2 bölüm

971 Words
Andres, hissettiklerinin gerçek olduğunu anladığında başını eğdi. "Emrinize amadeyim, kraliçem. Kızınızı ne pahasına olursa olsun koruyacağım." Beni, son bir kez Silitsia’ya dönüp ona gözleriyle veda edercesine baktı ve ardından Andres’e yol gösterdi... Beni yolu gösterdi ve Andres hiç tereddüt etmeden Silitsia’yı kucağına aldı. Siyah kanatlarını açarak hızla gökyüzüne doğru süzüldü. Sisli ve karanlık gecenin içinde gözden kayboldular. Beni, onları izlerken derin bir iç çekti, bakışları soğuk bir kararlılıkla donmuştu. Kendini toparlayarak geri döndü ve sakin bir sesle, ama içi acı dolu kelimelerle konuştu. "O gitti," dedi soğukkanlılıkla. "Artık burada değil." Artis, gözleri dolu dolu, eşine dönerek sertçe sordu. "Neler diyorsun Beni? O bizim kızımız!" Beni, gözlerini eşine dikti, soğuk bir kararlılık yüzüne hâkimdi. "O artık kızımız değil, Artis. Onu sürgün ettim. Artık hiçbir krallıkta yeri yok." Artis'in gözlerinde hem öfke hem de derin bir üzüntü vardı. Beni'nin bu sözleri, ona hiç tanımadığı bir yabancı gibi gelmişti. Yumruklarını sıktı, ama derin bir iç çekerek kontrolünü kaybetmemeye çalıştı. "Sözlerin aklıma yatmıyor, Beni," diye bağırdı öfkeyle Aris "Onu bulacağım! Sevgili kuzenim Artis... Ve emin ol, gerekeni kendi ellerimle yapacağım!" Tam bu sırada, Setis, tartışmanın ortasına adım attı, sesi ciddi ve ağırbaşlıydı. "Ne yani?" dedi gözleri Aris'e dikili. "Kendi kanımızdan olana mı kıyacağız? Bu bizim yolumuz olamaz." Artis, bir an sessiz kaldı. Öfkesi hâlâ içini kemiriyordu ama Setis’in sözleri kulağında yankılandı. Kendi kızıyla ilgili düşüncelerini ve duygularını alt üst eden bu durum karşısında derin bir çatışma yaşıyordu. Kızını bulmak için duyduğu kararlılık ile ailesine karşı olan sadakati arasında sıkışıp kalmıştı. Beni, sert bir ses tonuyla devam etti. "Bu, sadece bizimle ilgili bir mesele değil. Silitsia, yalnızca bizim kızımız değil, bir kehanetin parçası. Onun yolu artık farklı bir yoldur, ve bu yolda bizimle yürümesi mümkün değil." Artis’in gözleri yeniden parladı, ama bu kez sessizdi. İçindeki fırtınayı bastırmaya çalışırken derin bir nefes aldı. Setis ise sessizce Artis’in yanına geldi, elini omzuna koyarak ona destek vermeye çalıştı. "Ne yapmamız gerektiğini hepimiz biliyoruz," dedi Setis sakince. "Ama doğru yolu bulmak zorundayız. Bu, yalnızca Silitsia'nın değil, hepimizin kaderiyle ilgili." Bu sözler ortamı bir süreliğine sakinleştirdi, ama Artis’in içindeki öfke tamamen dinmemişti. Kızını kaybetme düşüncesi hâlâ onu yakıyordu... Salonda herkes öfkeyle tartışırken, oradan çok uzakta, gökyüzünde Silitsia Andres’in güçlü kollarında başını onun göğsüne yaslayarak sessizce ağlıyordu. Gözyaşları, gecenin soğuk rüzgârında kayboluyordu. Andres, onu koruma görevini anlamıştı ama henüz neler olup bittiğini tam olarak bilmiyordu. Seramoniye geç kalmıştı ve bu ani kaçışın nedenini öğrenememişti. Fakat Silitsia'nın hıçkırıkları, içinde derin bir acı ve korkunun yankısını taşıyordu. Silitsia’nın ince sesi arada bir boğuk fısıltılarla çıkıyordu. "Neden... Neden böyle oldu?" diye soruyordu kendine, ama cevaplar rüzgarın soğuk sessizliğinde kayboluyordu. Andres, gökyüzünde hızla süzülürken bir an düşündü. Nereye gitmeleri gerektiğine dair bir belirsizlik vardı. Ancak zihninde bir ışık yandı; eskiden duyduğu, ormanda doğaüstü yaratıkların gizlendiği yeraltı mekânı. Periler, goblinler ve diğer yaratıklar orada saklanırdı. Güvenli bir yer olabilirdi. "Ormana gitmeliyiz," dedi Andres aniden, sesi kararlıydı. "Yeraltındaki mekâna. Orada güvende olabiliriz." Silitsia başını Andres’in göğsünden kaldırıp ona baktı, gözlerinde hafif bir umut belirdi. Bir cevap bulmuş gibiydi, ama ağlamaktan yorgun düşen bedeni hâlâ titriyordu. Bir süre daha uçtuktan sonra, ormanın derinliklerine vardılar. Andres kanatlarını zarif bir hareketle kapatıp yere süzüldü, Silitsia’yı dikkatlice yere indirdi. İkisi de bir süre sessizce birbirlerine baktı, Andres’in aklında hâlâ sorular vardı, ama Silitsia’ya onları sormak için doğru zaman değildi. Girişe vardıklarında, yeraltı mekânının kapısını açtılar. İçeri adım atar atmaz, beklenmedik bir karşılama ile karşılaştılar. Etrafta dolaşan periler, onları fark ettiklerinde bir anlık sessizlik oldu. Goblinler ve diğer yaratıklar bir araya toplandı, sanki bu olağandışı çiftin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ama herkesin dikkatini çeken şey, Silitsia’nın güzelliğiydi. Toz beyazı ama hafif sarımsı saçları, masmavi gözleri ve pürüzsüz, bembeyaz teni oradaki herkesi büyülemişti. Periler hayranlıkla ona bakıyordu, aralarında fısıldaşmalar başladı. Goblinler bile, genelde kaba ve ilgisiz olan halleriyle, onun güzelliğine kayıtsız kalamamışlardı. Andres, Silitsia’yı daha önce hiç bu kadar yakından görmemişti. Her zaman uzaktan tanıdığı prensesin yanında olmak, onun bu kadar zarif ve eşsiz olduğunu görmek, kendisini bile büyülemişti. Gözlerini ondan bir an olsun ayıramıyordu. Sadece görevine odaklanması gerekirken, Silitsia’nın güzelliği onu da şaşırtmıştı. "Silitsia..." diye fısıldadı Andres, gözleri onun gözlerine kenetlenmişti. Bu kadar yakından baktığında, sanki Silitsia'nın içindeki acıyı ve kırılganlığı daha derinlemesine görebiliyordu. Ama şimdi ikisinin de güvenli bir yere ihtiyacı vardı. Yeraltı mekânındaki yaratıkların şaşkın bakışları altında, Andres ve Silitsia, oradaki lider figürlerin karşısına çıkmak üzere ilerledi. Barda servis yapan kadın, onları dikkatle süzdü ve alaycı bir sesle konuştu, gözlerini kısarak: "Sizin burada ne işiniz var? Bir prenses ve prens... Kafalarınızı bir yere mi vurdunuz yoksa?" dedi, yarı alaycı yarı merakla. Andres kaşlarını çatıp cevap verdi. "Aslında ben prens değilim," diye dürüstçe itiraf etti. "Kanatsızım." O an içerideki herkesin kahkahaları patladı. Birkaç kişi barın diğer ucundan ona doğru gülerek seslendi. "Kanatsızmış! Duydun mu? Peki o arkandakiler ne, dantel mi? Hahaha!" Kahkahalar salonu doldururken, bardaki kadın tekrar söze girdi. "Bakın gençler," dedi, sesinde bu sefer daha ciddi bir ton vardı. "Bu parlaklıkla ya soylu bir aileden geliyorsunuz, ya da soylu bir aileden kaçıyorsunuz." Silitsia, hiç tereddüt etmeden konuştu, sesi hala titremesine rağmen kararlıydı. "Biz Orni Tapınağı'na gitmeye çalışıyoruz." Kadın bir an sustu ve Silitsia’ya dikkatlice baktı, ardından gözlerini devirdi. "Tatlım, orası ruhların yüz yıllarca meditasyon yaptığı bir yer. Yani, oraya gitmek istediğinizden emin misiniz?" dedi, sesi ciddileşmişti ama alaycılığını tamamen kaybetmemişti. Andres, Silitsia’ya bakıp başını onaylarcasına salladı. "Evet," dedi, sesi net ve kararlıydı. O sırada arkalarından bir adamın sesi duyuldu. Adam, sessizce onlara yaklaşmış ve konuşmaları dinlemişti. Uzun, kara pelerin giymiş ve gözleri kurnazlıkla parlıyordu. "Ben size yolu gösteririm," dedi, sanki bu işin sırrını biliyormuş gibi. "Ama karşılığında çok para isterim." Andres ve Silitsia birbirlerine baktı. Adam, elini açarak parmaklarını kıvrattı. "Mücevher, altın, elmas, zümrüt… Ne varsa." Andres bir an düşündü, bu kadar açgözlü birine güvenip güvenemeyeceğini tartıyordu. Ancak, zamanları kısıtlıydı ve tapınağın yolunu kendilerinin bulması pek de mümkün görünmüyordu. Silitsia ise sessizce adamın gözlerinin içine baktı, şüpheyle ama aynı zamanda çaresizlikle. Adamın bu bilgiyi karşılıksız sunmayacağı kesindi, ama seçenekleri de azdı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD