1.BÖLÜM
Dipsiz bir kuyu düşünün. İçine düştüğünüzde asla kurtulamayacağınız, sürekli sizi dibe çeken bir kuyu. Bedenim, ruhum ve tüm hayatım bu kuyunun dibine sürüklenmiş gibiydi. Boşlukta sarsılıp, gidiyordum.
Hep böyle miydi hayatım, elbette değildi.
Hayatım eskiden böyle değildi. Beni seven arkadaşlarım, birlikte yaşadığım bir babam vardı. Ailemin tek parçası. Annemi küçük yaşta kaybetmiştim ama babam hep bana kol kanat germişti. Beni sürekli yüreğine basan, sevgi ile sarmayan tek kişiydi. Onunla çok mutlu, küçük huzurlu bir hayatım vardı. Okula gidip geliyor, günlerimi babam ile geçiriyordum. Sakindi hayatım ta ki karanlığın ardında kalan dipsiz kuyu yakamı tutuşturup çekene kadar.
Bir arkadaşım vardı benim. Adı Esma'ydı. Çok severdim onu, can parçamdı. Birlikte her şeye göğüs gererdik. Deli dolu kızdı benim aksime, heyecanlı ve ortalığa gülücükler saçan biriydi. Son sınıfta, üniversiteye hazırlanırken Esma'nın hayatının tam ortasına bir adam girdi. Adam diyordum çünkü öğrenci olmayacak kadar büyüktü. Bu adama tutuldu Esma, gözleri hiçbir şey görmedi.
Bir gün beni bu adamla tanıştırdığında ona karşı çıkmıştım. Bizden tam o on yaş büyüktü. Adı Sadık'tı. Seyrek sakalları, yüzünde gördüğüm o iğrenç gülümsemesi ile beni kendinden uzaklaştırmıştı. Esma'ya bunu söylemeye çalışsam da dinlemedi beni. Sadık ile çıkmaya başladı. İşte bu hem onun hem de benim dipsiz kuyuya çekilme sebebim oldu.
Sadık, meğerse okul önlerinde türlü türlü kızların aklını çelerek onu ağına düşüren bir teröristten başka bir şey değilmiş. Kızlar ile birlikte olduktan sonra onlarla gizli gizli fotoğraf çekiyor, onu dağa kaçırmaya zorlayan pislik herifmiş. Esma ile aralarında geçen mahrem şeylerden sonra Sadık bunun fotoğrafını çekmiş. Esma'ya zorla söylettiğimde ağlaya ağlaya anlatmıştı. Sinirden kudurmuş polise gitmemiz gerektiğini söylemiştim ama kabul etmemişti. Babası öğrenirse çok kızar, onu öldürürdü. Bu yüzden bir hata yaptık. Esma'ya fotoğrafları vereceğini söyleyen adamın bizin çağırdığı yere gittik.
Sonrası ise büyük bir boşluk.
Akşam yemeklerinde ya da gün içinde teröristtin kaçırdığı insanların haberlerini görünce babam beni hep uyarırdı. Bende bu haberlerle insanlara üzülürdüm. Başıma geleceğini nereden bilebilirdim ki? Kim bilebilirdi bunu? Gözlerimi açtığımda kendimi bilmediğim bir yerde bulacağımı nereden bilebilirdim?
Hayat böyleydi işte, siz üzüldüğünüz biri için dualar ederken bir bakmışsınız ki tam o olayın merkezi oluvermişsiniz. Ben, ilk defa hayatın başrolü olmak istemedim. Eski, sıcak evime dönmek istedim. Bu pislik, karanlık izbe yerden kurtulmak istedim.
İstedim.
Ama olmadı.
Küçük dileğim bile fazla geldi.
Bu yüzden başıma daha büyük belalar geldi.
Pis odanın içindeki küf kokusundan kurtulmak istercesine nefesimi tuttum. Kirpiklerim yorgunca aralanırken dudaklarımın arasından bir nefes çektim içime. Kuru, kabuklaşmış alt dudağımı ıslatmak için hafifçe ıslattım. Odanın kalın duvarlarının üzerime üzerime geldiğini hissediyordum. Nefes alamıyordum sanki.
Kurşunun sıyırıp geçtiği duvarda açılan küçük bir delik sayesinde odanın içinde cılız bir güneş ışığı vardı. Bu ışık sayesinde vakitleri ayırt edebiliyordum. Bazen o deliğe gözümü yaslıyor dışarıya bakıyordum ama hiçbir şey yoktu. Beni kurtaracak hiçbir şey.
Göğsüm açlık, susuzluk ve yaşamama isteğimle yorgunca inip kalkıyordu. Her gün dua ediyordum durması için ama o gün bir türlü gelmiyordu. Sessizlik ve zulüm içinde acı çekerek ölmemi istiyordu kader. Yüzüme bakıp, gülüyordu. O kadar aciz bir haldeydim ki buradan kurtulamayacak kadar zayıftım.
Buraya geleli kaç gün olmuştu bilmiyordum. Gözlerimi açtığımda bu odadaydım. Esma yoktu yanımda. Tek başımaydım, kapıyı açmaya çalışsam da açılmamıştı. Bir süre beklemiştim. Sonra bir adam gelmişti yanıma. Haberlerde gördüğüm gibi burnuna kadar yüzünü kapatmış elinde bir silahla içeri girmişti. İlk o an korkmuştum.
Adam önüme küflü bir ekmek bırakmış kapıyı kapatıp, gitmişti. Neden burada olduğumu o an anladım. Teröristlerin eline düşmüştüm, bir odaya kapatılmıştım. Kaçacak bir yerim yoktu. İşte o zaman çaresizliği iliklerime kadar hissettim.
Gecelerimi gündüzlerimi ayırt edememeye başladım. Küflü ekmeği ne kadar yemek istemsem de beni hayata tutan tek şey olduğu için yemek istedim. İlk gün yedim, ikinci günde... Sonra buradan kurtulma umudum kalmayınca yemeği bıraktım. Belki de ölüm kurtuluş yolumdur diye düşündüm.
Geceleri uyurken duyduğum bazı sesler aklımı yitirmeme sebep oluyordu. Bazı kadınların ağlayışları, kız çığlıkları duymak uykumu haram ettiriyordu bana. Bir gün sıra bana gelecek diye ödüm kopuyordu. Sessizce ölümümü bekliyordum sanki.
Kapının kilidinin çevrilmesini duyduğumda, bakışlarım yorgunca kapıya tutundu. Gıcırtı ile aralanan kapıdan içeri hep bana ekmek getiren adam girdi. Elindeki tüfeği bana doğru tuttuğunda bacaklarımı çektim bedenime. Gözleri yerde yemediğim ekmeklere takıldı ama bir şey demedi.
Tüfek tutan adamın arkasında bir adam belirdiğinde kaşlarım çatıldı. Tüfek tutan adam biraz geriye çekildiğinde ardından giren adama baktım. Aynı diğer adam gibi giyinmişti. Gözleri üzerime kaydığında kalbim korkuyla çarptı. Bedenim titremeye başladı.
Kalın bir ses duyduğumda birbirleri ile konuşmaya başladılar. Anlamıyordum dillerini. Konuşmaları devam ederken, içeri giren adamın tüfek tutan adamı odadan göndermeye çalıştığını anladım. Tüfek tutan adam karşı çıkmadan ekmeği bırakmadan odadan çıktığında kollarımı bedenime sardım.
Allah'a dua ettim.
Gözlerimi kapattım.
Geceleri duyduğum o kadın çığlıkları kulaklarımı parçaladı sanki.
Yaklaşan adım seslerini duyduğumda duvara sindim. Adam tam önümde durarak, tek dizinin üzerine çöktüğünde diğer tarafa doğru dönmeye çalıştım. Koluma doladığı parmaklarla onu itmeye çalıştım. Sert parmakları kolumu dolayıp, beni yere doğru uzatmaya çalıştı. "Bırak!" diye bağırdım.
Günlerdir çıkmayan sesim çatlamış, kısılmıştı. Yine de duyduğuna emindim. Boşta kalan elini üzerimdeki tişörte koyması ile ellerinden kurtulmak için debelendim. Kurtulamadım ondan, bu kadar zayıf olamama kızdım. Kirli elleri beni zorlukla zapt etmeye çalıştı. Sırtım yere değdiğinde korkudan yutkunamadım.
"Bırak! Lütfen bırak beni!"
Yalvarışlarımı göz ardı ederek, üzerimdeki tişörtü sıyırmaya çalıştı, karnıma dokunan parmaklarını hissettiğimde midem bulandı. Kusmak istedim, elimde bir bıçak olsa onu o an deşmek istedim. Yüzündeki pis sırıtma ile bir şeyler fısıldayıp boynuma gömdüğünde sessizce bıraktım hıçkırıklarımı. Bunu gerçekten hak etmiş miydim?
Göz yaşlarım birbiri sıra dökülürken boynuma dokunan dudaklarını kesmek istedim. Parmaklarımı bedenimin dokunduğu her yere sürtmek, tenimi yıkamak istiyordum. Boynumdaki başından iğrenerek, yumruklarımı savurmaya çalıştım.
Lütfen, lütfen kurtar beni Allah'ım!
Ölürdüm ben bu acıyı yaşarsam.
Kulaklarıma dolan silah sesleri ile hıçkırıklarım kesildi. Üzerimdeki adamı var gücümle itmeye çalıştığımda adam sinirle bir şeyler söyleyip kalktı üzerimden. Üzerimden kalkan yük ile bedenimi sürterek geriye gittim.
Adam kapıya doğru yaklaştığında silah sesleri çoğaldı. Kalbim korkudan sanki kulaklarımda atıyordu. Islanmış kirpiklerimin arasından adama baktığımda kapıyı açarak odadan çıktığını gördüğümde içimi bir rahatlama aldı. Gebermesi için dua ettim.
Sanki odanın hemen dışında duyduğum silah sesi ile gözlerim az evvel uzandığım taş zemindeydi. Az önce neredeyse ölecektim. Son nefesimi verecektim. Bedenim ileri geri, boşlukta sallanırken gözlerim uzandığım yerden ayrılmıyordu.
"Komutanım her yer temiz! Öldüler itler!"
Kulaklarıma bir hayal gibi gelen ses ile sallanmayı bıraktım. Kapıya doğru yaklaşan adımlar ile bedenimi duvara yasladım. Korkuyla kapattım bedenimi. Kimse görmesin, duymasın diye. "Etrafı arayın!"
Kapının gıcırtı ile aralanması gözlerimi kapatmama sebep oldu. Bedenim tetikteydi. Dolu gözümden bir yaş yanaklarıma doğru aktığında gözlerimin radarına giren bir çift postal gördüm. Siyah postlar tam önümde durdu.
"Kaldır ellerini!"
Tok bir ses duyduğumda, kulaklarımdaki tüm uğultular kesildi sanki. İçimdeki tüm korku silindi, küçük bir umut doğdu sanki. Gözlerimi ağırca karşımdaki kişinin bedeninden yukarı çıktı. Önce haki renkteki pantolon ve gömleği gördüm. Türk asker üniformasıydı bu. İçimde yeşermiş umutlar büyüdü sanki.
Bana karşı tuttuğu silaha baktım. Namlunun ucu tam alnıma işaretlenmişti. Beni öldürecekti, terörist sanıyordu. Gözümün önüne düşmüş olan bir tutam saçımı umursamadan başımı kaldırıp, omuzlarına baktım. Yıldızlarını ve göğsünde taşıdığı Türk bayrağını gördüğümde buruk bir gülümseme oluştu yüzümde.
"Sana ellerini kaldır dedim!"
Sesi yeniden kulaklarımda çınladığında gücümü toplamaya çalışıp gözlerimi yüzüne çevirdim. Sinirden kilitlenmiş, sert çehresine değdi gözlerim. Kısa sakalları dağılmıştı yanaklarında ve çenesinde. Yüzünün yarısına gölge düşmüştü. Yanakları hafif çukur, elmacık kemikleri ön plandaydı. Gözlerine bakmak isteyen yanıma karşı koymadım. Az önce beni bilmeden kurtaran adamın bakışlarını merak ettim. Gözlerimi gözlerine diktim. Bana bakan mavi irisleri ile karşılaştım.
O bir Türk askeriydi.
"Öldürsene beni." dedim cansız sesimle, yorgunca.
Silahın namlusunu biraz daha bana yaklaştırdığında gülümsedim. Hüzünlü ya da mutlu bir gülümseme değildi bu. Ölümü bekleyen bir insanın gülümsemesiydi. "Ellerimi yukarı kaldırmazsam beni öldürür müsün?"
"Sen-" dedi aniden durarak. Gözleri bir atmaca gibi bedenimde dolanıyordu. Tetikteydi, bir şey yapacağımı düşünüyor olmalıydı. "Burada mı tutuluyordun?" dedi sert, düz sesiyle. Gözlerimi gözlerinden çekmeden fısıldadım.
"Öldür beni."
"Adın ne?" dedi sorumu es geçerek. Tam gözlerimin içine bakıyordu. Mavi gözleri, esmer tenine çok yakışıyordu ama gözleri boş bakıyordu. Buz gibiydi sanki. Cevap vermedim. Cevap verecek güç bulamadım bedenimde.
"Adını sordum! Cevap ver!"
"Üsteğmenim burası temi-"
Üsteğmen dediği adamın arkasından bir adam belirdiğinde gözleri beni buldu. "Sivil mi?" dedi şaşkın çıkan sesiyle. "Burada hiç sivil yoktu Üsteğmenim, bir hata olmalı. Onlardan mı?" diye sordu bana silah tutan adama bakarak.
"Öğreneceğiz." dedi gözlerini üzerimde ayırmadan. "Araca götürün, kampta kim olduğunu öğreniriz." Üzerine bastıra bastıra söylediği kelimeler ile ürktüm. Bunlar Türk askeriydi korkmama gerek yoktu ama bu adam biraz tuhaftı sanki.
"Anlaşıldı Üsteğmenim!"
Adam selam vererek, bana yaklaştığında duvara sindim. Kollarımı birbirine dolayıp, sakındım kendimi. "Merak etme, seni güveli bölgeye götüreceğiz." Güven vermeye çalışan sözleri ile durdum. Ben ona ne kadar güvenebilirdim ki?
"Gidelim!" dedi ardında kalan mavi gözlü adam, kendimi sakınmam ile kaşlarını çatmıştı. Şüphe ile bakıyordu bana. Kendimi toparlamaya çalışıp, ellerimi zemine yasladım. Avuç içlerimi çizen taşları umursamadan duvardan destek alıp, kalktım oturduğum yerden.
Yanımdaki asker, bana dokunmadan kapıya kadar yürüdü. Odadan çıkmam için eliyle kapıyı gösterdiğinde zorlukla birkaç adım atmaya başladım. Kaç gündür yürümemenin verdiği uyuşuklukla yalpalandım. Topuklarımın üzerine basıp, mavi gözlü Üsteğmenin yanından birkaç adımda geçtim. Yanından geçerken göğsünden yayılan kokuyu içime çektiğimde küf tutan odada soluduğum en güzel koku olarak dillendirdim.
Hafif bir duraksamanın ardından bir adım daha atacakken dengemi sağlayamadım. Bileğimin burkulması ile düşecekken, dirseğimi kavrayan parmaklar ile geriye çekildim. Dirseğimi kavrayan parmaklarının sıcaklığını hissettim tenimde. Bedenimi tutarak düşmeme engel oldu. Göğsünü bana yaklaştırıp, dik durmamı sağladığında ona çok yakın durduğumu fark ettim.
Başımı hafifçe ona doğru çevirdiğimde gözlerinin üzerimde durduğunu fark ettim. Mavileri dikkatlice izliyordu beni. Dudaklarını aralayıp, bir şeyler söyledi. Gözleri öylece izliyordu gözlerimi. Göğsünden yayılan kokuyu içime çekmemek için kendimle mücadele ettim. Saçlarıma vuran sert nefesini hissettim.
Birden bire, dirseğimi kavrayan parmakları tenimden çekildiğinde anın etkisinden sıyrılmaya çalıştım. Ona dönüp bakmaya utandım. Kapıda bekleyen asker sesini çıkarmadan, önüne dönmüş bir vaziyette duruyordu. Yanımda duran adam bir anda omuzumu sıyırıp, geçerek kapıdan çıktığında yürümeye çalışıp kapıdan çıktım.
İlk defa geldiğim yeri incelemeye başladım. Bu oda gibi koridorun sonuna kadar odalar vardı. Karanlıktı her taraf. Asker beni yönlendirmeye çalışıp, yol gösterdi. Kısa süre sonra uzaktan yüzüme vuran güneş ışığını gördüğümde başımı küçük bir ağrı girdi. Gözlerimin acıması ile kirpiklerimi kırptım.
"Gel!" dedi asker içinde olduğumuz ev gibi yerden beni çıkarmak istercesine. Başımı görmese bile hafifçe sallayıp, onu takip ettiğimde güneşe çıktık. Yüzüme vuran sıcak ışıkları ile içimde yeşeren umutların gücü oldu sanki. Kurtulmuştum bu izbe yerden.
"Güvenli bölgeye götürün onları!"
Tanıdık gelen ses ile zırh aracının hemen yanında duran adama baktım. Az önce bana doğrulttuğu silahını aracın üzerine koyarak, askerlerine döndü. Etrafta çember oluşturmuş bölgeyi koruyan askerlere baktım. Etraf çöl gibiydi, kurak toprak ve yıkılmış evlerden başka hiçbir şey yoktu.
"Baş üstüne komutanım!"
Birkaç askerin arabaya binmesi ile yanımda duran asker bana döndü. "Arabaya bin, seni güvenli bölgeye götürsünler. Merak edilecek bir şey yok. Seni evine geri götüreceğiz." Başımı hafifçe salladığımda, kalın bir ses duydum.
"Yusuf! Gel buraya!"
Yanımdaki asker mavi gözlü olduğunu düşündüğüm ama güneşin altında yeşil yeşil parlayan irislerin sahibinin yanına koştu. "Buyurun Üsteğmenim!" dedi ellerini iki yanına koyup, selam vererek.
"Sen de git arka tarafa, tek bir sinek dahi uçmasın!"
Yusuf başını sallayıp arka tarafa koştuğunda etrafıma baktım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Benim bu bocalamış halime bakan Üsteğmen aracın arka kapısını araladı. "Bin şuraya!" dedi tek bir nezaket belirtisi göstermeden. Gerçi şuan nezaketten çok uzaktaydık.
Açtığı kapıya yaklaştım. Araca binmek için kapıya elimi yaslayıp, bedenimi aracın içine bindirdim. Aracın hemen kenarlarında oturmak için uzun ince taburun üzerine oturduğumda başımı beni bekleyen Üsteğmene çevirdim.
"Leyla."
Fısıltım ile kaşları çatıldı. Mavi, yeşil tohumları olan gözleri koyulaştı. "Adım Leyla." diye fısıldadım. Bir şey diyecek gibi oldu ancak ağzını açmadı. Vazgeçmiş olacak ki kapıyı kapatmak için tuttu kenarı.
"Leyla."
Kendi kendine bir şeyler fısıldayınca önüme döndüm. Bakışlarının üzerimde olduğunu bilsem de başımı çevirip bakmadım. Soluklarını duydum. Bedenini harekete geçip, kapıyı üzerime örttüğünde derin bir nefes aldım.
Aracın hareket etmesiyle ardımda kalan eve baktım. Hayatımı çürütmüştü bu ev. Aklım çok karmaşıktı. Dualarım kabul olmuş, kurtulmuştum. Şimdi ise evime geri dönecektim. Ne kadar burada kaldığımı bile bilmiyordum. Babamın beni nasıl beklediğini, Esma'ya ne olduğunu bilmiyordum.
Tek bildiğim eve dönecek olmamdı.
*
Arabadan indikten sonra, kamp dedikleri yere getirmişlerdi beni. Askerler araçtan inip, beni yardım çadırına doğru götürmüşlerdi. Askerler beni orada bıraktıklarında bir kadın komutan yanıma geldi. "Gel öncelikle bir şeyin var mı bakalım."
Bir şey demeden sessizce takip ettim onu. Askerlerin yaralarına bakmak için revir çadırı kurmuşlardı. Kadın komutan beni içeri davet ettirdiğinde çekinerek girdim içeri. Çadırın içinde doktor önlüğü giymiş bir kadın vardı.
"Selma, bir sivilimiz var." Kadın beni Selma denilen kadının yanına yaklaştırdı. Doktor hanım, beni gördüğünde çadırın içindeki sedyeyi gösterdi. "Otur lütfen." Dediğini yapıp, sedyenin üzerine oturduğumda kadın komutan bana baktı.
"Adın ne?" diye sordu, gözlerini üzerimden çekmeden. "Leyla Murt." Doktor Hanım bir yaram var mı diye baktı. Ellerimin içindeki yaraları gördüğünde pansuman yapmaya başladı. "Peki, Leyla nasıl düştün o şerefsizlerin eline?"
Aklıma gelenler ile durgunlaştım. Esma'nın ağlayışlarını, o köhne yere gidişimizi... "Arkadaşımın sevgilisiydi. Onu tehdit ettiği için bizi çağırdığı yere gitmek zorunda kaldık. Ne olduysa orada olmuş, gözlerimi açtığımda o evdeydim."
"Peki, sana bir şey yaptılar mı?"
Çok değil, az önce başıma gelenleri anımsadım. Dilimin ucuna gelmedi söylemek. Cesaret edemedim. Gözlerimin yaşardığını hissedemedim. "Sorun değil kendini iyi hissedince anlatırsın. Sen pansumanını yap ben geri geleceğim."
Kadın komutan yanımızdan uzaklaştığında Selma Doktor ile yalnız kaldık. Kadın iyi hissetmem için bana yumuşak davranıyordu. Elimin içini temizleyerek, sargı bezini sardı. Bedenim kirliydi, kokuşmuştu. Arınmak istiyordum.
"Şimdi üzerindekileri değiştirip, sana yardım edelim olur mu?"
"Olur."
Kadın doktorun yardımı ile bedenimi bir nebzede olsa yıkamış, o adamın pis dokunuşlarından kurtulmuştum. Bana getirdiği ve kendi kullandığı yeri vererek yıkanmamı sağlamıştı. Tüm bedenimi temizlemeye çalıştım. Selma Doktorun bana verdiği temiz bir kıyafeti üzerime geçirmiş, tekrardan beni çadıra getirmişti.
"İyisin değil mi?" diye sordu masasına yönelirken. Başımı hafifçe salladığımda artık kendimi çok daha iyi hissediyordum. "Kıyafetim sana biraz büyük gelmiş ama olsun. Küçüksün."
"On sekiz yaşındayım." diye fısıldadım. Bu yıl üniversiteye gidecektim ama gel gör ki ne üniversite ne de sınav kalmıştı ortada. "Gerçekten çok küçükmüşsün. Başına ne geldi bilmiyorum ama lütfen hayatından vazgeçme. Senin önünde kim bilir ne günler var."
Bir şey demediğimde sustu. Yorgun bedenimi ayakta tutmakta zorlanıyordum ama sabredecektim. Kadının masasının üzerindeki telefon çaldığında ortamda garip bir sessizlik oluştu. Kadın telefona bakınca heyecanla atıldı açmaya.
"Efendim Korhan?" diye açtı telefonu. Sessizce bekledim konuşmasını bitirmesini. "Tamam getiriyorum." Telefonu kapatıp, ayaklandı. "Gel, gidip ailene ulaşalım. Seni bekliyorlar."
Selma Doktorun yürümesiyle onu takip ettim. Çadırın içinden çıktığımızda batmakta olan güneşin huzurla esen rüzgar ile birlikte güzelliğini hissettim üzerimde. Doktor Hanım, bir çadıra doğru ilerlediğinde bende takip ettim onu.
Çadırdan içeri girdiğinde onu takip ettim. İçeriye girdiğimde masa oturmuş olan, telsiz ile konuşan askerlere baktım. Selma Doktor, içeri ilerlediğinde arkasından takip ettim. Çadırın içinde yansıtılmış bir ekran vardı. Baktığıma göre Suriye ve Irak bölgelerini gösteriyordu.
"Bu bölgeleri iyice tarayın. Bir şehit daha istemiyorum!" Üsteğmenin sesinin duyduğumda ekrana baktığını gördüm. Selma Hanım yanına yaklaştığında durdum. "Korhan, getirdim kızı."
İsmini seslenmesi ile Selma Hanım'a bakmadan gözleri birden beni buldu. Kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş, bakışlarını üzerimden ayırmıyordu. "Sen gidebilirsin doktor." Selma Hanım bir şey demeden yanımızdan gittiğinde Korhan dediği adamın bakışları üzerimdeydi.
Korhan.
Ne demekti acaba?
"Gel!"
Yanımdan geçerek çadırdan çıktığında onu takip ettim. Çadırdan uzaklaştığımızda ona yetişmeye çalıştım. Hızlı adımlarla yürüdüğünde koşar adımlarla takip ediyordum. Aniden durduğunda ona çarpmamak için zorlukla durdum.
Bedenini bana çevirdiğinde, göğsü ile karşı karşıya geldim. Rüzgarın esmesi ile kokusu burnuma doldu. Nasıl bir kokuydu bu böyle? Bir asker böyle güzel kokabilir miydi? "Leyla." İsmimi dudaklarının arasından duyduğumda başımı kaldırdım. Gözlerimiz buluştuğunda aramızda garip bir hava oluştu.
"Sen de Korhan değil mi?" diye fısıldadım kendime zaman tanımadan. "Yani Korhan Üsteğmen." Saçmaladığımı fark ettiğimde sustum. Yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. "Doğru ismim Korhan ama konumuz bu değil."
Gözlerimi gözlerinden çektiğimde derin bir nefes aldı. "Arkadaşlara ailenin numarasını ve adresini vermen gerek. Seni araştırıyoruz, en kısa zamanda ailene kavuşacaksın. Buradaki bölge neredeyse temizlendi o yüzden seni Urfa kışlasına biz götüreceğiz. Oradan da memleketine."
"Tamam."
Demek istediğini söylemişti zaten, daha ne diyebilirdim ki? "Oraya nasıl düştün?" dedi aniden merakla. Kaşlarım çatıldı, neden merak etmişti ki? "Sana bir şey yaptılar mı?" Mavi gözlerinin içine baktığımda bir şeyler aradığını fark ettim. İyi bir şey söylememi bekliyordu.
"Tacize uğradım."
Sen yetişmeseydin belki tecavüze, belki ölüme.
"Şerefsizin dölleri!" diye kürettiğinde bakışlarım zemine düştü. "Bana tecavüz edecekti ama siz geldiniz." Öfkeyle inip kalktı göğsü. Birbiri ardına küfürler etmeye başladı. "Soylarını kurutacağım onların! Piç kuruları!"
"Ne kadar zaman orada kaldım bilmiyorum. "
"Onların hepsini öldüreceğim!" Kendi kendine verdiği bir yemin gibiydi. Alnında kabaran damarlarına baktım. Göğsü daha da büyümüş gibiydi. Sanki sinirlenince daha iri görünüyordu.
"Onları değil, beni öldürmeliydin belki de."
Dediğim kelime ile durdu. "Ne saçmalıyorsun sen?" Hırıltısı ile gülümsedim. "Oradayken ne kadar dua ettiğimi bilemezsin ya da ne kadar işkence gördüğümü. Her gece başka bir kadının çığlığı ile uyandığımı bilemezsin, acaba bugün sıra bana gelecek mi diye nasıl düşündüğümü bilemezsin. Tüm bu acılar bitsin diye nasıl dua ettiğimi bilem-"
"Bilirim."
"Öldürseydin belki de hayatımın kalanını böyle geçirmek zorunda kalmazdım." Dediklerim ile siniri şiddetlendi. "Ne var hayatında? Sırf bir şerefsiz taciz etti diye mi daha genç yaşında hayattan kopmak istiyorsun? Tüm bu acılar yüzünden mi?"
"Başka bir sebebe ihtiyacım mı var? Baksana halime, görmüyorsun."
Üzerime bir adım attım. İçimde bir tarafım ürkse de geriye adım atmadım. "İnan bana bakıyorum." Göğsünün bana yaklaşması ile içime çekme arzusu ile dolduğum kokusunu çektim.
"Yaşamalısın, git ve tüm bu acılara bir süpürge çek! Sen bunu başaracak kadar güçlüsün."
"Değilim."
"Güçlüsün üvercinka." Bana ettiği hitapla durdum. Üvercinka mı? "Üvercinka mı?" diye fısıldadım. Gözlerinin içine bakmak istediğimde bir rüzgar esti dağın tepesinde. Saçlarım rüzgar ile birlikte havalanıp, göğsüne doğru koştu sanki.
"Güçlü bir kadın."
"Ben güçlü değilim."
"İşte tam bu yüzden güçlüsün üvercinka. Sen güçlü olmana rağmen güçsüzüm diyecek kadar güçlüsün. Sen tüm bu olanlara sebep olmuş her şeyi silmeye göz yumacak kadar güçlüsün." Gözlerimin içine inanırcasına baktı. Sanki güç veriyordu bana.
"Ve gerekirse sana güç de veririm. Yeter ki bu dünyadan bir üvercinka daha uçmasın. Yeter ki, bu şerefsizler için bir damla daha gözünden yaş akmasın."
Bu adam benim o dipsiz kuyudan çeken adamdı.
Bu adam dipsiz kuyumun ardında kalan ışığımdı.