mal kavgası, toprak davası, hani olursa amcanla baban arasında miras yüzünden çıkar böyle şeyler, herkesin arasında olur?" Babamla amcam arasında mirastan ötürü kavga çıkmazdı. Yıllar önce ölen dedem neyi var neyi yoksa amcama ölmeden önce devretmişti. Ve babam bu bahisten dolayı ne kızmış, ne söylenmiş ne de amcama düşmanlık beslemişti. Bunun bahsi bile olmamıştı bizim evde hiç. Babama göre layık evlat olmayanlara zaten mal verilmemeliydi. O babasına yaşlılık zamanında hiç bakmamıştı, annesi de ağabeyinin yanında kaldı ve onun yanında öldü ise, babasından kalma miras hakkı kesinlikle Kadir Amcamındı. Bununla ilgili düşüncem babamın söylediklerinin aksi de değildi zaten, üç dönüm tarla için kardeşin kardeşe düşman olması anlamsız ve bencilceydi.  "Hayır," dedim çabucak daha fazlasını açıklamaya gerek duymadan. Babam ile amcam arasında son bir yıldır tek bir bahis vardı. Tufan Abinin karısından çocuğu olmadığı gerekçesi ile amcamın beni oğluna istemesiydi. Tufan abi benden tam on beş yaş büyüktü ve babamda dahil böyle bir şeye asla müsaade etmezdik. Bu meselenin amcamın açlıktan nefesim koktuğunu söylediği bir bahçe işinde artık istesem de onun beni almayacağını söylemesi ile son bulmuştu. Gene aynı ilgisiz amcam, gene aynı ilgisiz ailesi olmuştu. Belki Tufan Abim'in bundan haberi bile yok diyeceğim kadar bana karşı aile bireylerinden farklı olan adamın ise art niyetli olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.  "Aydan, bana yardım etmek zorundasın. Köylülerin hepsi ağız birliği etmiş gibiler, babana iyilik etmek istiyorsan bana gerçekleri anlat," diyen komutan beni düşüncelerimden alıkoyarken adamın bir askerden çok yardımsever bir iyilik savaşçısı gibi göründüğünü fark ettim. Ona cevap vermediğim bir süre içerisinde komutan sözlerini yeniledi ve o an benim için şok etkisi yaratacak cümleleri kurdu: "Baban ile Tufan dere kenarında kavga etmişler, baban av tüfeğiyle Tufan'ı vurmuş. Tufan birkaç saat önce öldü."

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

ÇINAR AĞACI

read
5.6K
bc

AŞKLA BERDEL

read
78.8K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
518.5K
bc

HÜKÜM

read
222.6K
bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook