Leydi Estelle Seville’in Günlüğü…
1352 - Malaga | İspanya
Başlangıçlar ve sonlar.
Büyünün ilk sözleri buydu. İksirimi de bu büyüyle doldurdum bu yüzden.
İnci çiçeği tohumu ve kurumuş kavak yaprakları.
Aydınlık ve karanlık geliyor sonra.
Bu yüzden biraz altın tozu ve antrasit kömürü kattım.
Yaşam ve ölüm.
Ölüm ve ölümsüzlük…
Yatak odamda kötü bir koku yayılıyor. Ondan geliyor… Canını kendi ellerimle aldığım günden beri düştüğü yerde yatıyor kıpırtısız. Fakat bu uzun sürmeyecek. Yakında… Yakında…
Şah damarı sessiz bir uykuda şimdi. Bıçağımın keskin ucuyla böldüm uykusunu. Damla damla aktı ölümün kanları avuçlarıma. Sadece üç damlası yeterliydi iksirim için.
Üç damla ölüm ve üç damla ölümsüzlük.
Üç damla yaşam ve üç damla ölüm.
Böylece kendi kanımdan üç damla ekledim iksirime. Ölümsüz kanımla şahlandı iksirim.
Toprağın üzerine akıttım tüm malzemeleri, rüzgarla kavurdum. Bir fırtınaydı ihtiyacım olan, felaketin yağmur damlalarıydı. Dün gece çağrıma kulak verdi Gaia. Gök gürledi, toprak sallandı.
O yağmur damlalarıyla ıslattım iksirimi.
Son ihtiyacım olansa bir kıvılcımdı.
Bir ateş parladı odamın içinde, sıcaklığı tüm bedenime yayıldı.
Perdeler kalktı, ölüm dünyaya inmeye hazırdı.
**
1752 |Highland – İskoçkya
SOPHIE
Yerin soğukluğu muydu bu denli titrememe sebep olan yoksa bu an mı? Bedenimde titremeyen tek bir nokta yoktu. Neredeyse dizlerimin üzerinde olduğuma şükredecektim, çünkü öbür türlü nasıl ayakta kalırdım, hiçbir fikrim yoktu.
Her bir nefes beni de daha yaklaştırıyordu ölüme ya da asla ölmeyene…
Burnuma dolan koku kendi hayal gücümün bir ürünü müydü yoksa sahiden de çürümüş ruhlarından mı yükseliyordu?
Kendilerine ait bir ruhları var mıydı ki zaten?
Bir ay… Sadece bir hayatta hepimizin hayatları bir cehenneme dönmüş, ruhlarımız canavarların esiri olmuştu. Gecelerce bir mucize beklemiştik. Birilerinin gelip bizi kurtarmasını ama kimse duymamıştı sesimizi.
Bir ay önce Wolvesley Kalesi, Donovan klanının evi, Ruh Avcıları tarafından işgal edilmişti. Direnmeyi denemiştik, savaşmayı ama bizden çok daha güçlülerdi. Kalemizin lordu Arthur Donovan ve ailesi buraya adım attıkları ilk gün öldürülmüşlerdi. Ruhları bedenlerinden ayrılırken attıkları çığlıklar hâlâ silinmiyordu kulaklarımdan.
Bir gün hepimize gelecekti sıra. Her birimizin ruhları onların tutsakları olacaktı.
Kocam Edward Donovan, kalenin askerlerinden biriydi. Lord Donovan’ın en kıdemli komutanıydı. Her gece başımı yastığıma koyarken biliyordum ki bir gün sıra ona ve sonra da bana ve çocuklarıma da gelecekti. Bunu bilerek nasıl devam edecektim yaşamaya? Nefes aldım her an bir işkenceydi bana.
Bu yüzden şimdi buradaydım. Bir zamanlar Lord Donovan’a ait bu kabul salonunda, dizlerimin üzerine çökmüş onu bekliyordum.
Canavarların en kötüsünü. En merhametsizini.
Martin Benson’ı.
Ailemi korumak için savaşamazdım. Buna izin vermezlerdi. Kocama bir şey olursa, çocuklarımı tek başıma koruyamazdım çünkü buna da iznim yoktu. Bir kadın olarak bana sadece kölelik etme izni vermişti bu hayat. Birilerine bağımsız olmadan yaşamaya iznim yoktu. Babama, kocama, Donovan klanının erkeklerine bağlıydım.
Yapabileceğim tek şey buydu onları koruyabilmek için.
Bir köle olmak… Edward yaşamalıydı. Çocuklarımızın, Donovan klanının tek şansı buydu, çünkü komutanlarını da kaybederlerse onları başka kim kurtarabilirdi bilmiyordum.
Bir kapının açılıp kapanma gürültüsü çalındı sonra kulaklarıma. Başımı bir saniye olsun kaldırmıyordum yerden. Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Titremem her geçen saniye biraz daha artıyordu.
Korkuyordum. Ölümden değil, ben ölümsüzlükten korkuyordum o anlarda.
Adım sesleri yankılandı duvardan duvara. Tüm kabul salonunu bu ses esir almıştı. Hızlı ya da sabırsız değildi bu adımlar. Yavaş, sabırlı ve çıldırtıcı… Bende çığlık atma isteği uyandıran bir yavaşlıkla yaklaşıyordu bana adım sesleri.
Başımı yerden kaldırmadım. Gözlerimi açmadım. Fakat yine de o adımların kime ait olduğunu biliyordum. Sonunda gelmişti. Martin Benson buradaydı.
İçimden yine bir mucize dilemek geçiyordu şimdi ama artık bunun boşa bir çaba olduğunu kabullenmiştim. Mucizler yoktu. Kaderimize terk edilmiştik. Yalnızdık. Yaşam ve ölüm savaşında sıkışıp kalmış tutsaklardık.
O çıldırtıcı adımlar sonunda tam önümde durduğunda onun bedeninden bana yayılan acı verici bir sıcaklık esir aldı vücudumu. Çığlıklar atmak, benden uzak durması için yalvarmak istiyordum. Konuşamadım. Kaskatı bir şekilde kaldım olduğum yerde. Omuzlarımı göğsüme doğru çektim ve başımı iyice eğdim. Küçücük olmak istiyordum. Yok olmak, kaybolmak istiyordum.
“Ayağa kalk!” diye emretti bir ses. Sesi öyle kuvvetli, öyle ürkütücüydü ki o anda nasıl oldu da gözyaşlarına boğulmadım bilmiyorum.
Bir kez daha duydum sonra “Ayağa kalk!” diyen kükremesini. Bedenim sanki kontrolüm dışında geçti harekete. Hızla doğruldum, önce dizlerimin, sonra ayaklarımın üzerinde.
Titrememe engel olamadan beceriksiz bir şekilde dizlerimin üzerinde hafifçe eğilerek selamladım onu, adı dudaklarımdan bir kesik kesik dökülürken “Lord Benson.”
Bir süre sessizce durdu başımda. Neden hiçbir şey söylemediğini bilmiyordum ama onun sessizliği bir işkence gibiydi bana. Keskin bıçaklar gibi tenime saplanıyordu.
Sonra bir anda arkasını dönerek ilerlemeye başladı odanın karşısına doğru “Ben bir lord değilim,” dedi, sonra sesine keyifli bir tını eklendi “Ama istersen bana Sahip Benson diyebilirsin. Her zaman böyle çağrılmanın çok hoş olacağını düşünmüşümdür.”
Oysa ben adını bir küfür gibi zikretmek istiyordum. Bir lanet gibi… Bir canavar olduğunu haykırmak istiyordum yüzüne ama bunu yapan ilk kişinin ben olacağımı da sanmıyordum.
“Yaklaş,” dedi bu defa.
Yine kıpırdayamadım. Dizlerim öyle çok titriyordu ki bir adım atsam düşecekmişim gibiydi. Düşmek istemiyordum. Onun gözünün önünde içinde bulunduğumdan daha sefil bir duruma düşmeyi kaldıramazdım.
Adamlarından biri hızla gelip kolumdan kavradı beni. Öne doğru itekledi “Efendi Benson sana bir emir verdi!” diye kulağımın dibinde bağırarak beni hareket etmeye zorladı.
Böylece bir adım attım ona doğru ve sonra bir başka adım daha. Adımlarım birbirine dolanıyordu ama yine de bir şekilde düşmemeyi başardım. Dilediğim mucize tam olarak böyle bir şey değildi doğrusu.
Şimdi tam önünde duruyordum yine işte. Başım hâlâ yere doğru eğikti. Gözlerinin içine bakmak istemiyordum. Buna cesaretim olmamasının dışında, o canavarın gözlerinin aklıma işlemesini istemiyordum.
“Neden?” diye sordu bana canavar “Neden ölümsüz olmak istiyorsun?”
“Ben…” Titrek bir nefes aldım “Ben bir anlaşma istiyorum,” demeyi başardım. “Bir değiş tokuş.”
Bunun üzerine gürültülü kahkahası yankılandı odanın içinde. Ardından iğrenç köleleri de ona katıldı. Neye güldüğünden haberleri bile yoktu bile muhtemelen. Fakat efendileri gülmüştü ve ona yaltaklık yapacak hiçbir fırsatı kaçırmazlardı.
“Neden seninle bir anlaşma yapayım ki?” diye sordu bu defa “Senin ölümsüzlüğünün benim için değeri nedir ki?”
Çünkü başka çarem yoktu, çünkü onlara bir şey olmasına dayanmazdım. Lilianna’m daha beş yaşındaydı ve küçük Robert henüz kundakta bir bebekti. Kocam, Edward, hayatımın aşkı… Canımdan daha kıymetlim… Nasıl olur da öylece oturup bekleyebilirdim ölmelerini? Onların hayatta kalması için birinin kendini feda etmesi gerekiyorsa o ben olacaktım. Edward bir gün beni affedebilir miydi bilmiyordum. Affetmesi geremiyordu da. Sadece kendine ve bebeklerime iyi bakmasını istiyordum ve bir yolunu bulup buradan kaçmasını.
Böylece dizlerimin üzerine çöktüm bir kez daha. Ayaklarına kapandım “Lütfen,” diye yalvardım ona “Efendi Benson, lütfen! Değersiz ömrüm sizin olsun. Sadece aileme dokunmayın. Canlarını bağışlayın. Sizden tek istediğim bu. Yalvarırım, bırakın hayatta kalsınlar. Bırakın gitsinler.”
İşte yine sessizlikle cezalandırıyordu beni. O sustukça zaman sanki akmayı bırakıyordu. Her bir saniye daha da kötüleşiyordu bu ceza.
“Yüzüme bak!” dedi. Bunu yapamazdım. Onun yüzüne bakarsam bir kez, sonsuza kadar unutamazdım gözlerini. Ölümsüz ömrüm boyunca beni takip ederlerdi. Martin Benson’la bir sonsuzluk… Bu en büyük cezalardan da beterdi.
Hareket ettiğini işittim. Bir saniye sonra önümde eğilmiş, yüzümü ellerinin arasına almıştı. Beni ona bakmaya zorluyorlardı. “Yüzüme bak!” diye haykırdı bir kez daha “Yüzüme bak ya da anlaşmayı unut.”
Gözlerim bu komutla açıldı. Bir kabustu bu, asla uyanamayacağım bir kabus. Fakat aileme bir rüya vadediyordu.
Gözlerimi açtığım anda, bir çift yeşil göz karşıladı beni. Yeşilin bu tonu, bana uçsuz bucaksız ormanları hatırlatıyordu. Gözleri… Gözleri bir efsun gibiydi sanki. Nasıl oluyor da böylesine vahşi bir canavarın bu denli güzel gözleri olabiliyordu? Böylesine bir lütuf nasıl bir lanete bahşedilmiş olabilirdi ki?
Bir kez daha döküldü yalvarışlar dudaklarımdan “Lütfen,” dedim ona “Yalvarırım bağışlayın ailemin canını.”
Uzun uzun baktı gözlerimin içine. Sanki o efsunlu gözlerini bana bir büyü yapmak için kullanıyor gibiydi. Böyle mi alıyordu ölümlü canımı ve karşılığında beni ölümsüzlüğe mahkum ediyordu? Bu lanetin nasıl işlediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu doğrusu.
“İsimleri ne?” diye sordu bu defa.
“Edward Donovan,” dudaklarımdan dökülen ilk isim oldu “Kocam. Lilianna ve Robert, kızım ve oğlum.”
Sonra hızla bıraktı beni. Öyle hızlı geri çekilmişti ki kendimi bir uçurumdan düşerken buldum. Hiçbir yere tutunamadım ve sağ tarafa doğru savrularak ellerimin üzerine düştüm.
Canavar yeniden benden uzaklaştı ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. Anlaşmayı kabul etmemiş miydi? İsimlerini söyletmişti bana. Yoksa… Yoksa onları öldürmeye mi gidiyordu şimdi?
Tanrım! Tanrım ben ne yapmıştım böyle?
Canavar, tam kapının yanında durdu bir anda. Arkasını dönmedi. “Gavriel!” diye bağırdı. Odanın içinde koşar adım bir adamın sesleri yankılandı “Efendi Benson, emrinizdeyim,” dedi.
“Kadının ailesini bulun,” dedi “Edward, Lilianna ve Robert Donovan. Canlarını bağışlıyorum. Onlara kimse dokunmayacak. Fakat bu kaleden de çıkmayacaklar. Burada yaşamaya ve kısa ömürleri boyunca bana hizmet etmeye devam edecekler.” Hızla arkasını döndü bu defa. Gözleri odanın içinde derhal benimkileri buldu. İşte yine efsunlu gözleri bir büyü yapıyordu bana. “Kadını da zindanlara götürün. Anlaşmasını kabul ediyorum. En kısa zamanda benim ölümsüz hizmetkârım olacak.”
Böylece çıktı gitti kabul salonundan.
Ailem… Onların canını bağışlamıştı. Gitmelerine izin vermemişti ama hayatta kalacaklardı. Bu da bir başlangıçtı. Edward, biliyordum ki bir yolunu bulup onları buradan çıkarırdı. Kocasının kaleyi terk etmeyeceğini biliyordum ama çocuklarını kurtarmanın yolunu mutlaka bulacağından emindim.
Canavarın adamları beni olduğum yerden kaldırdı ve ayaklarımın üzerinde sürüyerek zindanlara taşıdı. Ağır demir kapılar kapandı üzerime. Karanlık beni hapsetti. Ölümlü hayatımın son anlarıydı bunlar belki de. Bu soğu ve karanlık hücrede geçirilen son zamanlarım.
Belki bir daha göremeyecektim ailemi. Bunu bilerek sıkıca sarılmışım kızıma, oğluma, kocama. Edward’ı son kez öpmüştüm dudaklarından bu gece. Mutlu bir ömür dilemiştim ona.
Uzun ve mutlu bir ömür.
İçimden son kez veda ettim hepsine. Bir zindanda geçirdiğim tutsaklığımın ilk gününde, son bir umutla bir mucize diledim.
**
2021 | Londra
“Hadi Sophie. Daha hızlı,” diye bağırdı Colin.
Bacak kaslarım yanmaya başlamıştı. Son yarım saattir aralıksız bir şekilde koşuyorduk ve artık dayanacak gücüm kalmamıştı.
Durmak yok Sophie, diye fısıldadı içimden bir ses. Düşmek yok.
Hayatımın mottolarıydı bunlar. Durmak yok, düşmek yok. Her zaman ayakta kalacak ve savaşacaktım.
O yüzden koşmaya devam ettim. Bir avuç aptala yenilmeyecektim.
Bu defa ben seslendim ona. “Tam arkandayım Cole!”
İki yıl önce Ruh Avcıları’nın tamamen yok olduğunu, türlerinin kökünün kuruduğunu öğrendiğimde herkes rahat bir nefes alırken, ben aynı rahatlama hissini paylaşamamıştım. O canavarların bizler için bir hapishaneye çevrimediği bir dünya hayal gibi geliyordu bana.
Sonunda haklı çıktığımdaysa buna pek sevinememiştim doğrusu. Ruh Avcıları gitmişti, fakat bunu yaparken arkalarında kötülük tohumlarını bırakmayı unutamamışlardı.
Köleler serbest kalmıştı. Özgürlüklerinin tadına varmak yerineyse kendileri efendi olmayı seçmişlerdi bu defa. Yeni köleleri arıyorlardı. Ölümsüzler… Sfendilerinin yok oluşundan sonra kafayı dünyayı ele geçirip, kurtulanlardan intikam almaya takmışlardı. Ölümlülere boyun eğmeyeceklerini söylemişlerdi.
Daha da kötüsü yalnız değillerdi. Cadılar da onlara katılmıştı bu defa ve birlikte Ölüm Melekleri’ni avlıyorlardı. Ölüm melekleri, kendilerini ölümün koruyucuları olarak görürdü. Ruh Avcıları’yla aynı türdendiler, ancak onlar, ölümlü ruhlara bağımlı olmayı reddetmişti. Onları koruyor, zamanları geldiğinde ölümle buluşmaları için yol gösteriyorlardı.
En azından bu ölümsüz sersemler ortalığı karıştırana kadar düzen buydu.
Liderleri Tony en az kendi kadar alçakça bir oyun oynuyordu. Önce bir gurup ölümsüzün aklına girip, isyan çıkartarak başlamıştı her şeye. O zamanlar bunu kesinlikle umursamamıştık. İsyanlar bir süre sonra sadece Londra’da değil, New York, Teksas ve Monte Carlo’da da patlak verdiğinde, bu yine umurumuzda olmamıştı çünkü güçsüz olduklarını düşünüyorduk.
Ancak Tony, son anda kendine yeni destekçiler bulmuştu. Cadılar… Bir büyü keşfetmişlerdi ve kendini ölüm meleklerinin ve kendisi gibi ölümsüzlerin güçlerinden korumayı başarmışlardı böylece. Onlara ne bir zihin oyunu işliyordu, ne de ölüm dokunuşu. Ruhları bedenlerine hapsolmuş adeta ve bir ölümsüzün ruhunu bedeninden ayırabilecek tek canlı, ona ölümsüzlüğü bahşedendi.
Tony büyünün ona sağladığı avantajla hızlı bir şekilde tüm ölümsüzleri ele geçirdi ve liderleri oldu. Bir kaç ölümsüzü daha aynı büyüyle koruma altına aldı ve bize büyük konuşmanın zararlarını çok açık ve net bir şekilde gösterdi. Şimdiki hedefi İngiltere’ydi. Sonra Avrupa ve ardından da dünya.
Ölümsüzler kendi türlerinden olanları zorla alı koyuyor ve onları kendileriyle çalışmak için tehdit edip, korkutuyorlardı.
Colin ve benim başında bulunduğumuz bir ekip, esir ölümsüzleri ellerinde tuttukları yere baskın düzenlemiş ve onları kurtarmıştık. Rehineler savaşçılarla kampa dönmüşlerdi ancak ben ve Colin geri de kalıp ölümsüzlerle yüzleşmiştik.
Sonuç olarak son yarım saattir koşuyorduk ve ben bayılmak üzereydim.
Aslında, her sabah en az iki saat koşardım ama bunu bir anda ve bu kadar hızlı bir şekilde yapmakla aynı şey değildi kesinlikle. Bilirsiniz, önce biraz yürür sonra hafif tempoyla koşmaya başlarsınız sonra hızınızı yavaşça arttırır ve vücudunuzun alışık olduğu tempoya geldiğinizde kilometrelerce devam edersiniz. İşte size güzel bir vücudun sırrı! Fakat şu an yaptığım için bacaklarımı benden alabilirlerdi.
Colin benden daha öndeydi. Daha hızlı koşuyor ve yaptığımız şeye daha çok dayanabiliyordu.
Önümüzdeki ağaçların arasına girdiğinde, niyetim onu takip etmekti ama lanet ayaklarım birbirine dolandı. Hızla ayağa kalktım. Colin’i arayarak etrafıma bakındım. Kahretsin, kahretsin.
Colin’i kaybetmiştim. Şimdi ormandan nasıl çıkacağımı kendim bulmalıydım.
Ormanlardan nefret ediyordum. Hayatımın son 70 yılını ormanla iç içe geçirmiştim.
Ağaç diplerine ve gökyüzünde ki yıldızlara bakarak yolumu bulmaya çalıştım. Buraya batıdan girdiğimize kesinlikle emindim ve eğer yanılmıyorsam, güneye doğru kaçmıştık. Yani batıya doğru ilerlersem buradan çıkabilirdim.
Hareket etme zamanıydı. Yola koyulmak için arkamı döndüm ve orada gereğinden fazla kaldığımı o anda anladım.
“Bir yere mi kaçıyorsun küçük kahraman?” diye sordu, kibirli bir ses tonuyla
Ölümsüzler’in çoğunun sorunu buydu. Bir Ruh Avcısı size ölümsüzlük verdi diye kendilerini herkesten güçlü sanıyorlardı. Alt tarafı birkaç zihin etkileme numarasına sahiplerdi. Esas güç size bahşedilen değil, kendiniz çabalayarak elde ettiğinizdi. Bunu zor yoldan elde etmişti hayat bana.
Karşımdaki ölümsüzün Tony’nin koruma büyüsüne sahip olmadığına emin değildim. Ancak ben, o büyüye sahiptim. O yüzden bu, gücümü onun üzerinde kullanmayı denemek için iyi bir fırsattı. İki ihtimal vardı, ya işe yarayacaktı ve bu aptaldan kolayca kurtulacaktım ya da işe yaramazdı ve boşuna denediğimle kalırdım. Ancak yenilmek bir seçenek değildi. İşe yaramazsa, yeni ve hızlı bir stratejiye ihtiyacım olacaktı.
Tony’nin koruma büyüsünü öğrendikten sonra Gwen hızlı bir şekilde o büyüyü araştırmaya başladı ve sonunda buldu. Ben kurtulanların gizli silahıydım sanırım. Benden başka ölümsüz bir kurtulan olup olmadığını bilmiyordum. Benim ölümsüz olduğumu çok az kişi bildiğine göre, eğer başka ölümsüz varsa onun varlığı da sır olarak saklanıyor olmalıydı.
“Şimdi ne yapacaksın, küçük kahraman? Sonun geldi.”
O sonumun geldiğini söyleyerek ve beni korkuttuğunu düşünerek egosunu tatmin ediyordu ama ben “Bana bak zavallı yaratık!” dediğimde emrime itaat etmekten başka hiçbir tepki verememişti.
Şükürler olsun! İşe yaramıştı!
Doğruca gözlerimin içine baktı ve hızlı bir transın içine doğru sürüklendi. Ölümsüzlükle birlikte bana verilen bir başka özellikti bu. Tıpkı Ruh Avcıları gibi, kurbanımın gözlerinin içine bakarak onu kontrolüm altına alabiliyordum.
“Sen bir zavallısın,” dedim karşımdaki adama.
“Ben bir zavallıyım,” diyerek tekrar etti sözlerimi o da.
Az önceki kibirli halinden eser kalmamıştı. Beyninin kontrolü benim elimdeydi ve ona şu an her istediğimi yaptırabilirdim.
“Kadim noktan nerede, zavallı?” diye sorduğumda tereddüt etmeden karnının üzerinde ki bir noktayı işaret etti.
Kadim noktalarımız, bizleri öldürmenin sayılı noktalarından biriydi. Ruh Avcıları için bu sırtlarında, kalplerinin hizasında bulunan bir noktaydı. Biz ölümsüz köleler içinse efendimiz bizi nereden damgaladıysa, orasıydı kadim nokta.
Her zaman bu kadar şanslı olmazdım. Genelde Ölümsüzler tek başlarına dolaşmazlardı, ancak bu sersem, kibrine yenik düşmüş olmalıydı. Kibrin yedi ölümcül günahtan biri olması sebepsiz değildi.
Hançerimi kılıfından çıkardım ve gözlerimi ölümsüz savaşçının gözlerinden çekmeden konuşmaya devam ettim.
“Yeteri kadar yaşadın zavallı. Artık veda zamanı,” dedim ve hançerimi hızlı bir şekilde kadim noktasına sapladım.
Acı bir çığlık attı ve karnını tutarak transtan çıktı.
“Sen…” dedi ancak cümlesini devam ettiremeden öldü.
Fazla kolay olmuştu. Umurumda değildi. Hemen buradan çıkmalı ve Colin’i bulmalıydım. Bu aptallardan kaçmaya çalışırken çok fazla zaman kaybetmiştik. Bir an önce kampa dönmeli ve rapor vermeliydik.
Fakat ben harekete geçemeden dehşet dolu bir tınıyla anıldı ismim ““Sophie!”
Hızla döndüm arkamı. Colin, şoke olmuş bir ifadeyle öylece duruyordu arkamda “Az önce o serseme ne yaptın sen?”
Lanet olsun! Yakalanmıştım. Nasıl olmuştu da arkamda olduğunu anlayamamıştım? Lazım olduğu zaman o çok keskin ölümsüz sezgilerim neredeydi?
Sakin adımlarla yanına gittim Colin’in ve onunla göz teması kurmaya çalıştım ama gözlerini hızlı bir şekilde çekti. Onu ürkütmek istemiyordum. Benden korkmasına gerek yoktu.
Bir canavar değildim ben.
Bir köle değildim. Artık değildim.
Bir kurtulandım ben. Hayatta kalan… Ve tek arzum bu ölüme susamış yaratıklardan kurtulmaktı. Her biri yeryüzünden defolup gitmeden rahat yoktu bana.
“Korkmana gerek yok Colin,” dedim adım adım ona yaklaşarak “Sana zarar vermem. Ben onlar gibi değilim.”
“Ama sen…” dedi, şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamıştı.
“Evet” dedim “Evet, Colin. Ben bir Ölümsüz’üm. Fakat asla onlardan biri değilim. Asla.”
*
“Bu nasıl mümkün olur? Nasıl fark etmem? Seninle neredeyse bütün gün birlikteyiz ve ben…”
Colin elini alnına götürdü ve ağaç diplerinden birine çöktü. Oldukça sarsılmıştı. Onu anlıyordum. Ölümlü ruhum başka bir şeye dönüşürken, aşağı yukarı ben de aynı şeyleri hissetmiştim.
“Bana hep nasıl kahraman olduğumu sorup duruyordun” diyerek açıklamaya başladım.
Bakışlarını üzerime sabitledi. “Ben tam bundan çok ama çok uzun zaman önce ailemi korumak için ölümsüz oldum ve beni dönüştüren Ruh Avcısı’na hizmet etmeye başladım. Ondan nefret ediyordum ancak ailemi korumanın tek yolu buydu. Ona aileme dokunmaması şartıyla hizmet ettim. Ancak aşağılık yaratık sözünü bozdu. Kızım, oğlum ve kocam öldü. Hamileydim. Ölümsüzdüm ve bir canavara hizmet ediyordum. Kurtulanlar’dan haberdardım. Onları buldum ve yardım istedim. Onu yakalamak ve intikam almak istiyordum ama yapamadım. O kaçtı ben de bebeğimi kaybettim ama Kurtulanlar beni o canavara karşı verdiğim savaş uğruna bebeğimi kaybettiğim için kahraman ilan ettiler. Onlara göre bu bir fedakârlıktı.”
Ben bebeğimi feda etmemiştim oysa. Onu benden çalmışlardı.
Onu benden o almıştı.
Colin şaşkınlıktan ağzını kapatamıyordu. Gözlerini o kadar açmıştı ki yuvalarından fırlamak üzerelerdi. Ona Ölüm Meleği olduğumu söylesem vereceği tepkiyi hayal dahi edemiyordum doğrusu.
“Pekâlâ. Bu… O kadarda önemli değil,” dedi. Bunu duymak beni o kadar rahatlatmıştı ki! “Yani, ben… Sadece şaşırdım o kadar,” başını kaldırdı ve yüzüme baktı. Yine de hâlâ gözlerini benimkilerden kaçırıyordu.
Pekala, bu kadarı yeterliydi. Yapacak işlerimiz vardı. Bir anda sırrımı öğrendi diye dünya durmayı bırakmamıştı sonuçta.
“Eğer biraz daha sersem gibi davranmaya devam edersen seni kendini bir kurbağa sanman için zorlarım Cole!”
Güldü ve oturduğu yerden ayağa kalktı. Bu iyiydi. Kendine gelmiş olması beni sevindirmişti. Orman karanlık ve soğuktu. İkimiz de Ölümsüzler’in neden hâlâ ortaya çıkıp yeniden peşimize düşmediklerine anlam veremiyorduk ama risk alamazdık.
Batıya doğru yürüyüp ana yola çıktık ve bir araba bulana kadar yürüdük. Yoldan geçen ilk arabayı durdurduk ve bizi şehre bırakmasını istedik. Colin’e söylememiştim ama bizi şehre bırakan adamın bizi geri çevirmek üzere olduğunu fark edince onun düşünceleriyle oynamıştım.
Arabadayken, telefonlarımız çekmeye başladığı an, kampı aradık ve bizi almak için bir araç göndermelerini istedik.
Kampa döndüğümde bacaklarım artık bana ait değillermiş gibi hissediyordum. Çok uzun süre yürüyemeyecekmişim gibi geliyordu. Ayaklarımın altı şişmişti. Sadece yarım saat koşmak ve ana yolda yaptığımız on beş dakikalık bir yürüyüşün beni bu hale getirdiğine inanamıyordum. Daha çok antrenman yapmalıydım.
Hızlı bir duşun ardından, saçlarımı bile kurutmaya uğraşmadan yatağın içine girdim ve gözlerimi kapattım.
Yarın benim için oldukça uzun bir gün olacaktı. Gwen New York’tan dönecekti. Tam bir haftadır oradaydı. Üstelik yalnız dönmeyecekti. Yanında bir de ‘misafiri’ olacaktı.
Yarın onunla yüzleşecektim. Buna kendimi bir haftadır hazırlamaya çalışıyordum ama o kadar kolay değildi.
Açıkçası, ne kadar itiraf etmek istemesem de korkuyordum. Ne olacağını bilmiyordum.
Yarın ne olacağını bilmesem de en azından gelecekte ne olmayacağını biliyordum. Bir daha asla kara büyüye bulaşmayacaktım.
Düşünceler beni kendilerine esir ederken yavaşça uykuya daldım. Yavaşça. Oldukça huzursuz bir uykuya…