***
Serhad’ın gözlerine baktım. Acısı, öfkesi, kaybı... Hepsi bir aradaydı ve hepsinin hıncını benden çıkarıyordu. O kararmış bakışların altında ezilmemek için sesimi yükselttim.
"Yeter Serhad Ağa! Acını anlıyorum ama amcanı ben öldürmedim."
Sözlerimle birlikte kollarındaki baskı azaldı. Parmakları gevşedi ama bıraktığı acı yerli yerindeydi. Canım yanıyordu. Zaten narin bir bedendim; tenim en ufak sertlikte morarır, iz bırakırdı.
"Yürü!" dedi sertçe.
"Bırak!" desem de dinlemedi. Kolumdan çekiştirerek sürükledi beni. Adımlarım ona ayak uyduramıyor, taş zemine takılıp duruyordu. Sorani konağının önüne geldiğimizde, beni dışarıda nöbet tutan adamlara doğru itti.
"İçeri götürüp odaya kilitleyin." Sesi buyurgandı, tartışmaya kapalıydı. O an, konağın içinden yükselen ağıtlar kulağıma doldu. Serhad'ın sesiyle kapı açıldı; ağlamalar, feryatlar taştı.
Behzat amcanın eşi Özlem yenge... gözlerinden yaşlar sel gibi akıyordu.
"Serhad oğlum! Doğru mu?" Sesi titriyordu, hala kabullenemiyordu. Sevdiği adamı kaybetmişti; o acıyı kimse ölçemezdi. Serhad başını eğdi, omuzları çöktü.
"Başımız sağ olsun yenge." Bu sözle kadın kendini tutamadı. Dizleri çözülür gibi oldu, dizlerinin üzerine çöktüğünde, onu tutan Serhad’ın annesi de onla beraber çöktü.
"Bu da mı gelecekti başımıza!" diye haykırdı kadın, ayaklarını vura vura. "Gitti dağ gibi adam... gitti!"
Sesindeki ağıt içime işledi. O an kendi korkumu, kendi çaresizliğimi bile unuttum. Konağın içi matemle doluydu. Kadınların gözleri yaşlıydı, erkeklerin yüzlerine ağır bir hüzün çökmüştü. Behzat amca... artık yoktu.
Adamlar kollarımdan kavradı. Bu kez karşı koymadım. Acıları varken sesimi yükseltmek, direnmek içimden gelmedi.
Odaya vardığımızda beni içeri ittiler. Kapı üzerime kapandı, ardından kilidin metal sesi duyuldu.
Sessizlik çöktü. Garip bir şekilde isyan edemedim. Dışarıda yas vardı, ağıt vardı. Ben ise kapalı bir odada, onların acısının gölgesinde, sessizce kaldım.
***
-1 Ay Sonra-
Bir aydır bu odadaydım. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu artık. Yemek ve su getiren çalışanlar dışında tek bir yüz bile görmemiştim. Serhad’ı en son o gün görmüştüm; ardından sanki yer yarılmış da içine girmişti. Oysa kaçmıştım... Kaçtığımı sanmıştım. Ertesi gün yine bu odadaydım. Aynı kilit, aynı sessizlik, aynı çaresizlik. Tam bir ay...
Behzat amcanın ölümünden sonra konak mezarlık gibiydi. Kan davası yüzünden taziye kurulmamış, ağıtlar bile yarım kalmıştı. Gelen giden yalnızca tanıdıklardı; hepsini penceremin ardından izliyordum. Bir aydır sahip olduğum tek uğraş buydu. Ne büyük eğlence(!)
Bu kez avluya değil, gökyüzüne bakıyordum. Karanlığın içinden Dolunay tam karşımdan parlıyordu; soğuk ama büyüleyici. Ömer geldi aklıma. Ondan tek bir haber yoktu. Kaçırıldım, ortadan kayboldum ama o yoktu. Başına kötü bir şey gelmediyse, bunu bana nasıl anlatacaktı? İçimdeki endişe boğazıma düğümlendi.
Kapının kilidi döndü. Ses, kalbimi yerinden söktü. Kapıya döndüğümde, içeri Serhad girdi. Günler sonra ilk kez. Bana bakmadı. Kapıyı kapattı, siyah ceketini koltuğun koluna fırlattı ve kendini koltuğa bıraktı. Yüzü çökmüştü; yorgunluk, acı ve öfke yüzünden okunuyordu. Amcasını babası gibi sevdiğini biliyordum.
"Söyleyemedim." dedim titreyen sesimle. "Geç oldu ama başın sağ olsun. Behzat amcayı ben de çok severdim."
Bu dediğimden geri kalmadı. "Yakında ben de sana baş sağlı dilerim." dedi soğuk bir tonla.
Sözleri içime buz gibi düştü. "Anlamadım." dedim. Alnını ovuşturdu, sonra elini aniden çekip o keskin bakışlarını bana dikti.
"Cemal ortalarda yok." dedi. "Demek ki oğlunu kan davasına feda etmiş. Bende ona istediğini vereceğim."
Kalbim delice çarpmaya başladı. Ona doğru birkaç adım attım. "Hayır." dedim. "Bunu yapmayacaksın." Dudaklarının kenarı kıvrıldı; bu bir gülümseme değildi, alaydı.
"Beni kaçırdın zaten." diye sesim yükseldi. "Kan davası için Ömer’den ne istiyorsun?!"
"Baranlıları yok etmeyi!" diye kükredi. "O söz bozuldu Zerin! Senle... bir Baranlı’nın kızıyla evlenmem."
O an anladım. Artık tek derdi kan dökmekti. Ve buna, sevdiğim adamdan başlayacaktı.
Dizlerinin dibine çöktüğümü fark ettiğimde gururum çoktan paramparça olmuştu.
"Lütfen..." dedim. "Ömer’e dokunma."
Yüzüme eğildi. Bakışları buz gibi soğuktu. "Seni arayıp sormayan adam için mi yalvarıyorsun?"
"Evet!" dedim ağlayarak. "Aramıyorsa bir nedeni vardır. Belki sen bile kaçırdın!" Gözyaşlarım durmuyordu.
"O benim sevdiğim, evleneceğim adam. Senden tek isteğim bu. Ömer’e dokunma. Hesabın varsa Cemal’le çöz."
Gözleri kapkaraydı. O bakışlarda merhamet yoktu; sadece hırs vardı. Kalkacak gibi olduğunda refleksle bacağına sarıldım. Yerinde durdu.
"Gerekirse seninle evlenirim." dedim bir an düşünmeden. "Sesimi bile çıkarmam. Yeter ki Ömer’e dokunma."
Bu sözleri söylerken içimde bir şeyler daha kırıldı. Ama Ömer’in ölümüne dayanamazdım. Serhad gittikten sonra yaralarımı saran, okumamı sağlayan, beni yeniden ayağa kaldıran oydu. Böyle bir adam, böyle bir ölümü hak etmiyordu.
Serhad kolunu uzattı, saçlarıma dokundu. Bu dokunuşta merhamet yoktu. Daha çok, 'buradasın ve ben izin verdiğim sürece burada olacaksın.' diyen bir sahiplenme vardı. Ardından bir anda saçlarımdan tutup beni kendine doğru çekti. İki bacağının arasındaydı bedenim. Dizlerimin bağı çözüldü; nefesim boğazımda kaldı.
Gözlerimden akan yaşları başparmağıyla sildi ama bu hareket bir teselli değildi. Daha çok susturmak gibiydi. Olduğum yerde donup kalmıştım. Utançla korku iç içe geçmiş, aklım bedenimin gerisinde kalmıştı.
"Madem öyle..." dedi. Sesi alçaktı ama içindeki tehdit kulaklarımda çınladı. Başka bir yol görmüyordum. Kaçacak gücüm yoktu, karşı koyacak halim de.
Elimi birden tuttu. Avucum buz gibiydi. Hareketlerimi kendi kontrolüne aldı; ben yalnızca nefes alıp vermeye odaklanmıştım. Yanlış bir yerdeydim, yanlış bir pozisyonda... ve bunun bedelini ödemek üzere olduğumu iliklerime kadar hissediyordum.
Bu bir yakınlık değildi. Bu, bir tehdidin sessizce kabul ettirilmesiydi.
Tuttuğu elimi göğsüne bastırdı. Hareketi yavaştı ama kararlıydı; yönü ben belirlemiyordum. Elimi geri çekmek istedim, bileğimdeki baskı niyetimi boşa çıkardı. Gücü, itirazımı kelimelere fırsat vermeden susturuyordu.
Dokunuş, bir yakınlık vaadi taşımıyordu. Aksine, kontrolün kimde olduğunu hatırlatan soğuk bir uyarıydı. Nefesim düzensizleşti; kalbim kulaklarımda atıyordu. O an, sınırların benim için çizildiğini ve adım atacak yer bırakılmadığını iliklerime kadar hissettim.
Elim hala kayarken, karın kaslarını istemeden hissediyordum ve bu daha çok kızarmama neden oldu. Daha aşağı ilerletip, kemerinin hemen aşağısında durdurduğunda elimi, nefesimi tuttum. Elim olmaması gerekken bir yerdeydi.
"Bedelini ödeyebilecek misin güzelim?" Sözleri dudaklarından çıktığı an oda daraldı. Bu bir soru değildi aslında; sınırımı ölçüyordu, dayanıp dayanamayacağımı tartıyordu.
İçimde kısa bir tereddüt kıpırdadı. Bedel kelimesi, bilinmeyen bir uçurum gibi önümde duruyordu. Ömer’in yüzü geçti aklımdan; atığım her adımın, aldığım her karar onun içindi.
Başımı yavaşça kaldırdım. Gözlerine baktım. Orada bana açılmış bir kaçış yoktu ama bilerek bırakılmış bir boşluk vardı. Gitmemi bekliyordu belki. Ama gitmeyecektim.
"Öderim." dedim tek kelimeydi. Ne titreme vardı sesimde ne de geri dönüş. O an verdiğim karar, içimde kapanan bir kapı gibi sessiz ama kesindi.
Elini saçlarımdan çektiğinde, o boşluk soğuk gibi çöktü saç diplerime. Ardından parmaklarının yolu değişti; başparmağı dudaklarıma ulaştı. Dokunuşu sert değildi ama hafif baskısı bile içimde bir sarsıntı yarattı.
Sanki tek bir hareketle susmamı, tek bir dokunuşla kalbimi susturmayı biliyordu. Nefesim dudaklarımın arasında takılı kaldı.
Gözleri yüzümde geziniyor, kaçacak bir yer bırakmıyordu. Başparmağı dudak çizgimde yavaşça dolaşırken, zaman gerildi; bir an uzadı, ağırlaştı. Ve sonra... dudaklarının arasından çıkan o kelime, bir emir gibi değil, bir hüküm gibi düştü aramıza. O kadar sakindi ki, asıl gürültüyü içimde kopardı. Kalbim, o tek kelimeyle bir anlığına durdu.
"Yala o zaman..."
***
Yazar'dan... -1 SAAT ÖNCE-
Zerin konağa adım attığı günden beri Leyla’nın içi bir türlü durulmamıştı. O evde artık hiçbir şey eskisi gibi değildi; duvarlar bile yabancı geliyordu. Haklıydı aslında. Kocası bir kızı kaçırmış, üstelik o kız hala bu konağın içindeyken, kendisine biçilen rol belirsizleşmişti. Kuma ihtimali, Leyla’nın zihninde büyüyen bir gölge gibiydi. Serhad’ın, babasından dahi çekinmeyen tavrı ise bu gölgeyi dağıtmıyor, aksine yolları tamamen kapatıyordu. Leyla’nın tek isteği vardı: Serhad’ın ona saygı duyması, onu eşi olarak görmesi.
Bir aydır eve uğramayan Serhad’ı avluda gördüğünde, içindeki düğüm daha da sıkılaştı. Yanına yaklaştı.
"Hoşgeldin." dedi.
Karşılık olarak aldığı şey, ifadesiz bir yüzdü. Yine de vazgeçmedi.
"Konuşabilir miyiz?"
"Sonra." deyip yanından geçecek olan Serhad'ın kolundan tuttu.
"Ağam lütfen. Sadece beş dakika." Serhad’ın sabrı zaten ince bir ipliğe bağlıydı. Leyla'yı kolundan tutup boş olan misafir odasına soktu, karşısına dikildi.
"Konuş." dedi. Leyla konuyu uzatmadı; içindekini olduğu gibi söyledi.
"Zerin’le evlenmem dedin... gitti ama yine getirdin. Ben buna dayanamıyorum ağam. Hele ki kumaya asla boyun eğmem."
Sözler ağzından çıkar çıkmaz yanlış bir yerden başladığını hissetti ama artık geri dönüş yoktu. Serhad, gözlerini kadının gözlerine dikti.
"Öyle mi?" Leyla, hırsının etkisiyle başını salladı.
"Evet öyle."
Bu tek kelimeyle birlikte odanın havası değişti. Serhad kızın yüzüne doğru eğildi, sesi taş gibi düştü.
"O zaman seni boşuyorum Leyla. Boş ol... boş ol... boş ol!" Üç talak, arka arkaya ve tereddütsüz söylenmişti. Leyla olduğu yerde donup kaldı. Bunu beklemiyordu.
"Y-yapamazsın." dedi, sesi titrerken.
"Yaptım ve bitti Leyla. Şimdi babanın evine gidebilirsin."
Serhad arkasını dönüp salondan çıktığında, Leyla dizlerinin bağı çözülmüş gibi yanındaki sedire çöktü. Gözyaşları sessizce yanaklarından aktı. Bu kadar kolay silinmeyi, tek bir cümleyle hayatının yerle bir edilmesini beklemiyordu. Acısı kadar gururu da kanıyordu.
Ama bir karar vermişti. Babasının evine gidecek ve yaşadıklarının bedelini Serhad’a ödetecekti. Bu hikaye, onun için burada bitmeyecekti.
***
Diyarbakır... -Saatler Sonra-
Adam başını kestiği kalın tahta parçalarına doğru eğilmişti. Testereden çıkan tok ses, atölyenin taş duvarlarında yankılanırken dudaklarının arasındaki puro, buharı tüten bir tehdit gibi dimdik duruyordu. Duman, yüzünün sert hatları boyunca ağır ağır süzülüyor; ne aceleciydi ne de savruk.
Tahta, güçlü kollarının insafına kalmıştı. Damarları belirginleşen bilekleriyle bastırdıkça, lifler teslim oluyor; kesilmeye değil, boyun eğmeye mahkum görünüyordu.
Serveti dillere destandı ama o yine de istediği işi kendi elleriyle yapardı. Özellikle özel mobilya siparişlerine kimseyi dokundurmazdı. Ölçüyü kendi alır, çizimi kendi yapar, ağacın ruhunu en iyi kendisi anlardı. Yalnızca insanlara değil, maddeye hükmektmekte yakışırdı ona.
Tam o sırada, sağ yanında bir ağırlık hissetti. Gözlerini kaldırmadan, yalnızca göz ucuyla baktı. İki adamı duruyordu karşısında; omuzları düşük, başları eğik. Nefeslerini tutmuş, ağalarından gelecek tek bir işareti bekliyorlardı.
Aslan, kestiği tahtaya döndü. Zımparayı eline aldı. Yavaş, sakin, ölçülü hareketlerle yüzeyi düzeltmeye başladı. Bu bile yeterliydi. Konuşmalarına izin verilmişti.
"Ağam... Leyla hanım" dedi ilk adamı. Sesindeki titreme saklanamıyordu. Bu adamla konuşmak dili bile titretiyordu çünkü.
Zımpara durdu o an. Ama başını çevirmedi.
Diğeri adamı söz aldı, sesi daha da kısıktı ama karşısında duran ağasını sinirlendirmemek için birden dudaklarından dökülü verdi o gerçek.
"Leyla Hanım kaçırılmış ağam. Şimdi haber geldi." dedi.
Bu cümleyle eli tahtanın üzerinde sabit kaldı. Dışarıdan bakıldığında hala sakindi; yüzünde tek bir çizgi oynamıyordu. Ama gözlerinin derinliğinde bir fırtına kopmuştu. Dudaklarının arasındaki puroyu düşürmeden dumanı ağır ağır üfledi. Duman, atölyenin loşluğunda bir süre asılı kaldı.
Hangi hadsiz kardeşini kaçırmayı göze almıştı...
Bu düşünce, Serhad’ın buna nasıl izin verdiği ihtimaliyle birleşince, tahtayı tutan eli gerildi. Damarları belirginleşti, ahşap hafifçe inledi.
Onu tanıyan hiç kimse, böyle bir cürete kalkışmazdı. Çünkü o sıradan bir adam değildi... yalnızca bir ağa da değildi.
O, koca Diyarbakır’a hükmeden Aslan Zinar Kandaroğlu'ydu...
***