2024 İstanbul
Vera
Arslan'ın bana bakan gözleri birkaç saniyeliğine dondu. Yüzündeki tüm kaslar bir bir gerilirken bunun benim için felaket olacağını biliyordum ama şu an oğlumu kurtarabilmek için yapabileceğim en iyi şey buydu.
Oğlumun hayatı tehlikedeydi ve ben, sırf o daha fazla nefes alabilsin diye her şeyi yapardım.
"Ne diyorsun sen Vera, saçma sapan konuşma!"
Gözlerimi Arslan'ın donuk gözlerinden çekip Arda'ya baktım. Mert'in hayatının ne denli tehlikede olduğunu göremiyor muydu?
"Bırak oğlum şerefiyle, kendi soyadını taşıya-"
Ne diyecekti? Oğlum şerefiyle, kendi soyadını taşıyarak ölsün mü diyecekti sahiden? Benim oğlumun hayatı, onun itibarından daha mı değersizdi?!
O ne derse desin ben, oğlumla ölüm kelimesini aynı cümleye yazdırmazdım.
"Benim oğlum, senin soyundan değil!"
Bütün bunlar başımıza gelmese yirmi gün sonra yıl dönümümüzü kutlayacağımız dört yıllık kocamın gözlerinin içine bakarken ona karşı hiçbir duygu belirtisi göstermedim.
Arda yalpaladı. Kaşları çatıldı, nefes alışverişleri olabilirmiş gibi daha da hızlandı. Sanırım Mert'in onun oğlu olmama ihtimalini içinde sindirmeye çalışıyordu.
Zaten onu tam da bu yüzden seçmiştim. Aklıyla oynamak benim için hep çok kolay olmuştu.
"Yavuz!"
Sadece Yavuz değil, biz de sert sesiyle Arslan'a döndük.
Gözleri hala benim üzerimdeydi.
"Çocuğu eve götürüp doktoru arayın!"
Arslan'ın dişlerini sıka sıka verdiği emir Mert'i korkuturken ağladı ağlayacak gözleriyle bana bakıyordu. Oğlum çaresizce benden yardım bekliyordu!
Hızla ayaklandım. Onun gözünden düşecek tek bir damla için bile mücadele etmeye hazırdım.
"Ben de geleyim, korkuyor."
Arslan'dan merhamet dilenmek aptallıktı.
Yavuz denen adam, Mert'i tüm ağlayıp bağırmalarına rağmen kucağına alarak hızlı adımlarıyla bulunduğumuz salonu terk etti.
Yutkundum.
Arslan'ın gözlerine büyük bir hayal kırıklığı ile bakmak istedim ama sonra.. sonra gözlerinde ona ihanet ettiğim geceyi gördüm. Benim artık ona hayal kırıklığı ile bakmaya hakkım yoktu, son dört senedir yoktu hem de.
İçimden oğlumun iyi olması için dualar ederken artık onun yaşamından başka hiçbir şey umurumda değildi.
Bu gece burada, hak ettiğim gibi öleceğimi biliyordum.
Arslan hızla arkasını dönüp nerdeyse tavana kadar uzanan görkemli kapıdan çıktı, gitti.
Onun gidişiyle adamlar üzerimize gelirken az önce masada birlikte oturduğum herkes direndi, bense kaderime razı gelip kendim yürüdüm.
Otelin koridorlarında bağırış, çığırış içinde ilerlerken aklım oğlumun şimdi nerede, ne yapıyor olduğundaydı.
Çok korkuyor muydu? Arslan, onun kendi çocuğu olduğunu öğrenince ne yapacaktı? İyi bir baba olabileceğinden şüpheliydim ama en azından... en azından oğlumu korumaz mıydı?
Kadınlar ve erkekler olarak ayrıştırılıp bir arabaya tıkıldığımızda koluma sarılmış bir beden hissettim.
Mete'nin karısı Nazlı'nın küçük bedenini.
Korkuyordu. İçinde bulunduğumuz durumdan bir çocuk gibi korkuyor, tir tir titriyordu.
Aslında haklıydı da; sonuçta Arslan bizi malikanesinde misafir etmeye değil, hesabımızı kesmeye götürüyordu.
Elimi Nazlı'nın narin ellerinin üzerine koydum. Gördüğüm ilk andan beri içimde ona karşı büyük bir şefkat duygusu besliyordum.
Henüz çok küçüktü. 21 yaş belki de o kadar da çocuk bir yaş değildi ama - ki ben o yaştayken asla çocukça şeyler yapmıyordum - o henüz büyüyememişti.
Büyümemiş ama Mete tarafından zorla kaçırılarak karısı olmaya zorlanmıştı.
Arda'nın arkadaşlarını sevmezdim. Hepsi bana en az kendisi kadar lüzumsuz gelirdi ama Mete'ye düşmanlığım, Nazlı'ya yaptıklarından dolayı ayrı bir seviyedeydi. Cehennemde yandığını görsem, durup bir odun da ben atardım.
Neyse ki artık Arslan'ın ona hak ettiğini fazlasıyla vereceğinden emin olduğum için içim gayet rahattı.
Sonuçta hayat, bir şekilde bizi bulur ve yaptıklarımızın bedelini ödetirdi.
▪︎ ▪︎ ▪︎ ▪︎
Saatlerce yol gittik. Belki Arslan; yakınlarda bir depoya sahip olmadığından, belki de Dinçsoy ailesinin erişebilirliğinden yeterince uzaklaşabilmek için. Cevap hangisiydi bilmiyordum ama arabadan indirildiğimizde günün doğmasına çok az bir zaman kalmıştı.
Yol boyunca az da olsa uyuyabilen Nazlı yüzümüze vuran serin havayla yeniden koluma girerek bana iyice sokuldu.
Mert gibiydi. En az onun kadar savunmasız ve çocuktu gözümde. İşin kötü tarafı ise daha büyüyemeden karnında Mete'nin çocuğunu taşıyor olmasıydı.
Nerede olduğumuzu anlayabilmek için etrafıma bakındığımda dağ başında bir yerde olduğumuzu gördüm. Tam da tahmin ettiğim gibi yakınlarda başka hiçbir yerleşim yoktu.
Büyük ama eski püskü depoya sokulduğumuzda yüzüme vuran rutubet ve küf kokusuyla midemin bulandığını hissettim.
Adamlar tarafından itile kakıla bir odaya getirildik. Erkekleri ise bizden ayrı tuttular. Muhtemelen onlar da içinde bulunduğumuz oda gibi başka bir kısımdaydı çünkü arkamızdan depoya girdiklerini görmüştüm.
Yere oturduğumuzda adamlar kapıyı üzerimize kapayarak gittiler. Şimdi beş kadın ve yanımızda korkudan bembeyaz olmuş iki kız çocuğu baş başa kalmıştık.
"Buradan kurtulmanın bir yolunu bulmamız lazım."
Bakışlarımı Katre'ye çevirdim ama elimi bile kıpırdatmayacağımı biliyordum. Zaten artık bize buradan çıkış yoktu.
Arslan hiçbir zaman yakaladığı avı elinden kaçırmazdı.
"Niye öyle dedin o adama?"
Soruyu ilk başta üzerime alınmasam da daha sonra Deren'in bakışlarından bu sorunun doğrudan bana sorulmuş olduğunu anladım.
"Ne dedim?"
"Mert, Arda'nın oğlu değil dedin."
Sanırım en yakın arkadaşım olduğundan bu bilgiye nasıl vakıf olmadığını sorguluyordu. Ya da beni gerçekten tanımadığı için Arslan'a bu konuda yalan söylediğimi düşünüyor da olabilirdi.
"Çünkü değil."
Gözlerindeki ifadeden gerçekten de yalan söylediğimi düşündüğünü anladım.
"Na..nasıl değil?"
"Basbayağı değil iste Deren. Arda ile evlendiğimde zaten hamileydim."
Funda aklına yatmayan şeyler varmış gibi araya girdi.
"Ama Arda orada çok emin gibiydi Mert'in kendinden olduğundan."
Bakışlarımı usulca ona çevirdim.
"Arda'ya sorarsan o zaten her şeyden emin. Karısından herhangi bir konuda şüphe duyduğunu sanmıyorum."
Hepsi bana büyük bir şaşkınlıkla baksa da umursamadım, artık gerçek yüzümü saklamamı gerektirecek bir durum kalmamıştı.
Gözlerim Katre'ninkilerle çakıştığında yanındaki kızına sarılmıştı ama bakışları delici bir şekilde benim üzerimdeydi. Sanırım hala daha karnımdaki bebeği nasıl olmadığı halde Dinçsoy olarak doğurabildiğimi düşünüyordu.
Katre'nin bakışlarını umursamadım, hesap vereceğim son insan bile değildi. Hele ki ölümüme çeyrek kalmışken.
"Bize ne yapacaklar burada?"
Nazlı'nın kısık ve korku dolu çıkan sesiyle ne diyeceğimi bilemeyerek ona baktım. Bu soruyu diğer kızlardan biri sorsa belki öldürecek, başka ne yapacak diye dürüst bir cevap verirdim ama.. ama şimdi aklımdan sadece Mert olsa ne derdim düşüncesi geçiyordu.
İçinde bulunduğumuz durum, bir çocuğu korkutmayacak biçimde nasıl yumuşatılabilirdi?
Funda benden önce atılarak üzerimdeki yükü aldı.
"Hiçbir şey yapamayacaklar. Bizi Dinçsoy'ların otelinden kaçırdılar, bu hiç kimsenin yanına kalmaz!"
Katre de onu başını sallayarak destekledi.
"Evet, bizi bulacaklardır. Sabah olmaya başladığına göre epeyce bir zaman geçmiş zaten, bulmaları yakındır."
Böyle konuşuyorlardı çünkü Arslan Arslanlı'yı hiç tanımıyorlardı.
Yine de konuşup gerçekleri söylemedim. Ömürlerinin son zamanları korkuyla değil umutla geçse iyi olabilirdi.
"Sence abla?"
Sanırım Nazlı için duydukları yeterli olmamıştı, aynısını benim de söylememi istiyordu.
Gözlerine baktım.
"Bilmiyorum Nazlı."
Yalandı, biliyordum.
Ama ona söyleyemezdim.
O da bir daha sormadı zaten. Koluma sarılı beklemeye devam etti.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum - çünkü zaman algımızı bu penceresiz odayla yok etmişlerdi - içeriye adamlar girip bizi daha geniş bir alana götürdüler.
Yine yere otutturulduğumuzda erkeklerin de burada olduğunu gördük. Bizim aksimize onları boş bırakmamış olacaklar ki, hepsinin yüzü gözü dağılmıştı.
Diğer kadınlar kocaları için ahlanıp vahlanırken Nazlı'yla biz sadece öylece durduk. Hatta göz ucuyla baktığımda onun Mete'ye bakmadığını gördüm. Sanırım önünde öldürseler ah demezdi.
Ben de demezdim. Kocamın varlığının hayatımda gerektiği noktayı çoktan geçmiştik, artık Arslan Mert'in kendi oğlu olduğunu biliyordu. Yani herhalde bu saate kadar öğrenmiştir diye düşünüyordum.
Yine de bakışlarımı bir süre Arda'nın üzerinden çekmedim. Bana, sanki imkanı olsa kalkıp beni öldürecekmiş gibi bakıyordu.
Bu hırsla öldürürdü de. Sonuşta onu yıllarca düşmanının oğluna baba etmiştim.
Yine de, bence kendi düşen ağlamamalıydı. Bak ben ağlıyor muydum? Her şeyi kendi irademle yapmıştım ve şimdi de bedelini ödeme zamanımdı. Arda için de bu böyleydi. Bu alemde hiç kimse bir Arslanlı’nın kadınını alıp öylece karısı yapamazdı.
Sadece Arda ailesi tarafından olmadığı şeylerle doldurularak büyüdüğünden kendine gereksiz fazla güvenmişti o kadar. Bense daha çok ona değil, ailesine güvenmiştim çünkü Dinçsoy'ların mıntıkasına elini kolunu sallayarak girmek zordu.
Arslan Arslanlı'nın bile, tam dört yılını almıştı.
Kapıda Arslan göründüğünde herkesin bakışları ona döndü. Erkek tarafından birkaç ses yükseldi ama korumalar hemen o sesleri kesti.
Çünkü kimse Arslan Arslanlı'ya yiyorsa ellerimizi çözüp karşımıza geç lan diyemezdi.
Arslan tam ortamızda durduğunda önce erkeklerin olduğu tarafa baktı.
"Nasılsınız beyler, keyfiniz yerinde mi?"
Sonra psikopatça bir tavırla adamlarından birine döndü.
"Arkadaşlarla iyi ilgilendiniz mi Selim?"
Baktığı adam başını salladı.
"İlgilendik abi."
Arslan gülümsedi.
"Güzel, güzel. Sonra diğer tarafta söylenmesinler Arslan Arslanlı hiç misafirperver değildi, son zamanlarımızda bizimle iyi ilgilenmedi diye."
Sonra yavaşça bizim tarafımıza döndü. Hemen göz göze geldik. Bakışları çok... nefret doluydu. Dün gece de öyleydi ama sanki bu kez..
Öğrenmişti! Arslan, oğlunu ondan sakladığımı da bunca yıl düşmanına baba dedirttiğimi de öğrenmişti!
Hafifçe diğer kadınlara da döndü ve hepsini rahatsız edici bir şekilde inceledi. Bunu, karşı tarafı kışkırtmak için yaptığını biliyordum.
Aklına bir şey gelmiş gibi sırıttığında o şeyin hayırlı olmadığını anlamak güç değildi. Zaten Arslan'ın aklına daima şer gelirdi.
"Ne diyorum biliyor musun Mahir?"
Arslan'ın en yakın arkadaşlarından biri olan Mahir cevap verdi.
"Ne diyorsun Arslan?"
"bence beylerin karılarını, ölmeden önce son kez mutlu etmezsek bize çok darılırlar."
Hepimiz donarken Mahir'in yüzünde Arslan'ınkine benzer bir sırıtış peydah oldu.
O da bakışlarını kadınlar tarafında gezdirmeye başladı. Sıra bana geldiğinde es geçti, sanırım bir zamanlar yengesi olduğum için bakmak istememişti ama.. bakışları Nazlı'nın üzerinde olması gerekenden çok oyalandı.
Nazlı ona asla bakmadan yerdeki betonu seyrederken Mahir sanki onun yüzünü ezberliyordu.
Gözlerinin vücuduna inmeyip yüzünde kalışına şaşırırken ateş saçan gözlerimi fark etmesini bekledim.
Etti de.
Gözlerini kısa bir an benimkilere çevirdiğinde ona çok şey anlatan bakışlarımı fark edip gözlerini kaçırdı.
Utanmıştı.
Bu durum içimi feci derecede rahatsız ederken yerimde kıpırdandım. Huzursuzluğum Nazlı'ya da geçmiş olacak ki, o da kıpırdandı.
Arslan ilk kimi seçeceğini bilemiyormuş gibi düşünceli şekilde bize bakarken içeriye Yavuz dediği adam girdi.
Hızlı adımlarıyla Arslan'a yaklaşıp kulağına bizim duymadığımız bir şeyler fısıldadı. Ne dediğini anlayamamıştım ama söylediği şeylerin Arslan'ın oldukça keyfini kaçırdığı barizdi.
Burun kemerini sıkıp bana döndü.
"Yürü!"
Onun böyle demesi gideceğim korkusuyla Nazlı'nın bana daha çok yapışmasına sebep oldu. Öyle ki ben ayağa kalktığım için Nazlı da benimle birlikte kalkmıştı.
Çaresiz gözlerle gözlerine baktım. Onu korumayı çok isterdim ama durumum buna hiç müsait değildi.
Elini bir kez sıkıp bıraktığımda o da diretmeden kolumdan çıkarak başını salladı.
Biraz daha bakarsam gidemeyeceğimi fark edip hızlı adımlarla deponun çıkışına yöneldim.
Güneş tepedeydi. Yani yine saatleri geride bırakmıştık.
Acaba oğlum iyi miydi? Hiç bunca saat benden ayrı kalmamıştı, alışabilmiş miydi? Ya da çok mu ağlamıştı?
Arda ne zaman ağlasa erkekler ağlamaz diyerek Mert'e kızardı. Yine kızmışlar mıydı oğluma ağlıyor diye? Çok korkmuştu, biliyordum ağlardı.
Muhtemelen Arslan'ın sağ kolu olan Yavuz - çünkü en yakınında hep o duruyordu - arabanın kapısını açıp eliyle içeriyi işaret edince bekletmeden bindim.
Diğer taraftan da Arslan binmişti. Seneler sonra yan yanaydık ve bu benim kalbime hala depar attırıyordu.
Ona hiç bakmadan parmaklarımla oynamaya başladığımda korkarak da olsa sordum.
"Oğlum iyi mi?"
Arslan dişlerini sıktı.
"Hangisini soruyorsun? Benden kaçırdığın oğlumu mu?"
Oğlum kelimesine yaptığı vurguyla yutkundum. Bakışlarımı yavaşça ona çevirdim.
"Nereye götürdün oğlumu?"
Sanki oğlum diyişim onu kızdırıyordu. Ama sonuçta oğlumdu, ben doğurmuştum.
Bana ölüm kokan mavileriyle zehirli bir bakış attıktan sonra bir şey söylemeden önüne döndü.
Derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Nasıl olsa artık oğlu olduğunu öğrenmişti. Sevmese bile sırf kanından olduğu için canına zarar vermezdi, yani öyle umut ediyordum.
Yolu bitirip büyük bir malikanenin önünde durduğumuzda Arslan zaman kaybetmeden arabadan indi. Ben ne yapacağımı bilemez halde öylece kalırken Yavuz kapıyı açıp konuştu.
"Buyurun Vera hanım."
Çekimser bakışlarla yüzüne bakıp arabadan indim.
Önümdeki büyük malikaneye bakarken zihnimden tonlarca ihtimal geçiyordu.
Burada durmamı istememiş olacak ki Yavuz, yeniden konuştu.
"Oğlunuz içeride, girip görebilirsiniz."