2.Bölüm
Leydi Estelle Seville’in Günlüğü…
1352 - Malaga | İspanya
Ölümlülüğe dair çürümüş her şey, kısa ömürlerinin sonunda bedenlerinden berbat bir koku olarak yayılıyor. Sefil bedenlerinden geriye kalan her şey o kokuyla birlikte yitip gidiyor.
Ölüm sanıldığının aksine belirsizliklerle dolu değil. Kesin bir son, bir bitiş. Oysa yaşam, uçsuz bucaksız, sonu gelmek bilmeyen gizemlerle dolu bir yol.
İşte bu yüzden büyümü yapmak üzere ölümü seçtim, çünkü yaşama ne yapacağını kestiremiyorum.
Onun o sefil bedenine dokunmak bile vücudumdaki tüm kanın çekilmesine sebep oldu. Öllü bedeni öylesine huzurlu görünüyordu ki bu beni daha da sinirlendirdi. Huzurla uyumasına izin vermeyeceğim. Ölümde bile rahat yok ona bundan sonra.
Bedenini arka bahçeye doğru çektim. O kadar ağırdı ki bu fazlasıyla zamanımı aldı. Gece karanlığı çökmüştü bütün köye. Herkes uykudaydı. Tüm ölümlüler son kez rahat bir uykuya dalmışlardı bu gece. Bundan sonra ölü ya da yaşayan hiçbir ölümlü rahat bir uyku uyuyamayacak.
Toprağın üzerine yüz üstü bıraktım bedenini. Etrafına topladığım yağmur sularıyla bir çember çektim. Rüzgâr bir kez daha kulak verdi çağrıma.
Sırtına, tam kalbinin hizasına hançerimle delip açtım ve iksirimden üç damla damlattım.
Başlangıçlar ve sonlar… Bu kelimeleri tekrar ettiğim sırada avcuma derin bir kesik attım.
Aydınlık ve karanlık… İksirin üzerine üç damla da ölümsüz kanımı akıttım.
Yaşam ve ölüm… Ve bir ateş yaktım, alevler onun ölümlü bedenini sarana kadar rüzgârla harladım.
Sonra tam yedi kez tekrarladım o sözleri.
Başlangıçlar ve sonlar… Aydınlık ve karanlık… Yaşam ve ölüm… Tam yedi kez her birini söyleyene dek alevler içinde yandı bedeni.
Büyümü son bir kez daha kullandım ve alevler söndü. Bedeninde tek bir yanık izi dahi yoktu. Hatta sırtında ve boynunda açtığım yaralar iyileşmişti.
Bekledim… Saniyeler geçmek bilmiyordu. Fakat sabrettim. Sabır, en kudretli büyülerin bile en temel malzemesiydi.
Ve sonunda sabrım meyvesini gösterdi.
Canavarım, doğdu ve yeni ölümsüz hayatına gözlerini açtı.
**
SOPHIE
1752 | Highland – İskoçkya
Artık karanlık rahatsız etmiyordu. Beni buraya ilk geldiğinde bir karabasan olup çökmüştü üzerime. Fakat zaman geçtikçe gözlerim alıştı karanlığa. Işıksızlık… Belki de buna ne kadar erken alışırsam o kadar iyiydi. Bundan sonra yaşayacağım sonsuz ömrü anlatan tek sözcük belki de buydu.
Burada ne kadar zamandır bulunduğumu bilmiyordum ama iki gün veya daha fazla geçmiş olduğunu tahmin ediyordum. Edward… Acaba nerede olduğumu biliyor muydu? Beni çok merak etmiş miydi? Bana ne olduğunu sandıklarını bilmiyordum, onlara bu acıları yaşatmak zorunda olduğum için kendimden nefret ediyordum, fakat tüm bunlar gelecek güzel günlerinin temennisiydi. Lilianna ve Robert daha çok küçüktü. Önlerinde kocaman ömür vardı. Çok mutlu olacaklardı. Belki bir gün onları uzaktan izleme, mutluluklarına şahit olma şansım olacaktı. Benim küçük bebeklerim günün birinde bu dünyadan göçüp gideceklerdi. Fakat onlardan geriye torunları ve sonra onların torunları kalacaktı. Ben hep burada olacaktım ve eğer şansım olursa, her zaman onları koruyacaktım.
Geçip giden günlerin sayısı hakkında bir fikrim yoktu ama tüm bu zamanı aç ve susuz geçirmiştim. Bir iki gün onların ölümsüz bedenleri için bir anlam ifade etmiyor olabilirdi ama benim dayanacak gücüm kalmamıştı. Amacı buydu belki de, beni ölümsüz kölesi yapmadan ölüp gitmemi istiyordu.
Hayır, bunu yapacak olsa karşısına çıktığım anda çekip alırdı ruhumu. O canavarlar hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Sonsuz bir ömür için sıramı bekliyordum şimdi ve o ömrün her günü, her saniyesi onlara olan nefretim ve öfkemle geçecekti. Feda etmek zorunda olduklarımı, kaybettiklerimi hiç unutmayacaktım. Unutmayacaktım ki bir gün gaflete düşüp de yumuşamayım, onlardan biri olmayayım.
Ve o anda, sayısını bilmediğim günlerin sonunda ilk kez, sefil hücremin kapısı açıldı. Günler sonra ilk kez bir ışık huzmesi kapıdan geçip girdi. Gözlerim öyle alışmıştı ki karanlığa ışık sanki bir ateşti ve gözlerimi yakıyordu merhametsizce.
İşte yine onun adım sesleriydi kulaklarıma çalınan. Başkasına değil, sadece canavarların en kötüsüne aitti. O çıldırtıcı yavaşlığı ve yere kuvvetle basınca çıkardığı ürpertici ses daha ilk anda kazınmıştı hafızama. Asla unutamayacağım bir başka parçası daha… Oysa keşke aklımda ona dair ne varsa çekip atabilseydim. Bir lanetti, kafamın içinde. Beni günden güne delirtecekti bu lanet. Biliyordum, bunu aldığım her nefeste hissediyordum.
Bana doğru yaklaştı adımları. Benim yerde sefalet içinde kıvranan bedenime doğru attı adımlarını. O karşımda öylesine güçlü ve kudretli bir şekilde dururken böylesine küçük ve acınası bir durumda olmak her şeyden çok yakıyordu canımı. Oysa dimdik çıkmak isterdim onun karşısına. Onunla savaşabilecek kuvvette olmak isterdim.
Neden sadece erkeklere savaşma izni vardı? Eğer bana da öğretselerdi savaşmayı, kılıç tutup düşmanın karşısına çıkmayı, işte o zaman bu işkenceye göğüs germezdim. Kaçardım buralardan. Edward… Ondan klanını terk etmesini istemek öylesine korkunç olurdu ki! Ama yine de seçerdi bizi. Eğer tek başına savaşmak zorunda olmasaydı, gel gidelim derdim ona. İkimiz, hepsine karşı direnebiliriz.
Fakat ondan hem bizi korumasını, hem de onlara karşı tek başına savaşmasını istemek ölüm emrini kendi ellerimle vermekten farksızdı.
Neden sadece erkeklere onurlu işlerde çalışma izni vardı? Neden bir köle, bir hizmetçi olmaktan başka çarem yoktu? Eğer bana da öğretselerdi nasıl okuyup yazacağımı ve izin verselerdi iyi bir iş sahibi olmama, o zaman ben de çalışıp bakabilirdim çocuklarıma. Hiçbir eksiğimiz olmazdı.
Bana izin vermedikleri her şeyle birlikte bir kişi eksilmişti ailem. Zaten ülkemde kadınlara reva görülen kaderde buydu. İlk feda edilecek olan, en zayıf olan. İşte olmuştu. Fakat onlara kalmadan ben yapmıştım bunu.
Önümde diz çöktü canavar. “Sophie,” dedi. Adım dudaklarından döküldüğü anda nefret ettim ben olmaktan. “Sophie Donovan.”
Eğer yapabilseydim, ona sert bir yumruk atmak isterdim. Birer iğne almak ve bana bakan o efsunlu gözlerini oymak isterdim.
Bir elini kaldırdı ve yüzümü avuçlarının arasına aldı canavar. Geri çekilmek istedim, dokunuşundan kaçmak fakat öylesine güçlü tutuyordu ki beni yapamadım. O başparmağıyla yüzümde, gözümün altında bir noktaya dokunurken öfkeyle titremeye devam ettim sadece.
Sol gözümün altına dokunuyordu, tam benimin üzerine…
Geri çekildi sonra. Bense tüm tenimi ateş vermek, alevlerle temizlemek istedim.
Bir adam girdi sonra zindana. Yere bir kağıt, mürekkep ve kalem bıraktıktan sonra tekrar çıktı zindandan. “Bu,” dedi canavar “Bir anlaşma. Senin, ailenin eceliyle ölmesine izin vermem karşılığında sonsuza kadar benim ölümsüz kölem olacağına dair bir anlaşma.”
Sonsuzluk… Bu kelime zihnimde yankılandıkça ağlama istediğim gittikçe artıyordu. Ne de uzun bir zamandı! Katlanılması ne uzun bir işkenceydi! Fakat bu sonsuzluk, ailem için yaşam demekti. Az bileydi karşılığında bana ödediği bedelle kıyaslayınca.
“İmzala,” dedi canavar.
Okuma yazmam yoktu. Fakat Edward bana adını yazmayı öğretmişti. Evlilik sözleşmemizi adımı yazarak imza atabilmiştim böylece. Kalemi elime aldım. Açlık ve susuzluktan dermanım kalmamıştı. Zar zor tutuyordum kalemi. Titreyen parmaklarımla mürekkebe batırdım ve beceriksiz bir şekilde adımı yazdım kağıdın altına.
Böylece kendi ellerimle ölüm fermanımı imzalamıştım.
Kağıdı ve kalemi elimden aldı canavar. Kağıdı rulo haline getirip ceketinin içine koydu ve kalemle mürekkebi olduğu yere bıraktı.
Beni kollarımdan tutarak ayağa kaldırdı sonra. Hızla duvara yasladı ve ben daha ne olduğunu anlayamadan korsemi ve iç elbisemi yırtarak açtı. Bir çığlık açtı dudaklarımda. Aklımdan bin bir türlü felaket geçiyordu şimdi. Bana yapabileceği kötülükler öyle sınırsızdı ki.
Zayıf kollarımla kendimi örtmek istedim ama sımsıkı tutarak engel oldu bana. Ardından bir elini göğsümün tam ortasına koydu canavar.
“Burası,” dedi “Kalbimin olduğu yer. Göğüs kafesinde attığı yer.”
Yine gözlerimin en derinine bakıyordu efsunlu gözleri. “Senin kadim noktan kalbin Sophie Donovan,” dedi bana “Ölümsüzlük bir lanet değil, bir lütuftur. Bir hediye… Sana onu kazandıran kadim noktan, kalbin.”
Onu dokunuşuyla bir sıcaklık yayıldı tüm bedenime. Kalbim daha hızlı atmaya başladı. Sanki ruhum ayrılıyordu bedenimden, soluk soluğaydım şimdi.
Sanki ölüm gibiydi.
Sanki yeniden doğmak gibiydi.
Ve sonra aniden çekti elini göğsümden. Yine bir boşluğa bırakmıştı beni. Olduğum yere yığıldım öylece.
Öylece ardını dönüp gitmedi canavar. Bir kez daha çöktü önümde. “Bundan sonra,” diye fısıldadı yüzüme doğru “Sonsuza kadar benimsin Sophie Donovan.”
Yeniden karanlığa hapsolmadan önce duyduğum son sözler bunlardı.
**
2021 | New York State
Upuzun bir orman yolunda ilerledi araba. Sanki hiç sonu gelmeyecek sandığım ağaçlı bir yoldan geçiyorduk şimdi. Camı açıp rüzgârın arabaya dolmasına izin verdim böylece. Ormanlık arazinin temiz havasını içime çektim. Ormanlar bana evimi hatırlatıyordu her zaman. Bir zamanlar evim olan yeri…
Sonunda yerleşim alanları görünür olmaya başladığında vardığımızı anlamıştım. New York Eyaleti’nin Kurtulanlar kampına sonunda varmıştı.
Araba bir park alanında durdu ve arabanın kapısı o anda açıldı. Ben aşağıya iner inmez, üniformalarından savaşçı birliğinden olduğunu anladığım iki kişi karşıladı beni. Derhal selamladılar beni saygıyla
İçlerinden daha uzun olanı “Kampımıza hoş geldiniz leydim,” dedi.
“Teşekkürler,” diyerek karşıladım selamını “Kraliçe beni bekliyordu. Kendisini gelir gelmez derhal görmemi söyledi.”
Bu defa diğer savaşçı “Majesteleri bize haber verdi leydim. Sizi dairesinde bekliyor,” dedi ve ikisi birlikte ben, Kraliçe’nin dairesine götürdü.
Kraliçe’nin dairesi, kampın ana binasının en üst katındaydı. Oraya bir asansörle ve sadece kraliçenin özel dairesine çıkmak için kullanılan bir şifreyle ulaşılabiliyordu. Bu savaşçılar muhtemelen Kraliçe’nin kendi özel koruma timindelerdi.
Sonunda asansörün kapıları Kraliçe’nin dairesine açıldığında, savaşçılar geride kaldı ve ben asansörden indikten sonra tekrar aşağıya doğru harekete geçtiler.
Dairenin içinde ilerlemeye başladım böylece. Çok fazla ilerleyemeden ben, Kraliçe beni teras kapılarının önünde karşıladı.
Derhal reverans yaptım Kraliçe’nin önünde “Majesteleri,” diyerek onu selamladım.
“Hoş geldin Leydi Sophie,” dedi Kraliçe Rebecca “Biz de seni bekliyorduk.”
Başımı biraz çevirdiğinde, onun arkasında duran yaşlı bir kadın dikkatimi çekti bu defa. Kraliçe bir kolumdan tuttu ve beni o kadına doğru yönlendirmeye başladı.
“Gel,” dedi “Seni tanıştırmak istediğim bir var.” Tam yaşlı kadının karşısında durduk böylece “Leydi Sophie,” diyerek bir kez daha adımı yineledi Kraliçe Bu Genevive Blanchet. Kendisi bu görevde sana yardım edecek.”
Kulaklarıma fısıltılar çalınıyordu sanki şimdi. Zaten ne zaman ölümsüzlükle gelen sezgilerim harekete geçse böyle olurdu. Bu kadınla ilgili doğal olmayan bir şeyler vardı. Tıpkı benim gibi…
Ve sonunda ne olduğunu anladığımda “Siz bir cadısınız,” demekten çekinmedim.
Gülümsedi bana yaşlı kadın “Evet,” dedi “Siz de ölümsüzsünüz.” Bir elini bana uzattı yaşlı kadın “Sizinle tanışmak bir şereftir Leydi Sophie.
“O şeref bana ait Bayan Blanchet.”
“Sadece Genevive deyin lütfen.”
Gülümsedim bu istediği karşısında “O halde siz de bana sadece Sophie derseniz bu beni çok mutlu eder.”
Tanışma faslı bitmişti böylece. Artık esas konuya geçme zamanıydı. Genevive, elinin tek bir hareketiyle sımsıkı kapattı odanın içindeki tüm pencereleri. Perdeler çekildi. Sanki odanın içinden hava bir anda kaçıp gitmişti.
“Bir büyü bu,” dedi Genevive. Şaşkınlığımı anlamış olmalıydı “En keskin kulaklara karşı dahi koruyacak bizi ve konuştuklarımız sadece bu odanın içinde kalacak.”
Konuşacaklarımız… Son günlerde hiç duymamış olmayı benim de dilediğim şeylerdi.
Ölümsüzler ordusu gittikçe güçleniyordu. Ölüm Melekleri’ni köleleri yapıyor, içlerindeki merhameti çekip alıyorlardı onlardan. Bir zamanlar Ruh Avcıları’nın köleleri yaptığı Ölümsüzler, şimdi onların türünü kendi köleleri yapıyordu. Yanlarındaysa onlara destek olmak için Cadılar vardı.
“Günlüğü okudunuz mu Leydi Sophie?” diye sordu Kraliçe.
“Hâlâ okumaya devam ediyorum majesteleri. Bir anda okumak için oldukça ağır bir metin doğrusu. Her sayfasında tüylerim ürperiyor. Bu denli kendini kaybetmiş, merhametsiz biri haline dönüşmüş olması ne acı! Hem onun için, hem de dünyanın geri kalanı için.”
“Bu lanet o başlatmadı,” oldu Kraliçe’nin cevabıysa “O cadı yalnızdı. Dışlanmıştı. Eziyet edilmişti… İnsanlın kusuru bu oldu hep. Kendinden geri hep günahlar bıraktı. Kendinden olmayanı… Kendinden güçlü olanı kabul etmedi, zayıf olması için her şeyi yaptı. Leydi Estelle için de olanlar farksız değildi. Ne yazık ki durum hâlâ bu.”
Bu defa söze Genevive dahil oldu “Cadılar, Ölümsüzler’e katıldı çünkü Kurtulanlar konseyinin onları ötekileştirmesinden bıkmış durumdalar. Konsey hiçbir ölümsüzü kabul etmiyor. Kendi içimiz de bile saklanmak zorunda bırakıyor bizi. Sonunda da savaş kaçınılmaz oldu.”
Başımı sallayarak onayladım onları “İtiraf etmek istemesem de Ruh Avcıları bu konuda bize büyük bir iyilik yapıyordu doğrusu,” diyerek dahil oldum konuya “Ölümsüzler’i kontrol altında tutuyorlardı ve Cadılar da onlarla anlaşma içinde olmaktan memnundu. Avcılar ve Kurtulanlar arasındaki ilişki de daima karşılıklı saldırı sınırları içindeydi. Bu sınırlar aşılmadığı sürece sorun yaşamazdık, fakat artık tüm kontrolü kaybettik.”
“Henüz değil,” dedi Kraliçe “Henüz değil.”
Bir planı vardı. Beni bu plandan haberdar ettiğinden beri her gece kâbuslarımı işgal eden bir plan. O günden beri her gece eski günlere dönüyordum. Bir ömür önce çekilmiş acılara ve kaybedilen hayatlara.
“Savaş geldiğinde, hazır olacağız,” dedi Kraliçe “Konsey bana ne yapacağımı söyleyemez. Ben Kurtulanlar’ın lideriyim ve sözüm sorgulanamaz bir emirdir. Ancak yine de onları bu plana dahil edip kargaşa çıkarmalarını göze alamam.”
Onların tutumu zaten bizi bu noktaya sürüklemişti. Artık daha fazla hatayı kaldıracak konumda değildik hiçbirimiz.
“Yarın geceye kadar hazırlıklarınızı tamamlayın,” dedi Kraliçe bir bana, bir Genevive’e bakarken. “Yarın gece, göreve başlıyorsunuz.”
Yarın gece… Londra’dan buraya onca yolu yarın yaşanacak kıyamet günü için gelmiştim.
Şeytanla buluşmaya gelmiştim buraya.
Onu cehennemden çıkarmaya ve her şeyin başladığı yere götürmeye gelmiştim.