3.Bölüm
Leydi Estelle Seville’in Günlüğü…
1352 | Malaga - İspanya
Onu yaratalı dört gün oluyor. Her gece çıkıp beslenmesine izin veriyorum. Ölümlerin arasına karışıyor, ruhlarını bedenlerinden ayırıyor. Bazen sadece nefes almak için sahip oldukları hayat enerjilerine tutunuyor, sadece onlara işkence etmek için. Bu gaddarlığı ben vermedim ona. Merhamet, ölümlü doğasında bulunmuyor.
Onlar da tıpkı canavarım gibi açlar, güce ve günaha…
Artık büyümün işe yaradığını biliyorum. Canavarım daima bir adım arkamda. Artık ondan geriye kalanlar sadece saf ihtiyaç ve tutkuyla kıvranan sefil bir beden. Canavar aç, yoksun… Bir ruh arıyor, bir can.
O gece de daima bir adım arkamdan takip etti beni. Karanlığa karışıp savaş çanlarını çalmak için adım adım yürüdük. Köyün mezarlığına gittim büyümü kullanmak için bu defa. Ölüler korkutmuyordu beni. Artık kimseye bir zararları yoktu oldukları yerde. Tüm ölümlülerin her gün ziyaret etselerdi keşke mezarlıkları. O zaman sefil canlarını güç ve ihtiras için tüketmenin manasızlığını anlarlardı belki de. Güç onlara ait değildi.
Güç sonsuzluğundu ve yalnızca sonsuzluğun izinden gidenler ona sahip olabilirlerdi.
Mezarlıkta açık bir alan buldum kendime. İlk adım fırtınaları çağırmaktı. Ölümlüler yataklarında huzursuzca kıvranırken, ben fırtınanın altında güce bulandım. İntikamın kanıyla yıkandım. Rüzgarı aldım sırtıma, toprakla kutsandım.
Kanım üç damla düştü toprağa ve tüm mezarlık alevler içinde kaldı.
O anda toprağın altında nefes alışverişlerini duyduğuma yemin edebilirim. Çağrıma cevap veriyorlardı sanki ölüler.
Toprak yarıldı sonra. Canavarlarım bir bir bana geldi. Yeniden doğdu her biri.
Sonsuzluk için.
Sonsuz güç ve intikam için…
**
SOPHIE
1752 | Highland-İskoçya
Dönüşümümden sonraki gün beni zindandan çıkarıp küçük bir odaya taşıdılar. Küçücük bir penceresi vardı bu odanın. Oda denemezdi aslında buraya. Kaldığım hücreden farksızdı.
Odanın içinde bir döşek, eski bir sandık ve bir sandalyeden başka bir şey yoktu. Sandalyeyi alıp pencerenin önüne koydum ve üzerine çıkıp camdan dışarıyı görmeye çalıştım. Kalenin arkasındaki ormana bakıyordu odamın küçük penceresi. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve temiz havayı çektim içime. Çam kokusunun ciğerlerime dolduğunu hayal ettim. Pencereden gördüğüm kadarıyla güneş yeni yeni doğuyordu Wolvesley Kalesi’nin üzerine. Bundan çok da uzak olmayan geçmişte bir günde, Edward’la küçük evimizin bahçesinde oturmuş ve gün batımını izlemiştik birlikte. Çocuklar uyanmadan ve askerlerinin yanına gitmeden önce çok az zamanımız vardı. Gün doğumunun dinginliğinin tadını çıkarmıştık. Yine boynuma bir öpücük bırakmıştı. Zaten bunu her zaman yapardı. Şimdi boynumdan öptüğü yerde bir sızı vardı. Bir gün onlara olan özlemim dinecek miydi?
Kısa süre sonra odamın kapısı açılmış ve o canavarın adamlarından biri gelip beni almıştı. Bundan sonra onun o da hizmetlisi olarak çalışacaktım. Sonra beni mutfağa götürmüştü. Hizmetlerime başlamadan önce kısıtlı zamanım vardı ve bunu karnımı doyurmak için değerlendirmeliydim.
Dönüşümden sonra açlık ve susuzluk beni bir anda o kadar da etkilememeye başlamıştı. Fakat şu anda fazlasıyla aç hissediyordum kendimi. Mutfağa gider gitmez oradaki aşçının önüme koyduğu kahvaltıyı hızla mideme indirdim.
Şimdi burada onun ölümsüz köleleri çalışıyordu. Bir zamanlar burada çalışan insanların her birini tanırdım. Ara sıra buraya gelir ve onlarla sohbet ederdim. Kalenin komutanın karısı olarak onlarla iyi anlaşabiliyor olmam önemliydi fakat bunun dışında, her biri muhteşem insanlardı. Bu kaleye, Donovan klanına ait olmaktan gurur duyarlardı her biri. Burası bizim evimizdi.
Bu canavarlar onu başımıza yıkana kadar öyleydi en azından.
**
2021 | New York State
“Hoş geldin Leydi Sophie.”
Genevive evine gelmiştim. Kısa süreli tanışıklığımızda, Kurtulanlar’ın kamplarında yaşamaktan hoşlanmadığını öğrenmiştim.
“Gizlenerek yaşamak, yaşamak sayılır mı ki?” diye sormuştu bana.
Bir cevap veremedim. Haklılığına verecek bir yanıtım yoktu çünkü.
O yüzden kamp arazisinden çok da uzak olmayan bir bölgede, eski bir evde yaşıyordu. İngiliz motiflerini, çok iyi bir şekilde taşıyan bu eski bina bana kendimi sanki hâlâ İngiltere’deymişim gibi hissettirmişti.
Şimdi ise içinde bir sırrı taşıyordu.
“Merhaba Genevive,” diyerek selamladım ben de onu
Huzursuzdum, hala korkuyordum ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
“Sakin ol, kızım” dedi Genevive, güven verici bir şekilde omzumu tutarken “Kraliçe sana güveniyor. Ben de öyle.”
Genevive’in üzerimde tuhaf, sakinleştirici bir etkisi vardı. Yüzündeki her bir kırışıklıkta, ayrı bir hikâye yattığını düşündürüyordu bana zaman zaman. Ben de en az onun kadar yaşlıydım belki de ama kendimi hiçbir zaman o kadar bilge hissetmemiştim. Hep genç ve saf olmuştum.
Korkularımla baş etmeyi öğrenmiştim ama bugün, bildiğim hiçbir doğru, hiçbir bilgi işe yaramıyordu. Hepsi silinip gitmişti.
Genevive’in yumuşak sesi bile beni sakinleştiremiyordu.
“Nerede?” diye sordum.
“Aşağıda. Mahzende. Tek tesellim, şaraplarıma dokunamayacak kadar bitkin olması.”
Yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirmeye çalıştım ama başaramadım. Gergindim.
Genevive onun kolunu bile kaldıramayacak kadar yorgun olduğunu söylemişti. Konuşacak kadar kendine gelmesi bile bir haftasını almıştı ve tüm gücüne kavuşması biraz zaman alacaktı.
Onu burada tutamazdım. Daha güvenli bir yerde, doğru zamana kadar saklamalıydım. Varlığının öğrenilmesi her şeyi mahvederdi.
“Tamam. Hazırım. Beni burada bekle. Onunla konuşmam gerek. İşim biter bitmez hemen geri geleceğim”
Genevive hiçbir şey söylemedi. Bana güvendiğini söyleyen gözlerle baktı gözlerime ve küçük bir tebessümle bol şans diledi.
Genevive’in yanından ayrılıp, merdivenlere yöneldim. Merdivenin eski tahtaları her adımımda gıcırdıyordu. Tırabzana sımsıkı tutundum ve merdivenden inip taş zemine basana kadar bırakmadım.
Mahzenin eski kapısı tam karşımda duruyordu. Kapı sıkıca kilitlenmişti. Öyle olmasa bile dışarı çıkacak kadar güçlü değildi.
Kapıya doğru ilerlerken, tüm anılarım usulca canlandı. Düğün günüm, kızımı ve oğlumu ilk kez kucağıma aldığım günler ve o lanet yemini ettiğim an. Sonra hamile olduğumu öğrenişim canlandı zihnimde ve her şeyimi kaybedişim. Kapıya vardığımda bebeğimi kaybettiğim ve kahraman ilan edildiğim zamanın anısı canlanıyordu zihnimde. Acım hâlâ, sanki daha dünmüş gibi canlıydı. İliklerime kadar hissedebiliyordum.
Eski kapının kilidini açarken ve sürgüleri çekerken ellerim titriyordu. Kapıyı itip içeri girmeden önce derin bir nefes aldım ve sakinleşmeye çalıştım.
‘Hayır,’ dedim kendi kendime ‘Hayır. Ondan korkmuyorum.’
Son bir derin nefesin ardından eski kapıyı ittim ve içeri girdim.
Oradaydı.
Martin Benson, elleri zincirlenmiş bir şekilde yerde yatıyordu.
Yaşıyordu. Tekrar hayattaydı. Lanet büyü işe yaramıştı ve ben onunla yüzleşmek zorundaydım.
İçeri girer girmez eski kapıyı arkamdan kapattım. Kapı kapanırken çıkardığı gıcırtılar canavarı uyandırmıştı. Başını kaldıracak hali yoktu. Aslında, nasıl nefes aldığına bile anlam veremiyordum.
Şimdi bu hali bana, zindanda beni dönüştürdüğü günü anımsatıyordu. Böyle ayaklarının dibinde yatıyordum ben de. Güçsüz, çaresiz ve acınası bir haldeydim.
Hafifçe öksürdü canavar. O kendini toparlamaya çalışırken ben orada öylece durmuş onu izliyordum. Korktuğum şey bana zarar verecek olması değildi ki bana zarar veremezdi. Bana vereceği kadar zarar vermişti zaten. Daha fazla yapabileceği bir şey yoktu.
Bir kez daha kuru bir şekilde öksürdü ve gücünün yettiğince konuşmaya çalıştı.
“Yokluğuma dayanamadın mı yoksa yaşlı cadı?”
Ses tonu ve konuşma şekli aynı hatırladığım gibiydi. Ukala, kibirli, sinir bozucu ve mide bulandırıcı.
Derin bir nefes alıp, omuzlarımı dikleştirdim. Güçlü olan bendim. O benim esirimdi ve bu kadar gergin olmam için hiçbir sebep yoktu.
“Maalesef bugün başka bir ziyaretçin var sefil yaratık,” dedim, ondan tiksindiğimi belli eden bir ses tonuyla.
Onunla konuşurken, ağzımdan çıkan her kelimeyle birlikte küçük bir adım attım. Martin Benson, gelenin kim olduğunu görmek için yavaşça başını kaldırdı.
Ve yine beni buldu efsunlu yeşil gözleri. Aradan iki asırdan fazla zaman geçmişti ama yine de o bakışlarda hâlâ büyülü bir şeyler vardı.
Beni gördüğü zaman yüzünde yorgun ama bir o kadarda sinir bozucu bir gülümseme belirdi.
“Ziyaretçileri severim. Özellikle senin gibi genç ve güzel olanları. Eğlenceli olabiliyorlar.”
Hafif bir tıslama şeklinde güldüm ama bu kesinlikle keyifli bir gülümseme değildi. Nefes aldığı gerçeği bile beni çileden çıkarırken bir de konuşuyor ve bunu oldukça sinir bozucu bir şekilde yapıyordu.
Yavaş adımlarla ona iyice yaklaştım ve tam önünde durup, yüzünü görebileceğim şekilde çöktüm. Yüzünü sertçe kavradım ve yüzünü kendime doğru kaldırdım.
“Ne kadar da nankörsün MARTIN BENSON! Sana yeni bir hayat bağışladım ve sen böyle mi teşekkür ediyorsun?”
“Sophie?”
Beni tanımıştı. Tanıyacağını biliyordum. Bu bana garip, karanlık bir zevk verdi.
Bana iyi bak, diye haykırmak istedim ona: Artık efendin benim. Sonsuza kadar bana aitsin.
Martin şüpheli bir şekilde yüzümü incelemeye başladı. Kafası karışmış gibi duruyordu. Bakışlarımı bir saniye bile gözlerinden ayırmadım ve ona olan tüm öfkemi gözlerimde topladım. Nefretimi görmesini, iliklerine kadar hissetmesini istiyordum.
“Beni o yaşlı cadı uyandırdı sanıyordum,” dedi bu defa.
Kaşlarını çattı ve kafa karışıklığı gittikçe artarken, neden hayatta olduğunu cevabını yüzümde aramaya başladı.
“O benim için çalışıyo.”
Cevap vermedi. Sustu ve beni inceleyerek cevaplarını aramaya devam etti. Bakışları yakamda ki rozete kaydı ve orada kaldı.
“Artık bir Kurtulansın,” dedi ve gözlerime baktı “Daha da fazlası. Bir kahraman, bir leydi olmuşsun.”
“Dersine iyi çalışmışsın, Martin. Cehennemde çok vaktin olmuş olmalı.”
Hafifçe güldü “Oldu. Yine de engin bilgilerim ve üstün zekâm, bir kahramanın beni neden cehennemden çıkardığını anlamam için yeterli kalmıyor.r”
Tuttuğum nefesi yavaşça geri verdim ve ayağa kalktım. Arkamı dönüp ondan uzaklaşırken konuşmaya başladım. “Her şeyin zamanı var avcı. Şimdilik tek bilmen gereken hayata dönmeni sağlayan büyüyü yapması için Genevive’ emri ben verdim. Hayatta olduğunu Genevive ve ben de dâhil olmak üzere üç kişi biliyor.”
Emri Kraliçe vermişti fakat onun ismini bu canavarın yanında anmayacaktım.
“Ah,” dedi ve kendi kendine kıkırdadı. Bu kadar çok kelime kullanmak ve arka arkaya cümleler kurmak onu yormuştu. Derin bir nefes almaya çalıştı ancak nefesi kesik kesik öksürüklerle bölündü. Kuru bir şekilde kısa bir süre öksürdü ve sonunda ihtiyacı olan nefesi almayı başardı.
“Yani beni mezarımdan çıkardığın için sana minnettar olmalıyım? Peki, hayata dönmek istediğimi size kim söyledi leydim?”
Omzumun üzerinden döndüm ve kibirli bir yüz ifadesiyle ona baktım “Ne o? Cehennemi çok mu sevdin yoksa?”
Güçsüz omuzlarını hafifçe silkti “Birkaç eski arkadaşla takılıyordum. Fena sayılmazdı.”
“Cehennem zebanileri sana pas vermedi mi yoksa?”
Ellerimi yumruk yaptım ve başımı tekrar önüme çevirirken, onları kollarıma sardım.
Arkamdan bakıldığında ban güçlü bir ifade verebildi ama önden bakanlar kendimi nasıl sıktığımı görebilirdi. Bacaklarımın titremesini engellemek için kendimle çok büyük bir savaş veriyordum. O konuştukça geçmişteki kötü anılar beynimin içinde yankılanıp duruyordu.
Bana mutluluk veren her şeyi elimden son damlasına kadar almıştı o. Ondan nefret ediyordum. Ölü kalmasını istiyordum ama beni kahramanları, koruyucuları olarak gören, bana sahip çıkan insanlar için buna katlanmam gerekiyordu. Onları kurtarmak için buna katlanmam gerekiyordu.
“Sonsuzluk sana iyi davranış Sophie Donovan,” dedi bu defa canavar “Söylesene sırrın ne?” Kesik kesik öksürdü “Belki de sen de kendine Ölüm Meleği diyen o aptallardan birine aşık olmuşsundur?”
Aşktan ne anlardı ki?
Daha önce âşık olduğunu bile sanmıyordum. Kalpsiz ve ruhsuzdu o. Başkalarının ruhlarıyla beslenmişi. İçindeki boşluğu böyle tatmin etmeye çalışmıştı.
Hızlı bir şekilde arkamı döndüm ve öfkeli gözlerimi üzerine diktim. “Beni ölümsüz yaptın. Beni ölümsüz kölelerinden birine çevirdin ve sonra da ailemi öldürdün. Senden ne kadar nefret ettiğimi tahmin edemezsin. O yüzden bana bir iyilik yap ve sessiz ol. Sonsuzluğun bana nasıl davrandığı seni ilgilendirmez! Ben sana soru sormadıkça konuşma ve ben, seninle ne yapacağıma karar vermeye çalışırken, varlığını unutmama izin ve!r”
Tekrar arkamı döndüm ve odanın içinde ilerleyerek ondan uzak bir köşeye gittim. Öfkem içimde patlamaya hazır bir volkan gibi dalgalanıyordu
“Madem benden bu kadar nefret ediyorsun, beni neden uyandırdın,” dedi ve bir saniyelik bir sessizliğin ardından kesinlikle beklemediğim bir şey söyledi “Sophie.”
Daha fazla konuşmasına izin vermedim ve onu “Yeter” diye bağırarak susturdum. “Sesini daha fazla duymak istemiyorum. Evet, seni uyandırdım çünkü sen ve senin türün hayatımı mahvederken, o insanlar bana yeni bir hayat bağışladı. Onları kurtarmak için her şeyi yaparım. Bu benden her şeyimi, hayatımı çalan adamı mezardan çıkarmak bile olsa.”
Kafası iyice karışmış gibi gözüküyordu. Hâlâ istediği cevaplara ulaşamamıştı. Henüz ona o cevapları vermeyecektim. Zamanı geldiğinde her şeyi öğrenecekti ve itiraz etmeden her emrimize uyacaktı. Genevive bunun üzerinde çalışıyordu.
“Şimdi, dinlenmene bak. Hâlâ çok güçsüzsün. İstediğin cevaplar için kendini toparlaman gerek. Yoksa hiçbir işimize yaramazsın ve biz de seni tekrar geldiğin yere göndermek zorunda kalırız.”
Hızlı adımlarla, bulunduğum köşe ve kapı arasındaki mesafeyi aştım ve kendimi mahzenden dışarı attım.
Kapıyı hızla kapatıp sürgüleri çektim ve kilidi yerine yerleştirdim. Kendime gelebilmek için kapının arkasına yaslanıp derin bir nefes almam gerekti.
Kader benimle oyun oynuyordu adeta. Kocamı, kızımı, bebeğimi, köyümü öldüren canavarı, ruhumu bu dünyaya hapseden canavarı mezarından çıkarmıştım ve onunla iş birliği yapmaya hazırlanıyordum.
Üstelik bir zamanlar yegâne amacım ondan intikam almaktı. Şimdi ise dünyam başıma yıkılmış ve kader bana yeni bir yol çizmişti.
*
“Evet majesteleri. Dediğim gibi, şu anda konuşmak için bile aşırı bir güç harcaması gerekiyor. Yine de onu Genevive’in evinde tutmanın iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum.”
Kraliçe bana Martin’le ne yapmam gerektiğini söylerken, sessizliği korudum ve emirlerini dikkatle dinledim.
“Evet efendim. İyi günler,” dedikten sonra telefonu kapattım ve kraliçeyle yaptığım konuşmanın ayrıntıları merak eden Genevive’e döndüm.
“Martin’i burada tutamayacağımı söylüyor. Onu İskoçya’ya götürmemi istiyor. Konum bilgilerini bana gönderecekmiş.”
Çayın ısınmasını beklerken yaslandığı mutfak tezgâhından, belindeki yaşlı kemikleri tutarak ayrıldı ve “Yani senden, onu dünyanın öbür ucuna mı götürmeni istiyor? Sophie senden orada, o canavarla, tek başına yaşamanı nasıl isterler?” dedi karşımdaki sandalyeye otururken.
“Biliyorum Genevive. Bu zor olacak. Özellikle ben ondan bu kadar nefret ederken. Ancak yapacak başka bir şeyim yok. Martin Benson’ın hayatta olduğunu bilen tek kahraman benim ve bu ne kadar hoşuma gitmese de Kraliçe bu görevi bana verdi.”
Uzun süre boyunca Kraliçe’nin bu görev için neden beni seçtiğini düşünüp durmuştum. New York’taki kraliyet kampında çok başarılı kahramanlar vardı. Martin Benson’ı öldüren Leydi Katharina kesinlikle bu göreve benden daha uygundu ya da orada yaşayan bir diğer kahraman Lord Mason. O bir Ölüm Meleği’ydi. Kraliçe bu konuda beni bilgilendirmişti. En azından benden önce Lord Austin’i seçerler diye düşünüyordum. Uzun yıllar boyunca Londra’da aynı kampta görev yapmıştık ve onun benden daha iyi bir kahraman olduğunu çok iyi biliyordum ama görev benimdi. Martin Benson’dan ölesiye nefret eden, onun hayata dönmesini kesinlikle istemeyen, adını her duyduğunda kaybettiği ailesini hatırlayan benim.
Uzanıp Genevive’in ellerini tuttum. Yaşlı gözleriyle bana gülümsediği an dünyam daha az karmaşık olmuştu.
“Her şey iyi olacak. Bu sadece bir görev. Hayatta her şeyin kolay olmadığını zor yoldan da olsa öğrendim. Tek yapmam gereken sen ona son bir büyü yaptıktan sonra, Martin’i İskoçya’ya götürmek, onu kendine gelene kadar orada tutmak ve dediğimizi yapmazsa başına gelecekleri anlamasını sağlamak”
Genevive’in bakışlarında güven vardı. Bana olan güveniyordu ama yaptığımız şeyin iyi bir fikir olduğuna olan inancı en az benimki kadar azdı.
Kraliçe’nin bunu nereden bildiği hakkında ne benim ne de Genevive en ufak bir fikri yoktu ancak Genevive ve beni bir araya getirmiş ve Martin Benson’ı hayata döndürebilecek kara büyüden bahsetmişti. Bana verdiği günlükte bahsi geçen büyüden. O günlük gerçekten de korkunçtu. Sonsuz ömrümde gördüğüm en ürkütücü şeylerden biriydi.
Bu yapabileceğimiz en mantıklı şey olmasa da, yapabileceğimiz tek şeydi fakat riskliydi. Martin’e, bize itaat etmesi için bir büyü daha yapacaktık ama işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorduk.
Martin Benson bir kahraman tarafından yıllar önce öldürülmüştü. Ölümünden uzun süre sonra onun türü bir büyü sayesinde yok olmuştu. Şimdiyse o tekrar yaşıyordu. Eskisi gibi miydi bilmiyorduk. Belki de güçleri artık işe yaramıyordu, belki daha güçlüydü.
Büyünün bir yan etkisi olup olmayacağını bilmiyorduk. Sadece tek umudumuz her şeyin yolunda gitmesi için ettiğim duaların kabul olmasıydı.
“Şimdi kampa dönmeliyim. Dikkatli ol Genevive. Bir sorun olursa hemen beni ara. Yarın gelip onu kontrol edeceğim ve sen hazır olduğunda onu kontrol altına alacağız.”
Ayağa kalktım ve ceketimle, araba anahtarlarımı olduğu yerden aldım. Genevive beni yolcu etmek için peşimden geldi.
“Dikkatli ol, Leydi Sophie. Etrafımızda kara bulutlar var. İşlediğimiz günahın bulutları. Biri öldüğü zaman öyle kalmalıdır ama bu bulutların seni yıldırmasına izin verme. Savaşa giden yolda her şey mubahtır kızım. Sen güçlü bir savaşçısın ve bu savaşı kazanacaksın”
Hafifçe gülümseyip başımı önüme eğdim. Genevive’i çok uzun süredir tanımıyordum. Kraliçe’nin verdiği görev sayesinde tanışmıştık. Tanıştığımız günden itibaren sesinin huzur veren tınısına bağımlı olmuştum.
Dedim ya ben de en az onun kadar yaşlıydım, fakat bu onu annem gibi görmeme engel olmuyordu. Birileri benim için bu denli endişelenmeyeli uzun zaman olmuştu. Sonsuzluk öyle uzun bir zamandı ki, bir çok duyguyu hissetmeyi bırakıyordunuz.
Mutluluk, huzur, sevinç, heyecan, aşk…
“Ondan intikam almak istediğini biliyorum Sophie ve bunun senin için çok zor olduğunu da. Ancak her şey senin zihninde ve kalbinde gerçekleşiyor” derken işaret parmağıyla önce kafamı sonra da kalbimi işaret etti. “Bunu ailen için yaptığını düşün. Aileni öldüren yaratık şimdi yeni ailenin hayatını kurtaracak. Korumak, kurtarmak için verdiğin savaşta bebeğini kaybettiğin ailen için. Yaşadığın acıların bir sebebi vardı. Tanrı kimseye sebepsiz acı vermez”
Başımı yerden kaldırdım ve Genevive’in gözlerine baktım. Bana bakışları kalbimde ki alevi söndüren su damlaları gibiydi. Kollarımı boynuna doladım ve ona sıkıca sarıldım “Sakın onu dinleme, Genevive. Sen yaşlı bir cadı değilsin”
Genevive sırtımı sıvazladı ve gülümseyen gözlerle geri çekildi.
“Şimdi git ve dinlen. Daha sonra bunu yapacak zamanın olmayabilir”
Genevive başımı sallayarak onayladım ve arkamı dönüp evden çıktım. Arabama binmeden önce son bir kez Genevive’in eski evine baktım ve Martin’le yaptığım konuşmayı düşündüm.
Bugün belki benim için sorunsuz bir şekilde bitmişti ama yarının ne getireceği belli değildi.